Özlemeyi yazmışım buralara gelmeden önce. Gitmelerin tedirginliğiyle başetmek için yazmışımdır, neden yazarım ki ben zaten... O beni sağa sola çekiştirip duran aklımla başetmeye, içimde koşup duran kelimelere, “Sen şuraya, sen de buraya, eee, sen de çekil bakayım aradan,” diyerek ferahlamanın yolu...
Yalnızlığımla barıştığım yer.
Yalnızlığı yatırıyorum bugün masaya.
Öyle bir evde büyüdüm ki, yalnızlık demek ölüm demekti. Abarttım sandınız di mi, ama az bekleyin, anlatacağım az sabır...
Aile çekirdek bile değildi, çekirdekten bile küçüktü, annem , kardeşim ve benden müteşekkildi. Babam senelerce uzaklarda çalıştı. Anneanneler, babaanneler vardı bize yakın oturan. Çekirdekten de küçük biz, öyle kendi kendimize kalmazdık, ki ölmeyelim. Komşular bize, biz komşulara. Üst kattaki Dilek’lere, ya da çocuklarının arkadaşım oduğuna kalpten inandırıldığım annemin arkadaşlarına... Misafir demek bereket demekti. Öyle öğrendik biz. O bereketi de neremize sığdıracağımız şaşırdık tabi hayat boyunca...
Bazı “Kapılarını da çalan yok, yazık” türünden zavallı yalnız komşularımız vardı elbet. Ama biz onlara da giderdik tabi ki. Yapılması gerekeni ihmâl edemezdik: büyüklere saygı, küçüklere sevgi, en azından ergenliğe kadar da bu böyle sürdü. Ergenlikte ise, büyüklere saygıda sıkıysa kusur et, amma velâkin, küçüklere sevgiyi bıraktığımı ve içerde çen çen lâk lâk çene çalmak için misafirlerin odama attıkları veletlere kötü davrandığımı da itiraf ediyorum...
Yalnızlıkla ilgili çok travmam var, ama ilki, benim için en büyüğüdür. Komşu kızı, o zamanlar kendi irademle sahip olduğum (şansım da yaver gitmişti, annem zaten rahmetli annesiyle arkadaştı) yegâne arkadaşım, en sevdiğim Fügen bana küsmüştü, “Beni artık unut, seninle ölene kadar konuşmayacağım, “demişti: tek anlamı olan o cümle. “Ölene kadar yalnız kalacaktım”. Yalnız kalacağıma öleyim daha iyiydi. Neyse, intihara gerek kalmadan annemler araya girmiş, allem etmiş kallem etmiş, nuh deyip peygamber demeyen Fügen’i insafa getirmiş, bizi barıştırmışlardı.
Annem haklıydı, yalnızlığın ölümden beter olduğunu bütün kemiklerimde, hücrelerimde hissettiğim andır o an...O hissi ben uzun süre kalbimin ipek bohçalarında saklarken, Fügen hatırlamadı bile hiç bir zaman. Yalnızlığı ilklerimde hissettiğim andır o an, yalnızlığın en azrail haliyle başladım hayata...
Programlanmıştım artık, asla yalnız kalmak yoktu bana. Annem gibi etrafımda hep kalabalıklarla yaşayacaktım, and içmişim gibi birşeydi bu. Ne kadar kalabalıktık, o kadar mutluyduk. Annem haklıydı. Yoksa kapımı kimse çalmaz, ben de yalnızlıktan ölürdüm. Hatta ölsem iyi, yapayalnız yaşar dururdum.
