29 Eylül 2019 Pazar

GRETACIM


fotoyu inverse isimli bir siteden,  Jennifer Ellen Good'un makalesinden aldım.

Gretacık beni düşündürüyor.

O küçücük  kalbindeki öfke, endişe, korku beni kahretti. Yerden göğe haklı. Güvenmiyor büyüklerine. Nasıl güvensin? Pompalandıkça hem korkusu, hem de korkuttukları çoğalıyor. Bir an gelecek, bugün güvendikleri, onu destekleyen, yanında olan, oraya buraya çekiştirenlerin de ne denli güvenilmez olduğunu idrak edecek. Zira Greta ilk değil, son da olmayacak. Biraz bir şeyler mutlaka değişecek, ama o değişen şeylerin ne acıdır ki, büyük bir kısmı çevreye hayrı olan değişiklikler değil, sisteme ek kazanç getirecek şeyler olacak.

O'nun, ileride olması muhtemel şeyler konusunda sisteme güveni sarsılırken, milyonlarca talihsiz çocuk şu an olmakta olanlar nedeniyle acı çekmekte, fuhuşta, fakirlikte, savaşlarda, sistemin oyuncaklarında yok olmakta, hepsinin insanlığa güveni sınanmakta. Malesef, kimsenin dönüp onları ekranlara taşıdığı yok. O çok duyarlı UN- ne zaman adı geçse, altında bir çapanoğlu olduğundan artık emin olduğum, kaşığıyla verip sapıyla gözünü oyan UN- oyuncak ediyor birisini daha deyip, üzülüyorum.

Bu kadar korkma deyip sarılmak istiyorum Greta'ya. Kaç medeniyet yok oldu, biz de elbet yok olacağız, demek istiyorum, ama bunu en orta yaşı geçmiş, hayatı, ölümü kavrayamamış yakınlarıma diyemezken, yolun başındaki küçücük Greta'ya demek saçma geliyor. 

Korkma ki yaşamayı bilesin. Korkma ki, yönlendirlemeyesin. Korkma ki, içindeki o güzel ruha gerekli olan enerjin savrulmasın. 

Kızma ki, anlayabilesin. Ancak anlarsan, bir ömürlük canını hem kendine hem de etrafa hayrın olacak şekilde kullanabilirsin. 

Bak, demek istiyorum, iki koca dünya savaşı gördükten sonra hala akıllanmaya niyeti olmayan insanlığa bir şey anlatmaya çalışıyorsun. İki yüzlülüklerini aile ve devlet kurumları ardında güzelce saklamış, tüketerek kendini uyuşturmuş, eğitildikçe erdemle mesafe koymuş insanlarız biz. Bu kadarız. Lütfen kızma, lütfen korkma. Kızma, korkma ki,  güzel yanlarını kalbine pusula etmiş azınlıktaki  yerini al. Onlar ki, güvenceyi dışarda aramayanlar, kalplerinin sesini duyanlar, hayata ve güçlerine inananlar. Sen öyle bir ruhsun. 

Çok güzelsin, güzel kal. Kalbini nefrete, korkuya, çirkinliklere bulaştırmalarına izin verme.

not: gülen bir fotoğrafını bulmakta zorlandım.

15 Eylül 2019 Pazar

MAZLUME / NAZMİYE

babaannemin temsili resmidir


Babaanem anlatılmaz yaşanır, desem, sanırım hakkını vermiş olurum kadıncağızın. 

Mazlume ve/veya Nazmiye, ismi bile muamma bir kadındı. Kendisi bilir miydi sahiden ismi ne, onu bile bilmiyorum. Bu isim çelişkisinin üvey anneyle büyümesinden kaynaklandığı ara ara aklıma gelir. Aile içinde başka isim, elaleme başka isim, zamanının modasıydı belki de. 

