31 Mart 2017 Cuma

GÖRÜNMEK Mİ, GÖRÜNMEMEK Mİ? MESELE BÜYÜK



Görünmek mi, görünmemek mi? İşte meselemiz tam da bu... Bütün dünyanın ezeli meselesinin seçenekleri  günümüzde teke indi:

Ya görüneceksin, ya da görüneceksin...Başka seçenek kalmadı. Görünmez olmak fazladan gayret gerektiriyor. Zaten hâl böyleyken görünmemeye çalışmak da bana "bir şey gibi görünmek"le bir geliyor. İnsanda sakladığı çok şey var intibası bırakıyor.

Görüneceğiz, allahın emri de, ne şekilde görüneceğiz, bir tek derdimiz o kaldı...

Bakınız fotoğraftaki güzel kız muhtemelen çağdaş - müslüman görünmek ister. Dekor onu gösteriyor çünkü.

Ama üstüne gerçeküstü bir de hamburger modeli  duran osmanlı kayığının şatafatının, tuğralarının, varaklarının, osmanlıca kelimelerinin önünde, pembiş başörtüsü, pembiş ayfonu, son moda gözlükleriyle karman çorman görünmek iser mi bilmem, ama bana sadece eklektik görünür diyeyim, karman çormandan daha hoş geliyor kulağa.

Tam neye niyet, neye kısmet durumu.

Bu kızın durumunda, anlatmak istediğim şey çok net, bu nedenle kendisi örnek teşkil etti.

Hepimiz imaj yaratma gayretindeyiz.

Sanatçı görünmek isteyenler, habire sergilerde, konserlerde ayfonla.

Kültürlü görünmek isteyenler, hep kültür aktivitelerinde ayfonla.

Akıllı görünmek isteyenler genelde ilmî makalelere gömülmüş hissi yaratan paylaşımlarda.

Spritüel görünmek isteyenler, ohm ohm, ya hu, ya hu,  o inziva senin, bu benim, haberimiz oluyor çok şükür.

Sağlıklı görünmek isteyenler, koşarken, kaçarken, bunları ayfonlarken, adım sayarken falan görünmekte.

Gurme görünenler hep ziyafette allama şükür, ayfonlarıyla.

Her şeye ağlamaktan helâk olmuş çok duyarlılarla, insanlardan nefret eder gibi duran hayvanseverler de bunlara dahil.

Mutlu aileler, mutlu karılar, mükemmel kocalar, özverili analar, babalar da cabası.

Çeşit çeşit imajlar salınmakta etrafta. Hepsi ayfonlarıyla, samsunglarıyla belgelenen imajlar. 

İğneyi, çuvaldızı kendime de saplıyorum, hemen sinirlemesin okuyup da alınanlar. 

Çok görünmek isteyen biriydim ben de. İş kadını görünmeyi seçtim bir ara, bazen de sanatçı, her zaman kültürlü, eh bir ara spritüel, hep akıllı. İyi anne bir de tabi ki, olmazsa olmaz. Hep mutlu aile. Hep başarılı. Ve bir sürü hatırlayamayacağım hâllerde. Hâlâ da görünmemek bana göre değil. Bunlardan biri hortluyor, öne çıkıp diğerlerini ezmeye çalışıyor ara ara. Özellikle görünmek istemediğim yanlarımı: mesela korkaklıklarımı, ya da suflî yanlarımı.. En çok da salaklıklarımı. Tekrarlamaya bayıldığım hatalarımı, iflah olmaz her boka maydonozluklarımı. Bütün karanlık yanlarımı. Farkedince bir duruyorum. Bakıyorum, olduğum gibi görünebiliyor muyum diye. Bir de dönüp şefkat dilenen zayıflığıma bakıyorum hemen...

Bu nedenle kim imajlarına çok itibar ediyorsa, cımbızla çekiyorum ardında yatanları. Gidip sarılmak, başını okşamak geliyor içimden: “Boşver,” demek geliyor içimden. “Ol, arada bir de kendin ol. Yorma bu kadar kendini. Ayfonun kamerasını al kendinden. Bırak da, ye yemeğini. Bırak da, seyret konserini. Bırak da bak gözlerine arkadaşlarının: bak ki, gerçekten senlerle mi onu gör. Bırak da gör, sen kimlerlesin. Neresindesin hayatının. Neresindesin odaklarının.”

Görünmemek günümüzde neredeyse imkansız. Ama görünürken “eklektik”, yani karman çorman olmamak mümkün. O da sadece kendini fazla kadırmamaya çalışıyorsan.

Ayfonlar gerçekten akıllı. Ekrandan gözünü alamazsan, insanın aklını alıyor. Ama o da insan icadı neticede; ekrandan gözünü alabilirsen, aklın da sana kalıyor...





29 Mart 2017 Çarşamba

SAKLAMBAÇ


fotoğraf, Serdar Yılgören'in karesi, Unionville'de güzel bir günden hatıra. Teşekkürler Serdar.


Beni gören var, göremeyen var.

Saklandıklarım var, seve seve kendimi açtıklarım var.

Kendimi senelerce açıp, sonra pişman olduklarım var.

Kendimi açmadığımı sandığım halde, beni benden iyi görebilenler var.

Senelerdir açıldığıma şükrettiklerim var.

Beni farketmeden yanımdan geçenler var.

Saklansam da, "gel, gel, yeter saklandığın"deyip, el uzatan var.

Uzatılan eli tutmak istediklerim var; görmezden gelmeyi tercih ettiklerim var. 

Kibarlıklarım var. Domuzluklarım da var.

"Bak saklandım, gel bul beni" diye kıvrandığım halde benden yana bakmayanlar var. Buna da sızlanmaya hakkım var.

Davranışlarımı kimselere aldırmadan etrafımdakilere göre çeşitlendirme özgürlüğüm var.

Dilersem çıkma, dilersem saklanma seçeneğim her zaman var.

Allamaşükür 😊

Böyle yazmayı, böyle düşünmeyi örnek aldığım Dr. Özge Mergen var, Instagram arkadaşım kendisi...Onu da anayım hemen...Kendisine sevgiler.

26 Mart 2017 Pazar

TORONTO'YA GİDEN BİRİNDEN GİTMEK VE KALMAK ÜZERİNE SON NOKTAYI KOYAN YAZI



Yaz Elif, yaz...

Konuşacağına , yaz...

Yakaladığına anlatacağına, havalara yaz, isteyen okusun...

Bir, iki derken üçüncü seneme giriyorum Toronto’da. Yeni geldim memleketten. Çok karışık gitmiştim, az duruldum geldim.

Bir tür göçmeniz işte. Kaçanı, göçeni, gideni çok olan ülkelerden biri olduk. Buraya ilk geldiğimde yazmıştım bir “gelme” yazısı. Üstünden çok zaman, çok şey, çok his, çok insan geçti. Bu senenin hisleri de köşede dursun, Elifcik dedim... Yaz, dursun.

Olaylar geçici, hissedilenler değişken, ama yazılanlar kalıcı. Şu an geldiğim zaman yazdıklarıma baktığımda, başka türlü görüyorum her kelimemi. Hepsinin ardındaki korkular, endişeler, ya da umutlar başka görünüyor gözüme. Bugünküler de burada duracak, seneler sonra bakayım, kendimi bir de bir kaç sene öncesinden göreyim diye.

Benim kızım Kanadalı olacak. Çıktık bir yola. Bu nedenle çıkmamıştık aslında. Eğitim sistemlerinin tümünün demode olduğunu düşünen biz, Ayşe’ye dünya standardında, nispeten daha iyi olduğunu düşündüğümüz bir eğitim aldırmak için geldik buralara- beni önceden tanımayanlar için bir detay bu. Plan sekiz sene öncesİnde yapılmıştı. Sekiz sene öncesindeki “ben” de facebooktan görüldüğü üzere, hâlâ her şeye hükmü olduğunu sanan bir benmişim. Memleket hakkında her şeyi bilen, insanlığa dair katı doğruları, yanlışları olan, kütük gibi bir ben. Kimsenin işine yaramayan doğrular, kimseye yaramayan bilmeler, nâfile, can yakmaktan başka, denge sarsmaktan başka şeye yaramayan bilmişlikler.

Ben burada zaman geçirirken, Türkiye’den buraya, buradan memlekete savrulup duran, etrafta uçuşan klişe cümleler gözüme doğal olarak daha çok çarpar oldu. Hepsi  hakkında düşündüm, size onları yazacağım. 

Şimdilik en hazırdaki klişeler, buyrun, dileyen okusun:


Klişe 1: “Her ihtimâle karşı Kanada pasaportumuz olsun”

Evet kızım Kanadalı olacakken, ben de “her ihtimâle karşı” başvurup, hak kazandığım Kanada vatandaşlığını alacağım. ”Her ihtimâl”e gelince, üstünde bir durup düşünüyorum: o telâfuz etmekten imtina ettiğimiz “her ihtimâl”,  herkesi maymun eden memleketin hâllerinden biri.

Ben Cezayir’de büyüdüm,  ve ikinci vatandaşlığı olan bütün arkadaşlarım, oranın başına da o “hâl”lerden biri geldiğinde ikinci pasaportu olanlar hızla sıvıştı. Olmayanlara ne oldu derseniz, onlar kaldı. Orada da doktor arkadaşlarım kaldı, mühendisler, öğretmenler kaldı. Bütün ülke göçemeyeceğine göre, kimi gitti, kimi kaldı. Gün oldu, devran döndü, düzenler, düzülenler değişti. Zaman aktı, kan aktı, ama her şey nihayetinde duruldu, yeni düzenler kuruldu, iflâh olmayan insanoğlu, orada da dersini pek almadı. Ne olması gerektiyse , oldu.

O “hâl” olmadan, ne olacağı hakkında çok şey bilmek yanıltıcı. Seçenekler bir şeyleri işaret ediyor olabilir, ama o zamanında çok bilen , ve de çok yanıldığını sonunda itiraf eden Elif sizi temin edebilir ki, aslında çok bilenler en çok yanılanlar bu dünyada. Ve her şeyin çok hızlı değiştiği bir dünyadayız artık, ve artık hepimiz çok da kandırıldığımızın farkındayız çok şükür. Bizi kukla gibi yönetiyorlar, en önemlisi de korkutarak yönetiyorlar bizi, yüzümüzü bir o yana, bir bu yana döndürebiliyorlar. Uyanık, farkında ve dengede kalmak şart. Savrulmamaya gayret ederek, merkezimizi kaybetmeden ayakta kalmak aslolan. Bekleyip göreceğiz, yani ben şahsen dengemi korumama yardımcı olaracak şeylere döndüm yüzümü: sevdiklerime, hobilerime, kendi işime, gücüme.

O ihtimallere gereğinden fazla değer vermeden günlük hayatımı yaşamaya gayret ediyorum.


Klişe 2: “Gidip de ikinci sınıf insan olacağıma, memleketimde paşalar gibi yaşarım”

İnsan sınıfları  bambaşka bir konu. Eğer kişi kendisini yaşam tarzına (yahu, bu cümleye de lifestyle da daha çok yakışır ya) göre, bir sınıfa fazlaca ait hissediyorsa, o onun meselesi.

Sadece herkesi aynı sanmak yanılgı burada. 

Bazı insanların öyle “sınıf”ları olmayabiliyor. Sadece karşısındakinin kalbini, ruhunu, aklını görüp, ona göre arkadaş seçen, hayat tercihlerini içinde bulunduğu sosyal durumun gereklerine göre değil de, kalbinin sesine göre ayarlayan insanlar da çok bu dünyada. Neyi görürse gözün, odağın neyse, odur hayatın. Ve bize mahsus olduğuna inandığım, (biz derken ortadoğuyu kasdettim) nedeninin de elâlem olduğunu düşündüğüm, kıyastan mütevellit bir aşağılık kompleksimiz nedeniyle, nedense çoğu hemşerim başka yerde hemen sınıf düşeceğini sanıyor. Sınıf, mınıf yalan arkadaşlar...Neysen, her yerde “O”sun. Ha tabî, hayatın tüketerek varolmak üzerine odaklıysa, o zaman kendini daha çok sahip olanlarla kıyaslayarak yaşıyorsan, evet, burada eksiksin. Sadece burada değil, gittiğin, ya da kaldığın her yerde eksiksin. Hep “herkesin bir odası daha fazla” sana göre.

Ve unutmayalım, kendi eksiklikleriyle kavgalı narsistler tarafından yönetiliyoruz. Bunun yarattığı travmanın neticesi "bugünün dünyası" olarak gözlerimizin önünde hep. Aklımızda bulunsun bu derim. Aslında hep “tam” olduğumuzu bize hatırlatan harika öğretilerin toprağındanız, bunu da ara sıra cep telefonlarımızdan gözlerimizi kaldırıp etrafımıza bakarak hatırlayalım derim.

Burada da insan, aynı insan. Tüm kudretiyle, ve tüm zayıflıklarıyla, aynı insan. Sosyal sınıfı ne olursa olsun...

Ve “memlekette paşalar gibi yaşamak” da üstüne roman yazılacak konu: sadece tuvaletlere paşalar gibi sıçsak, o bana yetecek... Ya da toplu taşımalara paşalar gibi inip binsek mesela. Siz anladınız...


Klişe 3: “Gidenler çok özlüyor bak; bu hava, bu su, bu rakı, bu boğaz başka nerede var?”

Bu cümle aslında, “Ulan herkes gidiyor, biz de mi gitsek?” tereddütünde bulunanların , aslında gitmek istemeyenlerin tutunduğu dal. (tereddütsüzleri aşağıda yazacağım)

Evet, doğru. Özlem çok anlaşılmaz bir şey, üstünde çok şey okuduğum, yazdığım, düşündüğüm şey...(bakınız özlemeye dair yazılarım) .

Burada da özlem bazılarını maymun etmiş. “Youtube kanalı aç”, dediler bana.”Türk toplumunu anlat, böyle bize anlattığın gibi”, dediler. Dedim, “Yemezler”. Zaten ilk bakışta tuhafım genele göre, bir de dokuz köyden kovulmanın anlamı yok. Ama size özetle şöyle söyleyeyim: kim ne tuhaflık sergiliyorsa, özünde geride bıraktıklarının, ya da daha doğrusu, bırakamadıklarının olduğunu düşünüyorum. Burada çoğu insan Türkiye ile acaip âlâkalı. Hatta Türkiye’de olsa o kadar dahil olmayacaklar hissindeyim. Çoluk, çocuk, torun, tombalak olmuş Kanada’lı, hayatlar kurulmuş rahat, ama Türkiye dendiğinde bir garip özlem. O bağı sağlıklı bir şekilde dönüştürebilmiş az insana rastladım diyebilirim. Üstlerinde hüzünden bir örtüyle dolaşan çok insan var. Kimindeki örtü hüzünden, kimindeki daha keçeleşmiş, sertleşmiş. Canları yanıyor çok, hepsinde kimbilir nasıl bir hikaye.  Çoğu sosyal medyada kendilerini rahatlattığını sanıyor. Ama sürekli "battık, batıyoruz, gittik, gidiyoruz" diye bunlarla zaten boğuşan bir kalabalığı daha fazla bulandırmanın alemi var mı? Hem de uzaktan bunu yapmanın ne kadar absürd olduğun görebilseler, kendilerine bir derin nefes alıp uzaktan bakabilseler...

Ben de o özleme itibar ediyorum çoğu zaman. Özlemenin insanın ruhunu okşayan bir tatlı sızısı da var, ama bazen kontrol edilemediğinde vahşileşiyor, ve insanı raydan çıkartabiliyor.

Türk topluluğu burada (ve başka yurtdışı temsilciliklerde de, diye de ekleyeyim, zira deneyimim var mâlum)  kapalı bir topluluk, ve tüm kapalı toplumlara ortak davranış şekilleri sergiliyorlar, kişinin sosyal sınıfından bağımsız olarak hem de. Buna bir tür kasaba hayatı diyelim. Hani  şöyle savcı hanımı, komutanın ailesi, itibarlılar, az itibarlılar misali. Güzel yanları da var, komik yanları da; bana uyan ve uymayan yanları da. Kendi içlerinde güzel bağlılıkları var. Herkes herkesin her şeyine koşturuyor. Tüm kapalı devreler gibi, bol hikaye çıkacak mevzuları da var. Belki uzun yazarım bunu da sonra. Kendi adıma bir derdim yok, zira ben kendim gibi olmakta ısrar ediyorum. Beğenen kalıyor, beğenmeyenler için de : allahtan evliyim, diyeyim. Bir sürü farklı grup var burada. Grup olayına pek sıcak bakmasam da, (ait olma sıkıntım var),  hepsinden çok tatlı arkadaşlarım oldu, kendilerini bilirler.

Ne istediğinde ısrar edersen, hayat karşına öylelerini çıkartıyor. Sadece sabretmek şart.


Klişe 4: “Herkes gidebilse gidecek de...”

Külliyen yalan. Herkes gitmek istemiyor. İstemesi de gerekmiyor. Herkes başka yerde yaşamak istemeyebilir. Ve bu da kendini bilen bir çok kişi için geçerli. Herkes korkuyla yönetilmiyor bu hayatta. Çeşit çeşitiz. Zaten kabul edebilsek bunu, ülkece rahatlıyacağız. 

Benim gitmek istemediğinden emin olduğum çok arkadaşım var. Bütün ülke gidebilir mi zaten, akıl var mantık var. Bu havayı yaratmanın kimseye faydası yok. Hiç bir yer güvenli değil artık biliyoruz. Kalanlar arasında çok güzel şeyler için çok gayret eden arkadaşlarım var. Ellerinden bir şey gelenler var, yapıyorlar. İçlerindeki nefrete, öfkeye hakim olabilerek işlerini güçlerini yapanlar var. Aslında dengesi sağlam, düşündüğünüzden fazla insan var. Sadece onlar konuşmayı, bağırmayı , ağlamayı çoktan bırakmış, bir şeyler yapmakla zaman geçiriyorlar.


Özetle:

Yurtdışına gidip üzülmekten başka bir şey yapamayanlara, salt bayrak sallayarak, sanal alemlerde Türkiye’yi kurtaracak gönderilerde bulunanlara karşılık, yurdunda kalıp ufak ufak kendi işini iyi yaparak bu süreci mümkün olan en sağlıklı şekilde geçirmeye niyetliler de var.

Memlekette ne olup bittiğinin farkında olmaya arkalarını dönmüş, muhtemelen bünyelerini korumak amacıyla romantikçe “her şey yolunda“ diye yaşayanlara karşılık, yurtdışında örgütlenerek harıl harıl dişe dokunacak eylemlerde bulunmaya gayret eden de var.

Hem içerde, hem dışarda, sadece kuru gürültü, korku, endişe, içinde savrulanlar ve etrafını da “tüm gerçekleri olduğu gibi görerek” iyi bir şey yaptığını sanırken, hem kendini kahredenler, hem de çevresini olumsuz etkileyenler de var.

Hem içerde, hem dışarda, bunlar beni aşar, diyerek sadece kendi işine bakarak dengede kalarak yakın çevresine faydalı olarak hayata devam edenler de var.

Yani herkesten, her yerde biraz var. Ve hepsinden olduğunu, hepsini olduğu gibi kabûlü lâzım bize. 

Birimiz diğerini kınamadan, "ben/gidenler/kalanlar vatanını daha çok seviyor, sen/gidenler/kalanlar daha az seviyor" demeden...

Dünya değişiyor. Bu değişim sancısız olmayacak anlaşıldı. Ve bu dünyada bizim bir ömürlük canımız var. Yedeği yok.

Dengeyi bozmamaya çalışmak en önemli konu diye düşünüyorum bugün, şu ortamda. Ki, eğer elden bir şey gelirse, onu ardımıza koymayacak gücü bulabilelim.

Bir travmadan geçiyoruz memleketçe. Önce içimizde bir huzur sağlayalım ki, etrafa etki etsin. 

Herkes sadece buna çalışsa, dünyaya etkisinin çok büyük olacağına inanıyorum.

Amin de diyeyim, daha uzatmayayım. Çok uzun oldu, buraya kadar okuyanlara bira ısmarlıycam ...Haber versinler...

Uzaklardan sevgiler...




19 Mart 2017 Pazar

ELLİME GETİRENLERE SEVGİLER


E, demiyorsunuz hiç, elli de oldun resmen...Bize bir anlat, de bakalım, nasılmış oralar? Çoğu yakın arkadaşımdan daha önce elliye bastım ben.

Gerçi ben kırkbeşimden sonra hep elliyim dedim, elâleme inat... Başkalarına saçma görünse de aslında çok mantıklıydı benim için: “A! Hiç de göstermiyorsun!” yanıtına bayıldığım için öyle yapıyordum.

Önemi kalmadı artık.

Öğrendim ki, beni yaşlı görmek isteyen yaşlı görüyor, şişman görmek isteyen şişman görüyor, güzel görmek isteyen güzel görüyor, ve böyle uzuyor gidiyor sıfatlar. İyi niyetli gören de var, art niyetli... Canavar olduğumu düşünen de var, melek gören de... Gözler neye odaklandıysa bende onu görüyor. Bu harika bir şey. Bendeki binbir beni görüyor herkes. Demek ki, nasıl istersem öyle olayım, sadece kendime farkediyor...Gözkenarı çizgiler, gözaltı şişlikler, şiş göbekler, kırışık boyunlar, fazla kilolar, az kilolar...Ben önemsersem beni rahatsız ediyor.  Aldırmazsam , yoklar.

Bu hayatımdaki her şey için geçerliymiş meğer. Odağını neden alırsan, o yok oluyor hayatından. Bırakmak dedikleri bu sanırım. Ve neye dönersen yüzünü, o dolduruyor hayatını.

Ben de eskiden ne kadar güzel arkadaşlarım olduğu için methiye mesajları döşenirdim etrafa, bu tarz günlerde özellikle. Eh , iyi arkadaşlar varsa, bu kötü arkadaşlar olduğu gerçeğini de beraberinde getiriyordu eskiden. Hepimizin etrafında “arıza” sıfatını layık gördüğümüz insanlar var, değil mi? Bir türlü naparsak yapalım uzaklaştıramayız...Eh işte, ben bu sene ilk kez idrak ettim ki, esasında bize en iyi gelenler, bizi büyütenler onlar. Ve anladım ki, arızalı insan dediklerimizin hepsi canı yananlar...Ben de belki başkaları için arızalıyım... Canımın yandığı yerlere tuz basanlar için, başedilmesi güç iken, diğerleri için dünyanın en iyi arkadaşıyım. E, anlaması kolaymış meğer de benim odağım dağınıkmış. İyi de, kötü de bende ne kadarsa, başkalarında da o kadarmış. Yol boyunca bu ikilemlere takıdıkça, eller sanki dikenli çalılara tutulmuş gibi kanayıp canını acıtıyor insanın. Oysa bırakınca, ohhh, ne rahatmış. Ne iyisine, ne kötüsüne fazla bağlanmayınca, hayat daha kolaymış. İyim, kötüm azaldıkça ferahladım. Kendim de “iyi arkadaş” olma iddiamı bırakınca, biraz sevmeyenim çoğaldı sanırım ama ben rahatladım. Herkes kadarım. Herkes de kendi olduğu olduğu kadar. Daha uyumlu olduklarımla yol almayı tercih ediyorum sadece.

Zaman ilerledikçe, dünyanın ne kadar küçük olduğunu, dünyada kendimin ne kadar küçük olduğumu, olayların olup bittiği andan sonra hiç bir şey ifade etmediğini anlamam da ellime nasipmiş. Beş yıl öncesi beni kanırtan şeyler, evrende unufak oldular bile. Bütün başarılarım, başarısızlıklarım, kazançlarım, kayıplarım, her şey olup bittiği andan sonra unufak evrene yayılıyor. Eğer onlara tutunmaya ısrar edersen, evrenden gayrı, vücuduna yayılıyorlar. Oraya, buraya birikiyorlar. Salar , gidersen, rahatlıyorsun; ağrılar hafifliyor, sızılar azalıyor.

Evreni, hayatı anlamaya çalışma çabam bende bâki. Bu uğraşı bana hayatı anlamlandırmama yardım ediyor. Daha az konuşmak, daha az karışmak, daha çok yazmak bana iyi geliyor. Her şeyi bildiğini sanan bir benden, bir bok bilmediğini daha yeni yeni farkeden bene geçiş beni biraz delimtrak yaptıysa da (arkamdan konuşuluyormuş, kendini gurulara kaptırdı diye), buradan da açıklayayım, madem silah gibi güçlü kalemim var: Ne gurum var, ne peygamberim. Bütün öğretmenlerim arkadaşlarım ve ailemden ibaret. Bir arayışım var, doğrudur, ne aradığımı, bulunup bulunmadığını tam olarak bilemeden. Bu arayış esnasında tanıştıklarım var. Budist, sufi, şaman vb arkadaşlarım var. Ama ben kendimi bir “şey”lere ait hissetmekte zorlandığım için, kendi kendime takılıyorum. Şu ana kadar öğrendiğim birkaç şeyi de dileyenle paylaşayım bari, ilgilenenlere kıyağım olsun:

-Evrene güven, gerisini merak etme sen.
-Yargıladıklarınla, yargılanıyorsun, öyleyse yargılama.
-Ah etme.
-Anda kal, portakal.
-Nefesleri derin almayı asla unutma.
-Beden, ruh, akıl, hepsi eşit. Birine daha fazla önem verirsen, denge şaşıyor, şaşırtma.
-Nefsine dikkat et, her yerden fırlıyor.
-Bütün bunları yaparken, öğretmenleşme, Kerem’i de sinirlendirme.
-Dünyadaki hayat kısa, kendini ıskalama.
-Sevgi sahiden içimizde, mihrabın hep o olsun, korkuya, endişeye rağbet etme.
-Bu hayatta bir tek kendine gecer hükmün Elif, kimselere dalaşma.

Daha fazlasını idrak edebilirsem, onları da paylaşırım esirgemem... Daha bunun 55’i, 60’ı var...

Bununla idare edin şimdilik...

Ellime getirenlere sevgiler.