Ergenliğim Cezayir’e denk geliyor. Yalnız kalmama kararımı zorlayan bir hayat bekliyordu beni. Kime alıştıysan iki senede bir ayrıl, okul değiştir, tam çevre yapmışken onlardan ayrıl, hooop, buyur yeni çevren...İnsan yalnız kalmamaya karar veriş olsun yeter ki, stratejiler geliştiriyor. Bir kere kimse somurtan insan sevmiyordu, gülmek iyiydi, yalnızlığın panzehiri. Ben sırıta sırıta onunla, bununla çarçabuk arkadaş olma becerisini geliştirmiştim bu sayede, allahtan fabrika ayarım da hızlı gülmeye ayarlı. Bir de hayır demeyeceksin her şeye. Sevmediğin şeyleri de yapıverdi nolacak, yalnız kalıp sürüneceğine...Sosyal böcek olmanın kitabını yazacak kıvama gelmiştim, annem mutlu, ben mutlu. Kolay kolay dışlanmayan bir yavru. Yalnızlığı aklıma dahi getirmeyebilirdim artık, yollarımız ayrılmıştı kendisiyle.
Kardeşim Murat benim gibi değildi. O kapıyı kapatır, bizden uzaklaşırken, kendisine yakınlaşmanın yollarını ararmış meğer. Bense etrafımda bir ordu...Hep övündüğüm, sonrasında da kıçımın üstüne oturtturan bir dolu kalabalık etrafımda...
Senelerce uzak tutmayı başardım o illeti, yalnızlığı kendimden. Kerem’le evlenirken çok şaşırmıştım İstanbul’dan sadece dört arkadaşı nikaha geldiğinde. Annemle acımıştık kendisine: “Yazık, pek de az arkadaşı varmış, cık, cık, cık!”. O gün and içmiştim asla yalnız bırakmamaya garibimi. Ama bak, geldim buralara, iki senedir facebooktan aşure falan dilenir hale geldi. Kerem’in o aslan dörtlüsü, anmadan da geçmeyeyim şuraya kayda geçsin, sonra belki uzaylılar falan bulur bu yazıları, isimlerini anarlar: Hamdi, Hande, Memo, Gülenbilge hep aslan dörtlü olarak yerlerini korudu hayatımızda.
Benim kalabalığı hiç anmayayım. Nikâh şahidim de dahil olmak üzere çoğuyla ilişkilerimi katip seviyesinde dahi korumak istemedim...Kibarca özetledim olanları anlayacağınız...
...
Ve buraya kadar yazıp, sonrasını getiremediğim yazıma
kaldığım yerden devam edeyim.
Orta yaşlarda yaşadığım arkadaş erozyonundan sonra büyüdüm
ben. Benim gibi yalnızlıktan korkanlarla, kendinden kaçanlarla karşılaşa
karşılaşa, dönüp kendime baka baka, yaşadıklarımdan aldığım
derslerle geldim ellilerime. Korktuklarım başıma geldikten sonra, ölmediğimi
görerek geldim.
Kalabalıklarım azalmaya başladı. İş güç derken etrafıma
topladığım, kendisiyle başbaşa kalmaya
benim gibi ürken bir sürü tatlı kadınla tatmin hissi bir kahve içmelik görüşmelerim
azaldı. Bunlardan tasarruf etmeye başlayınca, kendimi tercih ettiğimi
farkedince azaldım, azaldıkça çoğaldığımı farkedince nefes almaya başladım, baktım ki insan en fazla kendisiyle eğleniyormuş.
İnsanlarım azalınca, gerçek Elif’e, zaman kaldı. Annemin dediği gibi: İşim
gücüm yok, abuk sabuk şeylerle uğraşıyorum artık...Sohbetlerim var uzun uzun yazarlarla, şairlerle, bestecilerle. Neyse burada detaya girmeyeyim de sevenlerimi ürkütmeyeyim...
Telefonum yarım saat çalmazsa, arızalandı mı acaba diye
merak ederken, gün boyu çalmayabilen telefonum var artık benim, ve her
çaldığında açmayabiliyorum.
Ve benim gibileri uzaktan cımbızla ayıklar gibi
ayıklayabiliyorum. Her “Ne çok seviliyorum! Ne çok arkadaşım var, çok şükür” durumu
karşısında bir saygı duruşuna geçiyorum, ve o an kalbimden bir dua yolluyorum evrene...
Güzel hatırlıyorum eski öcüm yalnızlığı, şimdi arayı düzelttik, çok seviniyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder