11 Aralık 2016 Pazar

BAZEN ÖYLE ÜZÜLÜRSÜN Kİ



bazen öyle üzülürsün ki,

sessizce ağıtlar yakarsın

binlerce mum üflersin içinden

kimsenin duymadığı yerlerine saklarsın

bazen öyle pişman olursun ki,

canının acısından sen bile korkarsın.

ANLAMAYA ÇALIŞIRKEN


“Nasıl bir hal bu insanlık hali Elif?” diyorum kendime...

Düşünmeyle anlaşılamayan bir hal, o kesin... Dostoyevski’ler , Tolstoy’lar, Shakespeare’ler anlamamış, sen mi anlayacaksın diyorum? Romanlar yazılmış, destanlar düzülmüş anlamaya çalışırken, sen mi anlayacaksın üç beş satırınla?

O poliscikleri o “her zaman beklemediklere yere toplayan” ruhlar, emirleri verenler, oyunları tezgahlayanlar, düğmelere basanlar, hepimiz benzer rahimlerden çıkmadık mı? Hepimiz aynı şekilde atmadık mı ilk çığlığımızı, kıçımıza yemedik mi hepimiz ilk şaplağı, aynı şekilde karşılaşmadık mı bu fani dünyayla?

Hepimiz altı üstü birkaç sefil hücreden oluşmadık mı, aynı şekilde?

Hepimizin vereceği son nefes, altı üstü bir nefes değil mi?

O elmayı yemeseydi bizim Adem’le Havva kendini bilmezleri, farklı olur muydu her şey?

Tanrı’yı uzaklarda aramasaydık hiç...Güneş, ay neyimize yetmedi?

Sınırları hangi hıyar çizdi?

Bayraklarımız kuşlu, kaplanlı olsaydı hâlâ...

Biriktirmeye hiç başlamasaydık, değiş tokuş neyimize yetmedi?

Daha az akıllı olsaydık keşke...Bak kedilere, köpeklere...

Bugün çok şeye gıcık oluyorum. Bayrak görmek istemiyorum, vatan, millet lafları duymak istemiyorum...”Onlar” , her kimseler, bizi kandırmaya çalıştıkça, “bizler” kandırılmaya bu kadar teşne olunca, Orwell yazsa, herkes okusa, ne yazar diye düşünüyorum...

Lanetleye lanetleye lanetleniyoruz, farketmiyoruz...

Yok olacağına bizzat şahit olmaya ömrüm yetmeyecek bir dünya elden gidiyor diye dövünerek, ya da benim için ırklarının, dillerinin, dinlerinin, sınırlarının ayırt edici özellk olmadığı “vatan”ım dediğim coğrafya parçasının “elden” gidiyor velvelesine dahil olmayarak, bir ölümlü  bedene sahip olduğum bilinciyle kendime ve etrafıma dürüst olarak yaşayıp gitmek istiyorum...Bir bedenlik hayatımda...

Ne dünyaya bir halt oluyor, ne memlekete... Olan en çok insana oluyor... Ve insan üstünden oluyor yine her şey...İnsana ait vasıflar nedeniyle oluyor.. Bu aklın sırrın işlemediği sonsuz bilinmeyenli bir denklem...

Danışıklı döğüşler arasında yitiyoruz...

Bir yerlere topluyorlar polisleri...Bir yerlere topluyorlar insancıkları, o patlattı, bu patlattı, sen düşmansın, öbürü dost, bu doğru, bu yanlış diyorlar insancıklara. “İnan” diyorlar... Allaha inan, kitaba inan, cumhuriyete nan, vatana, bayrağa inan diyorlar...Ve inandığımız kadar var oluyoruz...Bu cennete, bu cehenneme, diye herkes kendi tasnifini yapıyor...Cennete varmak, cehennemimizden sıyırmak sanrısına göre belirliyoruz geçeceğimiz yolları...

Ne kadar aynıyız aslında, bunu hissedemeyecek bir hızda akıyoruz her yerden ve her şeyden...Ve sonunda aynı bok çukuruna düşüyoruz... Her yerimiz kanlı, çamurlu...
Acılarımız karışıyor birbirine. Çıkardığımız gürültüden duyamıyoruz birbirimizi...Benzer olduğumuzu sandıklarımızın ellerini bulmaya çalışıyoruz, unutarak hepimizin aynı olduğumuzu...

Beceremiyoruz o ilk çığlığımızı hatırlamayı...

Beceremiyoruz vereceğimiz son nefesin aynılığını unutmamayı...

30 Kasım 2016 Çarşamba

TOUS LES MATINS DU MONDE





Tous Les Matins Du Monde...

“Tous les matins du monde sont sans retours...”

Dünyanın bütün sabahları tek yöndür...

Bazı filmler vardır, “bu benim için” dersin daha ilk sahneden...İki filmim vardı, üç oldu...
Yaylılar benim için çaldı bir film boyunca.

Neden cello eşliğinde yazıyorum, bu gece anladım...Daha derin bir ses yok hayatta, tam “o” yere değen başka ses yok. Bu hissi anlatmaya oturdum gece gece. Eğer anlatmazsam, kalbim taşıyamayacak sabaha çünkü...

Ama yetecek mi kelimelerim, emin değilim...Yetecek mi o içime bıçak gibi inen repliklerin deştiği yerleri soğutmaya...

Yetecek elbet...Bugüne kadar yetmedi mi Elif’cik, yine yetecek...Bugüne yetmese de, başka günlere yetecek...Sen var oldukça yazdıracak sana  her his, her zayıflık, her pişmanlık, her acizlik, her insana mahsus olan, hissedebildiğine şükrettiğin...

Geri dönüşü olmayan sabahlara dayanmak için nasıl hep yettiyse, yine yetecek...

Hayatın panzehiri içini notalara, harflere, kelimelere dökebilmek...Bu reçeteyi bana yazan da hayatın kendisi aslında... Ondandır müteşekkir oluşum olana, oldurana.

Bu hediyeyi benden hiç alma allahım...

Yaylı sesleriyle dolu gecelerimin, sabahlamalarımın hatırına...

DERİN KUYU



sağa sola çarpa çarpa
birbirimize dolaşa dolaşa
 düşüyoruz

çeperlerde çığlıklar 
girdapta  umutlar

durmadan düşüyoruz 
bazen kan revan 
bazen duman içinde

29 Kasım 2016 Salı

MİKEMMEL KADINLAR



Hayatımdaki bütün mikemmel kadınlara...

Dünyayı kurtaracak kadınlardık biz.

Öyle programlanmıştık:

Akıllı olmaya, çalışkan olmaya,  iyi eğitimli olmaya, merhametli olmaya, duyarlı olmaya, hayırsever olmaya, verici olmaya,  sorumlu olmaya, enerjik olmaya, becerikli olmaya...
Hep bakımlı, hep hoş olmaya, bol okumaya, hiç bir şey kaçırmamaya, güncel, modern olmaya...

Hayırlı evlat, hayırlı anne, hayırlı arkadaş olmaya, mütevazi olmaya...

Olmaya da, olmaya...

Hep güzel şeyler olmaya...