Benim bu hayatta fiziğimi borçlu olduğum zattır. Karalığım, kıvırcıklığım, koca götlülüğüm, ve son zamanda farketmeye başladığım ağzımın yamukluğunu hepsini kendisine borçluyum.  Annemle benim arama- hadi iki kere kabalaşmayayım, özellikle popoyla ilgili kısmı- hep azarlama fasıllarında girmiştir sağolsun. Tek tesellim, hala yalpalamıyor oluşum. 

Hep anlattım, evlere şenlikti babaannem. Sürahi Hanım tiplemesi huyuyla, suyuyla sanki onun üzerinden tasarlanmıştı. Başında yemenisi, hep bir şeyler tıkınırken hayalimde- bak tıkınma kısmında da ona benzemişim. Yine annemle aramıza giren bir özelliğidir: "babannesi gibi sümtük". Kahverengi ve siyah arasında ne kadar sönük, boz, ışıksız ton varsa, hepsini üstünde taşırdı. Topallar gibi bir sağa, bir sola sert vurgularla yürürken, orlondan yeleğinin uçları sağı, solu ahenkle savrulurdu. Hep düştü düşecek sanırdınız.

Hiç önünden ayrılmadığı pencerenin kenarındaki divana çıkarken besmelesini  çeker, besmeleye ahenkle bir ayağını da altına çeker, kısacık bedenini özenle yerleştirdi. Bu kendince büyük hamlenin ardından, alt dudağını sarkıta sarkıta,gözlerini devire devire, ne olduğunu kendisinin de bilip anladığından emin olamadığım fısıltılı dualar eşliğinde boynunu uzatır, elinde (yiyecek bir şey yoksa) kahve ve siyah arasındaki tonlardan birinde tespihini çeke çeke  sokağı seyre başlardı. Hep bir şeyler yerken hatırlıyorum babannemi. En çok da karpuz. Babaannemle özdeşleştirerek, hayatımın uzunca bir bölümünde kendisine çok gıcık olduğum karpuz. Şıpır şıpır suları etrafa saçılan, çekirdekleri çitlenirken, siyah böcekimsi kabukları etrafa saçılan karpuz. Erkek kardeşim seviyor diye, yazın her gittiğimizde evinde bulunan karpuz. Beni görünmez eden, dışlatan, bok gibi hissettiren, kardeşimden soğutan, babannemden tiksindiren, ayırımcılıkla müşerref eden hain karpuz. 

Karpuz kadar ve/veya karpuzun önayak olmasıyla sinirimi bozan başka şeylerin listesi:  içinde maydanoz bulunan, küçük çukur tabaklardaki bol sulu yemekler, plastik tuzluklar, şeffaflığı sizlere ömür sürahiler, kendine has kokusu olan muşamba örtüler. Bunlar hala bir yerde karşıma çıktığında, içimden bir tiksinti dalgasının ayaklandığını hissederim.

Son dönemlerinde, Tan gazetesine merak sarmıştı. Hatırlarsınız belki,  absürd müstehcen haberlerin olduğu, gözü bantlı tecavüz edilmiş eşek fotoğrafıyla hafızamda yer etmiş Tan gazetesi. Her şeyini okur, önüne gelen herkese anlatırdı. Dış dünyayla bağlantısı pencere kenarı ve Tan gazatesinden ibaretti. Arkadaşı var mıydı, görmedik, bilmedik. özlemleri, hayalleri, dilediği bir şeyler var mıydı, sormadık. Hep anlattığı cadı üvey anne hikayesinden başka neleri hatırlardı, merak bile etmedik. Düzenli olarak milli piyango bileti aldığını düşünürsek, muhtemelen vardı rüyaları.

Bir kelime gördüm bir yerde: babaanne, ve bunları geçti içimden. Şuraya koyayım dedim. 
Sizden ricam, eğer hala dinden imandan soğumadıysanız, bir dua gönderiverin Mazlume/Nazmiye Hanım'a, ve diğer tüm hikayesini merak dahi etmeden sinir olduğumuz diğer babaannelere.