Salaklıklarımızı, tembelliklerimizi, fesatlıklarımızı, hasetlerimizi, boşverişlerimizi, kaypaklılarımızı, pejmurdeliklerimizi, sorumsuzluklarımızı, hayırsızlıklarımızı, beceriksizliklerimizi, düşüşlerimizi, doğrulamayışlarımızı kendimize düşman yapışımız bundandır...

Ne dünyayı kurtarabildik, ne Türkiye’yi...

Fazla önemsemişiz kendimizi.

Canımızın her yanması bundandır...

Haydi karanlıklarımızla barışmaya...


18 Kasım 2016 Cuma

DÜNYA TUTMASI





Bizim ailede çocuk tacizcisi gölgesi vardı.
Akılların inkârında, kalplerin bildiği.
Aynen bu imzayı verenler gibiydi.
O da babaydı.

Toplum azaltıyordu onları, oysa hep çoktular.
Gözler kapanınca kolaydı birlikte yaşamak.

Onlarda aynı bıyık.
Aynı sırıtış.
Aynı mevki.
Aynı ruh.

Bende hep aynı his:

Dünya tutması...

9 Kasım 2016 Çarşamba

ANCAK GİDERSENİZ ANLAYACAKSINIZ


Kanada’ya, ya da başka yerlere gitmek isteyenlere yazıyorum bunu...

Bazı günler sessiz sessiz ağlayacaksınız...
En gelmek isteyeniniz bile ağlayacak. Gittiğiniz yeri ne kadar severseniz sevin.
Bazı günler çok koyacak.
Diğer sessiz sessiz ağlayanları seçeceksiniz uzaktan, sessiz hıçkırıkları size ulaşacak.
Uzaktan sileceksiniz birbirinizin o sessiz gözyaşlarını...
Bazı günler.
Oradan üzülmek gibi değil bu...
Nasıl anlatayım ki...

Ancak gitmeye cesaret ederseniz anlayacaksınız...

DÜNYA YANMAYA DEVAM EDERKEN


Ben küçükken, etrafta olup biten bütün kötü şeylerin ya tarih kitaplarında, ya da filmlerde olduğunu zannederken, dahil olduğum bütün her şeyin harika  kahramanlık ve zafer öyküleriyle dolu olduğuna inandırıldığım zamanlarda, hep kızardım: kimse kılını kıpırdatmadı mı zamanının bütün kötülükleri karşısında diye.

Bütün dünya neden Hitler’in kapısına dayanmadı, “Bak oğlum, bu yaptığın iş değil, ayıptır! Olacak şey değildir!” demedi diye. Ya da Fransızlar Cezayirlileri kesip biçerken, neden başka “medeni” Avrupa ülkesi hiç kulağını çekmedi diye merak ederdim. Hadi farzedelim, Amerika kızılderilileri deşerken, uzaklardı, haberi olmadı kimsenin.  Ama bu yakın tarihte olan biten fenalıklara neden kimse engel olmadı, herkes evinde güzel güzel yaşadı durdu diye hayıflanırdım. Hindistan’da insanları İngilizlerle romantik romantik yaşarlar sanırdım. Herkes mutluydu seyrettiğim filmlerde. Medeniyet götürmüşlerdi bütün sömürgeciler gittikleri “ilkel” yerlere. Hem biz de sonunu tasvip etmesek de, harika bir imparatorluktan yadigârdık. Avrupa, Asya, Afrika, dünya kadar yeri fethetmiş, kimseye kötülük yapmamıştık. Kitaplar böyle derdi. 

Kimseleri kesmemiş, katletmemiştik biz -çok istisnai durumlar haricinde. Bizim de biraz katliamımız, kan dökmelerimiz olduğunu idraka başladığımda ise, şuna inanmam istendiğini farketmiştim: "E canım, onlar da kaşınmıştı"... Eğer birilerinin canını yaktıysak sebebi vardı. Toplumca suçlamalara verdiğimiz en baba tepki de bundandır zaten: birilerini katlettiğimize inanmak ağırımıza gitmiştir. Biz hep iyiydik, diğerleri ise kötü. Çocuğunun ağzını burnunu kırıp, sonra pişman olan ana baba gibi hissetmeyi tercih ettik hep: bir fenalık yaptıysak, ya “eh, haketmiştir,” ya da “elimizden kaçmıştır”. Bunu hissetmek için vatanını sevmek yeterdi. Sonradan çok sorguladım o "vatan sevgisi" virüsünü.

Sonrasında, büyüyüp “insan, kadın, engelli, hayvan hakları”, “adalet”, “doğruluk”, “dürüstlük”, “susma, susarsan sıra sana gelecek” olduğum yıllarda ise, elimden geldiğince, karınca kararınca, bağırmış, çağırmış, protestomu etmiş, tavrımı göstermiş, sokaklara dökülmüş, sistem karşıtı gazetelerde, dergilerde boy boy görünen endamımı anam babamdan gizlemiş, hep bir “doğruluk” peşinde koştuğumu sanmışım. Bu yakın zamanda daha kolaylaşmıştı, zira sokağa dökülmeden, adliye, gazete vs önlerine gitmeden, olduğum yerde “tık, tık” tepkimi göstermekten imtina etmemiş, cömertçe, özveriyle sürdürmüştüm dünyayı daha güzel bir yer yapma arzumu dile getirmeyi. Ekran başından. Biraz sivil toplum örgütü destekçiliği, bolca tweet...

Şu an durduğum yerden bakayım dedim bu tarihi sabahta. 8 Kasım 2016. Olmaz dediğimiz şeylerin olabileceğini görmüş ben, dünyanın "daha da neler! Asla olmaz," dediği şeylere uyandığı başka bir sabahta bir durayım da dillendireyim hislerimi dedim.

O ben ki, bütün kendimce karınca kararınca çabalarımın kendimi iyi hissetmekten başka bir boka yaramadığına idrak etmiş, elli yaşımda, muhtemelen bir elli daha görmeyecek ben... Dünyadaki kötülüğü kabullenemeyen ben, taşlanmış kot, hayvan üstünde deney yapılan ürün almayan, çöplerini ayırmayanlara bozulan, musluğu hep az açan, kutup ayıları ölmesin diye elektiriği idareli kullanan, bir şeyi eskimeden yenisini almayan, hatta son iki senedir sayılı eşya alan, bir eşyası eskimeden yenisine asla bakmayan, çevreci sabun kullanmaya çalışan, (ama şöyleee salınacağım bir yere gideceğimde buklelerim güzel olsun diye ara ara bundan kaytaran)...Her change.org kampanyasını  imzalayan, felek vurmuş dilencilere para vermediğinde kendine mazeret yaratmakta usta ben...O hep daha “iyi” , daha “adil”, daha “doğru” olma çabasındaki ben...

Şimdi anlıyorum o çocukken kınadıklarımı...Sadece kendime geçermiş hükmüm.

Kahramanlar, kurbanlar yalanmış. Neden kendi yaşadığımız çağı “medeni” varsayıp, bazı şeylerin imkansız olduğuna inanmışız ki?

İnsan denen şeyi hayvanlardan ayıran en büyük özellik kitle halinde hareket edebilmesi, hepimiz biliyoruz bunu. Sistem kriterlerine göre medeni varsaydığımız  insanın da kendini insani değerlerden çok uzaklaştırmış, kendi uydurup, kendinin fazlasıyla inandığı hikayeleri var. Ekonomi, dolar, borsa, vatan, millet, Sakarya tarzı hikayeler bunlar. Medeni insan bu hikayelere inandığı sürece biz Türkiye’de, onlar başka kıtada, benzer komplikasyonları yaşamaya devam edeceğiz. Her şeyin, her daim değişken olduğuna inancım sonsuz, ama ben değiştiremedim diye kendimi dövmeye son veriyorum artık.

Kendi hikayelerim var benim ve o hep inandığım o hikayelere daha fazla sarılacağım, kendi etki alanıma bakmayı tercih edeceğim geri kalanında hayatımın. Kendimce şimdiye kadar yaptığım küçük şeylerde titizlenmeye devam edeceğim, o da alışkanlık olduğu için, bir ego tatmini olduğunu bilsem de, alışkanlık haline gelmiş çoğu zaten. Kalsın, zararı yok, belki ufak bir katkısı vardır, her şeye rağmen.

Bir başka zamanda , belki başka çocuklar geriye dönüp bugüne baktıklarında, benim zamanında içine düştüğüm tuzağa düşmeyecekler...Ve zaten her şey o gün bambaşka olacak, kendi doğruları ve yanlışlarıyla bir bütün olarak.

Dünyaya ait değişmesini arzu ettiğim şeyleri kendi bünyemde tesbit edip,  değiştirmeye çalışacağım.  Elimden gelen küçük şeyleri ardıma koymamaya devam edeceğim.

Güzel küçük dünyamız için artık farz olan değişimin sanki resmi başlangıcı olan bugün bunları demek geldi içimden, naçizane köşemde...

Dünya daha epey bir süre yanmaya devam edecek sanırım.


Ben ise her sabah kalkıp saçımı tararken, bunları hatırlamaya niyetliyim...

8 Kasım 2016 Salı

YALNIZLIK DEMEK NE DEMEK



Özlemeyi yazmışım buralara gelmeden önce. Gitmelerin tedirginliğiyle başetmek için yazmışımdır, neden yazarım ki ben zaten... O beni sağa sola çekiştirip duran aklımla başetmeye, içimde koşup duran kelimelere, “Sen şuraya, sen de buraya, eee, sen de çekil bakayım aradan,” diyerek ferahlamanın yolu...

Yalnızlığımla barıştığım yer.

Yalnızlığı yatırıyorum bugün masaya.

Öyle bir evde büyüdüm ki, yalnızlık demek ölüm demekti. Abarttım sandınız di mi, ama az bekleyin, anlatacağım az sabır...

Aile çekirdek bile değildi, çekirdekten bile küçüktü, annem , kardeşim ve benden müteşekkildi. Babam senelerce uzaklarda çalıştı. Anneanneler, babaanneler vardı bize yakın oturan. Çekirdekten de küçük biz, öyle kendi kendimize kalmazdık, ki ölmeyelim. Komşular bize, biz komşulara. Üst kattaki Dilek’lere, ya da çocuklarının arkadaşım oduğuna kalpten inandırıldığım annemin arkadaşlarına... Misafir demek bereket demekti. Öyle öğrendik biz. O bereketi de neremize sığdıracağımız şaşırdık tabi hayat boyunca...

Bazı  “Kapılarını da çalan yok, yazık” türünden zavallı yalnız komşularımız vardı elbet. Ama biz onlara da giderdik tabi ki. Yapılması gerekeni ihmâl edemezdik: büyüklere saygı, küçüklere sevgi, en azından ergenliğe kadar da bu böyle sürdü. Ergenlikte ise, büyüklere saygıda sıkıysa kusur et, amma velâkin, küçüklere sevgiyi bıraktığımı ve  içerde çen çen lâk lâk çene çalmak için misafirlerin odama attıkları veletlere kötü davrandığımı da itiraf ediyorum...

Yalnızlıkla ilgili çok travmam var, ama ilki, benim için en büyüğüdür. Komşu kızı, o zamanlar kendi irademle sahip olduğum (şansım da yaver gitmişti, annem zaten rahmetli annesiyle arkadaştı) yegâne arkadaşım, en sevdiğim Fügen bana küsmüştü, “Beni artık unut, seninle ölene kadar konuşmayacağım, “demişti: tek anlamı olan o cümle.  “Ölene kadar yalnız kalacaktım”. Yalnız kalacağıma öleyim daha iyiydi. Neyse, intihara gerek kalmadan annemler araya girmiş, allem etmiş kallem etmiş, nuh deyip peygamber demeyen Fügen’i insafa getirmiş, bizi barıştırmışlardı. 

Annem haklıydı, yalnızlığın ölümden beter olduğunu bütün kemiklerimde, hücrelerimde hissettiğim andır o an...O hissi ben uzun süre kalbimin ipek bohçalarında saklarken, Fügen hatırlamadı bile hiç bir zaman. Yalnızlığı ilklerimde hissettiğim andır o an, yalnızlığın en azrail haliyle başladım hayata...

Programlanmıştım artık, asla yalnız kalmak yoktu bana. Annem gibi etrafımda hep kalabalıklarla yaşayacaktım, and içmişim gibi birşeydi bu. Ne kadar kalabalıktık, o kadar mutluyduk. Annem haklıydı. Yoksa kapımı kimse çalmaz, ben de yalnızlıktan ölürdüm. Hatta ölsem iyi, yapayalnız yaşar dururdum. 

Ergenliğim Cezayir’e denk geliyor. Yalnız kalmama kararımı zorlayan bir hayat bekliyordu beni. Kime alıştıysan iki senede bir ayrıl, okul değiştir, tam çevre yapmışken onlardan ayrıl, hooop, buyur yeni çevren...İnsan yalnız kalmamaya karar veriş olsun yeter ki, stratejiler geliştiriyor. Bir kere kimse somurtan insan sevmiyordu, gülmek iyiydi, yalnızlığın panzehiri. Ben sırıta sırıta onunla, bununla çarçabuk arkadaş olma becerisini geliştirmiştim bu sayede, allahtan fabrika ayarım da hızlı gülmeye ayarlı. Bir de hayır demeyeceksin her şeye. Sevmediğin şeyleri de yapıverdi nolacak, yalnız kalıp sürüneceğine...Sosyal böcek olmanın kitabını yazacak kıvama gelmiştim, annem mutlu, ben mutlu. Kolay kolay dışlanmayan bir yavru. Yalnızlığı aklıma dahi getirmeyebilirdim artık, yollarımız ayrılmıştı kendisiyle. 

Kardeşim Murat benim gibi değildi. O kapıyı kapatır, bizden uzaklaşırken, kendisine yakınlaşmanın yollarını ararmış meğer. Bense etrafımda bir ordu...Hep övündüğüm, sonrasında da kıçımın üstüne oturtturan bir dolu kalabalık etrafımda...

Senelerce uzak tutmayı başardım o illeti, yalnızlığı kendimden. Kerem’le evlenirken çok şaşırmıştım İstanbul’dan sadece dört arkadaşı nikaha geldiğinde. Annemle acımıştık kendisine: “Yazık, pek de az arkadaşı varmış, cık, cık, cık!”. O gün and içmiştim asla yalnız bırakmamaya garibimi. Ama bak, geldim buralara, iki senedir facebooktan aşure falan dilenir hale geldi. Kerem’in o aslan dörtlüsü, anmadan da geçmeyeyim şuraya kayda geçsin, sonra belki uzaylılar falan bulur bu yazıları, isimlerini anarlar:  Hamdi, Hande, Memo, Gülenbilge hep aslan dörtlü olarak yerlerini korudu hayatımızda. 

Benim kalabalığı hiç anmayayım. Nikâh şahidim de dahil olmak üzere çoğuyla ilişkilerimi katip seviyesinde dahi korumak istemedim...Kibarca özetledim olanları anlayacağınız...

...

Ve buraya kadar yazıp, sonrasını getiremediğim yazıma kaldığım yerden devam edeyim.

Orta yaşlarda yaşadığım arkadaş erozyonundan sonra büyüdüm ben. Benim gibi yalnızlıktan korkanlarla, kendinden kaçanlarla karşılaşa karşılaşa, dönüp kendime baka baka, yaşadıklarımdan aldığım derslerle geldim ellilerime. Korktuklarım başıma geldikten sonra, ölmediğimi görerek geldim.

Kalabalıklarım azalmaya başladı. İş güç derken etrafıma topladığım,  kendisiyle başbaşa kalmaya benim gibi ürken bir sürü tatlı kadınla tatmin hissi bir kahve içmelik görüşmelerim azaldı. Bunlardan tasarruf etmeye başlayınca, kendimi tercih ettiğimi farkedince azaldım, azaldıkça çoğaldığımı farkedince nefes almaya başladım, baktım ki insan en fazla kendisiyle eğleniyormuş. 

İşte tam da böyle bir anda hayat aldı beni, hooop, koydu buralara. Minik evim, kızım, ben başbaşa. En güvendiğim, en sevdiklerim, benimle birlikte büyümeyi tercih eden herkes yarım gün ötede. Allahtan tam da böyle bir zamanda geldim buraya...Zamanlama zaten her daim mükemmel şu evrende...O çok korktuğum yalnızlığım, beni benle tanıştırdı, sessizliklerim, boşluklarım, herkesten daha çok keyif aldığım gerçek benle dolmaya başladı. 

İnsanlarım azalınca, gerçek Elif’e, zaman kaldı. Annemin dediği gibi: İşim gücüm yok, abuk sabuk şeylerle uğraşıyorum artık...Sohbetlerim var uzun uzun yazarlarla, şairlerle, bestecilerle. Neyse burada detaya girmeyeyim de sevenlerimi ürkütmeyeyim...

Telefonum yarım saat çalmazsa, arızalandı mı acaba diye merak ederken, gün boyu çalmayabilen telefonum var artık benim, ve her çaldığında açmayabiliyorum. 

Ve benim gibileri uzaktan cımbızla ayıklar gibi ayıklayabiliyorum. Her “Ne çok seviliyorum! Ne çok arkadaşım var, çok şükür” durumu karşısında bir saygı duruşuna geçiyorum, ve o an kalbimden bir dua yolluyorum evrene...

Güzel hatırlıyorum eski öcüm yalnızlığı, şimdi arayı düzelttik, çok seviniyorum...


31 Ekim 2016 Pazartesi

ELBET GEÇECEK BU KIŞ




Bu gece burada Halloween... Eskiden sadece buradaydı, şimdi her yerde Halloween.

Derdim kolonizasyonla değil, mevzum başka.

Bu gece insanlık tarihinin en eski önemli gecelerinden biri. Kelt kültüründe yeni yıl ya da yeni yıl öncesi karanlık dönem olarak kutlanılan bu gün, aslında karanlık günlerin gelmesi ile alakalı idi. Hasatını yapanın karanlık günlerden korkmayacağını anlatan bir gündü. Germen kültüründe ise gelen soğuklarla ölüler arasında ilişki kurarak “Ölüler Günü” olarak anılıyordu. 

Bu tür günler dinlerin ötesinde tarım takvimine bağlı önemli günlerdir. İnsanlığın en eski kültürüdür. 


Annemler bunu seneler önce Beypazarı'nda kutlarlarmış, kapı kapı gezerlermiş onlar da. Ben bile hatırlıyorum rahmetli Hamdi Dayı'nın kış gecelerinde kılık kıyafet değiştirip bizi korkutmaya çalıştığını. Öyle şekerdi ki, korkmaz gülerdik...Tarihler aynı tarih, evrensel olan neyse, o her yerde, her kıtada aynı...Biz kendi hikayelerimizi neden anlattığımızı unutmadan önceydi bu günler.

Olayın özü şu: bir gün gelecek, karanlık olacak. Ama sen hazırlıklıysan, hasadını yaptıysan, kenara koyacaklarını koyduysan, önlemlerini aldıysan, doğayı anlayarak, sayarak yaşıyorsan, hayat sana güzel... Halloween koymaz adama...

Bu gece ülkemde kara bir gece. Bizim ossuruk göte arpa çöreğini bahane etmeye meraklı hükûmet, Cumhuriyet gazetesini basmış, vs, vs, hikaye hep aynı...Bitmedi hâlâ elimden bırakamadığım gerçeküstü kitap, dön dolaş aynı sayfayı okuyor gibiyim, bütün kitap o tek sayfalık saçmalıktan ibadet sanki, tek sayfaya hapsolmuşuz, ne ileri, ne geri, hikaye anlayana başından belli...

Tek dileğim, aile, okul, devlet üçgeninde paralize olmuş güzel ülkem de aydınlığa çıkacak, bir gün... Bu inancım hiç bitmeyecek. Derslerini alacak, açacak gözünü, kalbini, duyacak bütün sesleri... Tüm kalbimle inanıyorum...

Elbet geçecek kış...
Kutlu olsun Halloween tüm evrene...


20 Ekim 2016 Perşembe

KONUMUZ: CEHALET



Dikkatimi fazla çekti şu Sabahattin Ali’den ömür boyu nefret edecek olan olan spiker kadının hikayesi,  bu nedenle döndüm kendime baktım.

Ben sanat kibirinin neresindeyim dedim kendime.
Zira ben de kendisine epey güldüm. 

İlk benden başka kimsenin hatırlamadığı, sadece sulu fırçayla üstünden geçince renklenen saman kağıdından boyama kitaplarına ışınlandım. Hiç resim yaptım mı, hatırlamadım. Sanırım kendi kendime beş yaşımda okurken, pek aklıma gelmemiş öyle resim falan. ”Kendi kendime”. Bu kandırmacaya  hep güldüm sonradan. Annem tepemde, ben kendi kendime. Kendi kendine piyano çalmak isteyen, bale yapmak isteyen, şu okula, bu dersaneye, diğer üniversiteye kendi kendine gitmek isteyen, kendi kendine 12 yaşında avukat olmak isteyen kızlarda hep kendimi gördüm sonraları. Kendilerini o en acımasız terazi olan "kıyas"ın bir kefesine mahkum etmiş,  çocuklarının önüne hayatın kendilerinden esirgediklerini  yığan ana babalarda gördüm bu "kendi kendine"lerin yarattığı hüzünleri. Bir de gömme dolap kapaklarına tebeşirle karalamacalar geldi aklıma. Resimden bu kadardı ama müzik vardı hep evimizde, meşhur  türklü üçlü: sanat, halk, hafif.

İlkokul fabrikasında ise, "şansıma" çok iyi bir öğretmene özenle seçilip verildiğim için, gittiğim orta sınıf mahalle okulunda, iddialı bir sınıfın, iddialı öğrencisi olarak ne müzik, ne resim, ne beden dersim olmadı tabi ki. Halbuki benim neslim, henüz daha absürdleşmemiş, matah olmasa da, en azından “normal”= norm neyse, onlara uygun bir eğitim almaktaydı o zamanlar. Ben, bizim çocuklarımıza denk gelen manyaklığı yetmişlerde yaşadım. Sanat mı, o da ne? Bir kere dördüncü sınıfta öğretmenin yeğeni sınıfa gelmiş, bize “Orada Bir Köy Var Uzakta”yı öğretmişti, dün gibi aklımda o efsane gün. Bir tek piyeslerimiz falan olurdu, nefes aldıran, şarkılı, danslı, ama militer disiplin içersinde yapılan, ama asla hata kabul etmeyen, yanlış yaparsan cetveli kıçına yediğin, strese stres katan.

Kemalettin Tuğcu, Ömer Seyfettin’dir benim ilkokulan hatırladığım. Kütüphane koluydum bir de. Bir küçük dolap, içinde üç, beş kitap, anahtarı da bende. Kimsenin alıp okumadığı kitaplara bekçilik göreviydi bu, kolumda da kırmızı bant. Nazimtrak uygulamalarından biri ilköğretimimizin. "Okumayı sever, zaten kendi kendine de okumuştu" etiketimi pekiştiren bir kol türü. Tatillerde alınıp, özeti çıkarılan, sonrasında kimsenin işi düşmediği şeylerdi kitaplar. Verilen mesaj da şu: kitap alınır, okunur, özetlenir. Sonrasında bu kitap kulüpleri denen sosyalleşme ortamlarını oluşturan, okunanı Tek şekilde anlamaya yönlendiren olguya yol açan şey. Yazar ile okuyucunun arasına insan aklının girmesi. Bana uymadı bu tavır hiç. Zira benim için sanat da, edebiyat da hep sanatçı ile ulaştığı kalp arasında iki yönlü bir iletişim demek. Kalpten kalbe. Aklın devredışı kalabildiği bir "yer" orası.

Evet dağılmayalım, okumayı sevmeye başlamıştım, yalan değildi. Ben ve diğer okumayı sevenler o yıllarda yeşil kaplı Hayat Ansiklopedisi okurduk, başka yazarları oradan öğrenirdik. Ben ansiklopedinin en çok yazarları anlatan sayfalarını severdim, kimi sayfalarda hikayeler de olurdu. Bazen romanlardan alıntı da olurdu, ama öyküleri daha çok severdim, çünkü tamamı olurdu, başını, sonunu merak etmek zorunda kalmazdım. Sait Faik aşkım da o yıllardan kalmadır. Bize ne kitap alınırsa, ya da evde ne varsa onu okurduk biz. Sistem ne verirse, annemiz bize  ne alırsa. Ötesi varmış, bilmezdik bile. Allahtan Milliyet yayınları vardı o yıllarda, küçük kitaplar, gerçek hazineymiş meğer.

Sabahattin'in güzel şiiri Aldırma Gönül Aldırma da o yıllardan hatıra, yetmişli yılların anarşisinin en büyük sorumlularından biriydi o şarkı. Bırak dinlemeyi, benimki gibi ailelerin adını anmayı istemediği şeyler. Zaten Sabahattin Ali de belalı biriydi belli ki, neden hapse falan atsınlar yoksa? Nazım Hikmet, o zamanlar bugünkü Nazım Hikmet değildi rahmetli, kimi evlerde bir anarşistti. Ve vatana millete en büyük fenalık da, anarşist olmaktı.Yasaktı anarşist olmak. Bugünün fena, dünün güzel olduğunu sananlar bir daha düşünse keşke. Keşke dünü görmeyi, bilmeyi tercih etseydik biz akıllılar en azından da, ortamın hiç bir zaman harika olmadığını, sadece kapitalizmin ilk tılsımlarının büyüsüyle her şeyi ışıltılı gördüğümüzü farkedip, o uykuyu bu kadar sevmeseydik. Neyse. Olacakla öleceğe çare yok, anladık büyüyünce. 

Ortaokula başladığımda, TRT 3 ile dünyaya açıldığımı hatırlıyorum. Bir de mahalle dışında bir okuldaydım artık, bir sürü farklı sosyo ekomonik sınıftan çocukla birlikte. Annesi piyanist olan bile vardı. Piyanistler falan, kitaplardan çıkmış, hayata karışmıştı yani. Gülay Uğurata'nın kızı Yasemin arkadaşım olmuştu mesela. Nomaldi yani. Bazı akrabalarımın (evet, itiraf ediyorum, faşist akrabalarım olduğu gibi,  böyle "cahil" dediklerinizden de akrabalarım var, kimiyle hala görüştüğüm, kimiyle yollarımızın ayrıldığı)  "entel"(=bize özgü bir aşağılama sıfatı) diye dalga geçtiği kişiler de gayet normaldi yani, bizden bir farkları yoktu. Sadece başka şeyler dinliyor, çalıyor, okuyor falandılar. Başka başka müzikler, ezgiler, bambaşka notalar vardı o okulda, seslerim çoğalmaya başlamıştı.

Ben ilk resim dersini 11 yaşımda Cezayir’deki okulumda gördüm, bir resim atölyesi gördüm hayatımda, bir sürü malzeme gördüm, dinlemediğim müzikler eşliğinde resim dersleri yapılırmış gördüm, okuldan sonra istersen saatlerce kalabildiğim bir atölye ortamı, her yaptığımı önemseyen öğretmenler gördüm. "Ne yaparsan yap, sanat lazım sana, önemse" diyenler vardı etrafta. Ama yaptığım resimlerden sadece ödül aldıklarımı, yani başkalarının “bu iyidir” dediklerini getirmiş anneciğim geriye Türkiye’ye. Benim yaparken yaşadığım büyük aşkı bırakmışız diğer bıraktıklarımızla. Annem doğru bildiğini yapmış o zaman. Çağdaş olmanın yolunun margarin kullanmaktan geçtiğine inandırılmış bir kuşaktır onunkisi. Levi's kot ceket, Wrangler pantalonla başlayan süreçtir bu. Sonrakiler bu işin margarinle olmayacağını anlayıp, başka şeylere yöneldiler, bu çağdaşlığın günümüzde vardığı nokta jeepler ve güvenlikli sitelerdir.  Elâlemin onay verdiğini "değerler" , o yıllarda zerkedilmişti bir kere içime. Ve buraya not düşeceğim,: sanırım elâlem kadınların cehennemi en çok. 

Zira diğer tarafta, Cezayir'de yaşarken, daha ucuz diye Roma'dan gelip hem de  alışveriş yapılması gerek diye düşünen, "Ayol, her sene ne bu kadar para döküyorsun bu Paris'lere, Londra'lara" diye aile huzurumuzu bozmak isteyen, içimize nifak sokmaya ve her şeye karışmaya meraklı elâleme aldırmayıp, bizi her sene bambaşka ülkelerden aktarıp memlekete getiren babam rahmetlidir dünyamızın kapısını "başka" inceliklere aralayan. Müzeler, konserler, müzikaller. El becerisi büyüktü, resim, heykel yapardı, kıymet verirdi sanata. Biz küçüken hep uzaklardaydı, babam hayatıma biz Cezayir'e gidince girdi. Sabahattin Ali'yi pek tasvip etmezdi, zira kendince vatanseverdi. Hem vatan, hem de bazı insanlar babam için aynı anda sevilemezdi. Yılmaz Güney'i de sevmezdi, vatanın huzurunu kaçıranlardan biriydi o da. Bence gelişmiş bir ruh olan babam için yanlış olan şeyler, şu an benim doğrularım. Babam rahmetli, doğrularından, yanlışlarından ayıklasam, ben bugün ben olur muydum acaba?

Çoğumuz o çirkin, alt yarısı pırıl pırıl yağlı, üstü kireç çirkin kışlamtrak binalarda okuduk, hangi estetik duygumuz  gelişsin o süreçte. Az gelişmiş ülke ezikliği içersinde, bolca doktor, mühendis, avukat yetiştirmeye odaklı, çok bilinmeyenli, asla çözülemeyen, çözülmek istenmeyen denklemdir yıllardır eğitim sistemimiz. İmam Hatip’e isyan ediyoruz, ne fayda, eski hali matah mıydı sanki okulların, test sistemli, saçma hedefli, ezberci eğitim sistemimizin? Her şeyden önce marşlarla büyüdük biz okullarda, halk ezgileriyle değil, hangi kulak, hangi kalp gelişsin, sorarım sizlere, diyorum ama bir yandan da bu "sanatla eğitilen güzeldir, hoştur" klişesini sorguluyorum : Hitler gaz odalarında insanlara kıyarken, Beethoven çalarmış. Yani Sabahattin Ali okuyanların, kitabını bilenlerin hepsi mi örnek insan sanki? Örnek insan var mı ki zaten? Bir sadece kendimiz olmayı dilesek keşke. Günahımızla, sevabımızla. Cehaletlerimizle, salt kendimiz için donandıklarımızla.

Yani üstünde düşününce, mevzu insan ruhunun zenginliği nedeniyle içinden çıkılmaz hal alıyor. İyi nedir, kötü nedir, nerede başlar, nerede sonlanır sorgulanmaya başladığında vardığım yer şu: ne iyi, ne kötü, ne doğru, ne yanlış var ortada. Sadece "olan" var. Ceryan etmekte olan...

Memlekete dönecek olursak, kapitalizmin kırbaçlamasıyla "en iyi"nin, "en kaliteli"nin, "en özel"in esirgenmedi çocuklarımızın, esasen o televizyondaki kadının tarzının hızla çoğaldığı bir Türkiye'ye hazırlandığını, ve hatta o  dökülen servetlerle bugünün Türkiye'sinin hazırladıklarını görmek istemedik sanırım. Daha çok para istedi herkes, daha fazla almak için, hep "en iyi"sine sahip olmak için. En iyi var mı ki, diye sorgulanmadan. Benim "cahil" denilen akrabalarım gibileri çoğalırken, herkes çağdaşlaşmayı kapitalizmin tüketim şekillerinde aramakla meşgul olduğu  için, görmemeye direndiğimizi şimdi gözümüze sokuyor o  kilitlenilen ekranlar. Olmamız gerekeni, yapmamız gerekeni, bilmemiz gerekeni bize anlatan ekranlar.

Ben sadece kendime bakarken bile bir zamanlar gerçek sandıklarımın karmaşıklığı karşısında bocalıyorum. Hiç bir şey ne beyaz, ne siyah. Arada binlerce ton var.  O kadın ve diğerleri, onun içinden geçtikleri, bizim verdiğimiz tepkiyi hazırlayan süreç ve esasen şu an içinde olduğumuz süreç. Hepsi bizim vatanımızın gerçeği. "Bizim" saymadığımız gerçekler. "Ötekiler" dediklerimizin.

Aslında bütünün tam da gereken parçası.

Bütün olduğumuzu idrak edemezsek, paramparça olmak cabası.

NOT: Sabahattin Ali severim, yıllardır televizyon seyretmiyorum, ama senelerce dizi seyrettim, hala da  Kıvanç Tatlıtuğ hastasıyım. Kendimi çok kültürlü sanırdım, cehaletimle yeni yeni tanışıyorum.


15 Ekim 2016 Cumartesi

ZIPLAYAN SOMONLAR, VE UNUTTURULAN MASALLAR



vidyo benden...zıplayan somon vidyosu, blogda da dursun şöyle bir köşede
müzik: Evgeny Grinko, Vals


Buranın bir suyu, bir havası güzel...

Kerem’in geyiğidir bu, herkes köyü için der ya... Herkese kendi köyü güzel...

“Bir havası, bir de suyu var ki, sorma!”

Buranın suları bana üç senedir ilaç. Gölleri, nehirleri... Geçen sene bir arkadaşım götürmüştü göçen somonları görmeye, Mississauga taraflarına. Zıplayan somonların hikayesini orada öğrenmiştim. Bu balıklar, doğdukları yere yumurtlamaya geri dönüyorlar. Yol o denli uzun ve zorlu ki, sadece yumurtlamaya enerjileri kalıyor ve çoğaldıktan sonra sizlere ömür hepsi...Hayatları bir ileri, bir geri sizin anlayacağınız, bir seferlik gidiş-dönüşten ibaret bir yol...

Bu hikaye çoğumuza üzücü geliyor . Ölüm bize korkunç bir son diye yutturulmuş da ondan üzücü geliyor....Binlerce senelik masalları çoktan terkettiğimiz, dönüp yüzüne dahi bakmadığımız için korkunç geliyor çoğumuza...Tek tanrılı dinlerin egolara kurban edilmiş hallerinin uzantısının kapısını açtığı ,bitmez tükenmez yarışlar, savaşlar, mücadeleler ile beslenen, hayatı bir filozof gibi yaşamayı alçaltan  kapitalist sistemin öcülerinden biri ölüm.

Günahlarla korkutmuşlar insanları önce...Ölünce cehenneme gitmekle tehdit var o kitapların en sığ anlamlarına kananlar için. Oysa o kitaplardan çok öncelerinde anlatılmaya başlayan hikayelerde, mitlerde, ölüm bir son değil. Her ölen, başka şeye doğuyor destanlarda. Bu nordik mitolojide de böyle, kızılderilisinde de böyle, uzaklara doğuya gidince de böyle, afrikanın balta girmemiş ormanlarındaki hikayelerde de böyle. Hatta, ölüm metaforu, yeniden doğabilmek için gerekli bir şey. 

Şimdi bu kadar farklı coğrafyada yaşayan, ve iphonu, kablosuz interneti olmayan o toplumların nasıl oluyor da  hikayeleri benzeşiyor? İnanılmaz değil de ne? Herkesin hikayeleri aynı o zamanlar, tek kaynağı doğa olan toplumlar bunlar. Ayı aynı, güneşi aynı, havası, suyu aynı . Tepsi gibi, ya da değil, tek bir dünyayı paylaştığının idrakında, bizim bugünümüzün paralı, pullu, emniyetli, ilimli, bilimli “gelişmişliği” ile ilkel diye nitelendirdiğimiz topluluklar. Masalları aynı olan insanlar bunlar...

Anksiyeteden, panik ataktan, hastalıklardan, mikroplardan muzdarip gelişmiş toplumumuz neden Tayyip gibi, Trump gibilerini  başlarına layık görüyor,  şaşırmamıza şaşırıyorum ben de...Korka korka gelmişiz bu hallere. Hikayelerin değişmesine göz yummuşuz senelerce. Yaşlanmaktan, hastalanmaktan, ölmekten o kadar korkar olmuşuz ki, her sonun yeniliklere gebe olduğunu, her şeyin değişip, sürekli dönüştüğünü, bir kış, bir bahar olduğunu,  her şeyin sırası olduğunu, geçici olduğunu unutmuşuz.

Salt doğrunun, adilin, iyinin peşinde koşar olmuşuz.  O kutsal kitapların sığ anlamlarıyla girmiş hayatımıza kötülerle, iyiler arasındaki net ayrım. Cennete iyiler, cehenneme kötüler, hadi yallah! Oysa o binlerce yıllık masalları hala anlatıyor olsaymışız, kötüyle iyinin ne kadar içiçe olduğunu unutmaz, kahramanların sadece iyiyi, doğruyu, adili arayanlar değil de, bu düaliteleri bünyesinde dengeleyebilen, her koşulda sadece ve sadece  gerekeni, üzerine düşeni  yapanlar olduğunu öğretebilirmişiz çocuklarımıza. O ulaşılamayan "mükemmeller" mahvetmedi mi hepimizi? Ondan değil midir herkesin görünür yerlerde mükemmel olma telaşının sebebi? Herkesin duyarlıyım, herkesin vicdanlıyım, herkesin iyiyim ben , iyiyim, gencim, güzelim, gelişmişim, akıllıyım, hatta bu aralar bir de ermişim, diye bağrışması...Sonra unuttuğu kendini kuytularda araması...

Şimdinin  karşısında kendisi gibi olmayanı rahatça ve hunharca “kötü”, ya da "az gelişmiş", ya da "cahil" ilan edebilen, hurraa saldır moduna rahatça geçebilen toplumlarda dengede kalabilmeye çalışan bireyler yerine, hayatın anlamını nesillerden nesillere aktarabilen topluluklar olabilirdik belki de. Doğanın bize anlattığı hikayeleri aktarmayı tercih etseydik yavrularımıza keşke...Oysa, gelecek nesillere aktarılacak miraslarla, yatırım niyetine alınan o başa geldi gelecek Trump'lardan, Ağaoğlu'ndan takdir ederek aldığımız güvenlikli, bizi koruyacak akıllı evlerle barklarla, biriktirdiğimiz mallarla mülklerle, sadece alındığı anda mutlu eden, hemen yenisi çıktığında kenara attığımız oyuncaklarla oyalanıp durmuşuz. Ekranlar önünde, tek elden çıkma, sistemin "bu iyi", "şu kötü" diye belirlediği, şâşâlı ödüllerle süslenmiş hikayelere kilitlenmiş kalbimiz, nehirleri, balıkları, doğayı unutmuşuz... Hep mutlu olmayı, mutlu etmeyi hedeflerken, seminer, seminer koşup , bilgiyle doldurduğumuz aklımızın dümen suyunun esaretinde akacağız diye bir hal olmuşuz.

Zıplayan somonlara giderseniz, üzülmeyin sakın. Tek hikayeleri var tüm somonların...Ve hepsi hikayeye hakim bence...

14 Ekim 2016 Cuma

BAZEN






bazen neşen gider
kalkar aşure yaparsın
ya da helva
kahve de olur

iki çiçek sularsın

olmadı
kaçarsın

kendinin deliklerine

5 Ekim 2016 Çarşamba

YAKIŞSA DA, YAKIŞMASA DA...



Bana yakıştıramamışlar elimdeki sigarayı...Beni seven bir kaç kişi...

“Sana hiç yakıştıramadık”

Oldu. Peki.

Yakıştırdığınız şeyleri yaptım elli sene, de ne oldu?

Olanı diyeyim size: kendim neydim unuttum.

Bana yakışan şeyleri ben sandım. Sıfatlar karıştı birbirine.

Akıllı elif  almış tüm saçmalıklarımı elimden. Aptalları dizdi karşıma, kudurdum...Geri dönüp baktığımda ne aptal gördüklerim bana en büyük öğretmen olmuş, sustum oturdum.

Mükemmel elif almış hata yapma hakkımı benden.   En basit hatada kendimi yerden yere vurdum. Cesaretimi köreltmiş, neredeyse adım atamaz olmuşum.

Yardımsever elif almış beni elimden. Benden bir şey talep etmeyen başkaları için kendimce çırpınıp durmuşum. Derman oluyorum sanırken, nice kalpleri soğutmuşum. Kaçtıkça başkalarına, kendimden yorulmuşum.

Adil elif şaşırtmış terazimi, kabullenmeyi unutmuşum.  Hak vardır sanıp ararken bir de baktım ki, en büyük haksızlığım kendimeymiş, yargıçlarımı suçlayıp, mahkemelerimde boğulmuşum.

İyi kalpli elif almış tüm kötü de olabilmenin lüksünü  benden, gündüz içime sakladıklarımı, gece rüyalarda kusmuşum.

Sanatçı elif  almış tevâzumu benden. İnsan ayırmam derken, insan ruhunun etiketlenmiş haline itibar eder olmuşum. Bu dünyaya her kalbin güzellik sunduğunu neredeyse unutmuşum. En büyük kibirlerin, en zarif paketlerde saklandığını farkedince  durulmuşum.

Bana yakıştıramadıklarıyla sevdiklerimin karşısındayım.

Makyajsız, maskesiz, yargıladıklarımızla sınandığımızın ziyadesiyle farkında, kime ne yakışmış ne  yakışmamış diye düşünmeden iyisiyle, kötüsüyle, kendini ve tüm dünyayı olduğu gibi kabullenmeye niyetli ben...


Günahıyla sevabıyla insanoğluyuz bir müddet ne de olsa...

Yakışana da, yakışmayana da olay bundan ibaret... 

23 Eylül 2016 Cuma

100. YAZI ŞEREFİNE




100 yazı olmuş...

Bir tür kutlama yapayım dedim kendi kendime...

Kendimle geçirdiğim bir akşamdan bu fotoğraflar...100. yazı şerefine...

Tatlı bloğum benim, en sevdiğim oyuncağım...İyi ki başladım sana yazmaya...Başkalarına yazdığım e-postala şimdi kimbilir hangi dehlizinde sanal çöplüğün...Kalplere yazmıştım halbuki çoğunu, sevdiklerime, arkadaşlarıma. Geri dönüp bakarlar mı ki acep, bazen... 

Bir ara kendime grup yapmıştım gmailde. En kıymetlilerimi seçmiştim, sağda solda gördüğüm çoğu kişisel gelişime dair şeyleri yorumlar yazardım. Epey de sürmüştü bu çabam... Kendim gelişiyorum ya, aman ha, sevdiklerim geride kalmasın, neme lazım. Arada bir de fırçalardım onları: 

"Ulen ben sizin için çalışıyorum, insan iki satır 'aslan elif, sen bizim her şeyimizsin,' falan yazar, olmadı iki emoji yollar..."

Sessiz sedasız okurlar mıydı onu bile bilmem. Birkaçı okurdu, ama adres listesinde öyle çok isim vardı ki...Yonca Topbaş bile vardı...Şu gazeteci olan. Şimdi çok şirin görünüyor. 
Hepsi sanal çöplükte...

Oysa şimdi bloğum var, hepsi şimdilik kayıt altında.

Yaza yaza büyüyorum ben...Baka baka sulara...

Çok yaşa sen bloğum... Çok yaşa... 



ELORA DİYE BİR YER




Elora diye bir yer varmış...Tam da burada...Bu heykel de meydanından. Heykelin ismi güzel:  "A Question of Who is in Charge"... "Dümen kimde, işte mesele bu" demek. Heykeltraş Scott McNichol. 

Dümen kimde? Üstüne yazılası bir başlık...Başka yazıya inşallah. Bu durakta inmeyip, Elora'ya ve Arzu'ya doğru ilerliyorum.



Arzu götürdü beni Elora'ya. Arzu, yeni arkadaşlarımdan. Son dönemde hayatıma giren, bünyeme iyi gelenlerden biri. Project North aktivitesinde tanışmıştık. “Ben reiki yapıyorum,” demişti bana o gün.

Ne! Reiki mi?

“Bana şu enerji işlerinden anlayan birini yolla ey evren!” demekteydim o aralar.

“Ama nolur, mevzuyu abartmayan türünden yolla,” diye de eklemiştim. Evren de bana paketlemiş yolladı:

“Ahanda buyur, elimizde bir tane hazır var.” Buyurun, tanıştırayım. Bu da portre denemelerine  kurban ettiğim milyonlardan biri Arzu:





Ben o paketin bu kadar bana uygun hazırlandığını zamanla anlıyorum. Birbirimizi epey bir facebooktan takip ettikten sonra, aynı anda görüşmek istedik, görüşünce doymak bilmedik, ve görüşmeyi de şehir farkına rağmen ihmal etmedik.  Arzu üstlerde dingin, süssüz püssüz, sessiz sakin. Dibiyse görünmüyor, bana göre epey bir derin.

Arzu bir “ hospice”de gönüllü çalışıyor. Hospice demek bir tür bakım evi demek, iyileşme umudu olmayan, hatta tabiri caizse, ölümü bekleyen hastalarla işi. Arada bir Amerika’da bir inziva yerine gidip şarj oluyormuş. Kulağa tuhaf geldiğini biliyorum: “ölümü bekleyen”. Sanki bizim başımıza gelmeyecekmiş gibi... Beklemiyoruz ya...Seviyor işini, tesadüfen farkedilmiş hastalara iyi geldiği, o gün bugündür bakımevi onu, o bakımevini bırakmamış.

Neyse, Arzu beş senedir kocası ve oğluyla Guelph’de yaşıyor. Guelph buranın şirin, küçük, medeni şehirlerinden. Bal dök yala, o kadar da temiz...Yabancısı azmış Guelph’in, İngiliz göçmenlerinin yerleştiği yerlerden. Üniversitesi de var bir tane, genç doluydu otobüs. Greyhound’la gittim, Bir buçuk saat uzaklıkta Toronto’ya. Önce bana kıyak bir reiki seansının ardından kahvaltı, kahve üstü çene derken, evden çıkabildik.

Elora bir minik sanat kasabası. Elora ve Fergus yanyana iki minik kasaba, biri nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor anlamıyorsunuz. Ve Elora Gorge, outdoor aktiviteleriyle ünlü Grand River vadisinde bir boğaz. 

Her bir ayrıntısı oyuncak gibi tasarlanmış kasabalardan. Özenli, temiz, sanki herkes evcilik oyunundaymış gibi atmosferi. Kanada'nın çoğu küçük şehrinde olduğu gibi, hâlâ globalleşmemiş. Bu nedenle her yer film seti gibi.  Alıştığımız tabela , billboard, reklam anarşisi olmayınca, mekanlar insana daha bir "insanî" geliyor. O heryerde karşımıza çıkan nesneler yerine, detaylarında yok olmak istediğiniz mekânlar çıkıyor karşınıza. İnsana sokakta selam verip iltifat eden insanlar kendini turist gibi hissetirmediğinden, kasabanın parçası gibi takılınabiliyor...Yeşil şalvarım hep iltifat alıyor, bu nedenle hiç çıkarmıyorum üstümden.





Biz, o güzel dükkanlarda kaybolmayı başa sefere bırakıp, ilk bulduğumuz birahaneye çöreklendik. Elora Brewing Company. http://elorabrewingcompany.ca/ 

Seyahat bloggerı olmadığım için, size sadece linki veriyorum, yediklerimiz ve içerinin ışığı çok güzeldi diye sadece haber veriyorum.



Sonrasında ise karşımıza birden Tim Murton çıktı  çok matrak bir açıkhava sergisi. Biz gündüz gözüyle gördük, ama esas gece görmek lazımmış. 

Tim Elora'lı bir sanatçı, ressam, heykeltraş. 18 yıllık sanat yönetmeni, 1996'da Halloween için kağıt ve telden canavarlar yapmaya başlamış, ve her sene yenilerini eklediği eserleri kocaman bir hayvanat bahçesine dönüşmüş, ve her sene Halloeen öncesi bu aylarda Twilight Zoo (Alacakaranlık Hayvanatbahçesi) adıyla Elora Sanat Merkezinde sergileniyormuş. Size gece görüntüsünün ne muhteşem olduğunu görün diye linki de ekledim, hizmette sınır tanımıyorum bakınız: http://timmurton.com/the-twilight-zoo/








Fotoğraf makinamı arabada bıraktığımdan, telefonla çektim bunları, çok matrak bir sergiydi, ama gece görmek lazımmış diye tekrar ediyorum, gece fotoğrafları yukarıdaki linkte...Gece gidecekler haber verirse, onlara takılırım, sevinirim de...

Elora adlı bir yer varmış sahiden görmeye değer...

Bir de  Ayşe Egesoy vardı...Hatırlayanlar elime mum diksin...Nereden mi çıktı? Selfiden çıktı abi ki. Kadının programları öyle bir  buğular içindeydi ki, her seferinde "Amanın, lenslerime bir şey oldu," diye paniklerdim...İşte bu akıllı telefonlar şimdi selfi moduydayken, adına güzellik filtresi denen, hatta güzelliğin dozunu  ayarlanabilen  bir filtreyle filtreliyor insanı, buğular içinde, kırşıkları hooop diye siliveren deli bir filtre...Güzellik anlayışını şekillendiren bu "akıllı" dünyamızın yeni akıl dolu icatlarından...

Bu şekilde çekilmiş, absürdlüğünün ziyadesiyle farkında, adeta bebek poposu yumuşaklığında suretlerimizi de  Elora Hatırası olarak koymak istedim bu kısa gezimin sonuna...