30 Kasım 2015 Pazartesi

UÇABİLECEĞİNDEN ŞÜPHE ETTİĞİN AN, BİR DAHA ASLA UÇAMAZSIN

görsel alıntıdır

Günaydın! Bunu tam bir sene önce yazmışım, ama ortalara yazmışım... Kaybolmasın istedim, buraya ekledim:
Günün özlü sözü benim en sevdiğim "hayat" kitaplarından, PETER PAN' dan (yani J.M.Barrie'den) geliyor:
"Uçabileceğinden şüphe ettiğin an, bir daha asla uçamazsın"
Yani: "İnanç her şeydir" ( her ve şey de ayrı yazılır, mümkünse). Üzerinde fazla düşünülmeden paylaşılan klişelerden biridir bu. Peter Pan'daki hali ise biraz olsun düşündürür, düşünmek isteyen kişiyi. Peter Pan uçmak ister, kimsenin gidemediği adaya gidebilmesi için tek yoldur uçmak. Kimselerin yapamayacağı bir şeyi ister çocuk.
Eğer kalbinin ta içinden, derinlerinden inanıyorsan, hiç bir şey imkansız değildir, bu da bu sözün hayattaki karşılığıdır. Bir sürü arkadaşım "enerji" sözcüğüne de kıl, zira gelişigüzel kullanıldı ve onun da az biraz cılkı çıktı. Bütün enerjiler buna çalışır. En küçük tereddütte yer yoktur. Bunu en çok hayata tamamen güvenebilen kişiler bilir, koşulsuz teslimiyet hali dedikleri, genelde adına "din" denen "şey" ile ilişkilendirilen, ve batı tarzı iyi eğitimie çok güvenen  arkadaşlarımın çoğunun " hadi len sen de" diye uzaktan pejoratif yaklaştıkları bir haldir bu.
Bakın araya fransızca sözcükler falan da alıyorum ki, bunu diyen kişi  etiketlere çok prim veren bir kesim tarafından kale alınsın. Aslında o kişi özde boru değildir, bilgisi kültürü konuyla ilgili o kesinlikle ( absolutely) anlaşılmaz makaleler yazanlarınkinden daha az değildir. Ama sorsan enerji business ile ilgili eğitimi nedir? Sıfırdır. Hiç bir sertifikası, diploması, yayınlanmış bir kitabı, kitabı bırak, makalesi vb şeyleri yoktur. Sadece hayat deneyimi vardır.
O adaya uçulacaksa eğer, eğer uçarak gidilebilecek bir ada varsa çok gitmek istenilen, yapabileceğine inanan yapar... "Öyle mi, böyle mi, ay nasıl olcek, bak kimseler de yapamamış ki" tarzı bu enerjilerin önünü kesecek cümleler gönlün kıyısından geçmemelidir. Şüphe, başarmanın en büyük düşmanıdır. Korku kadar berbat, pis, çamurlu, hatta yıvış yıvış çamurlu, kötü bir şeydir. Sizi tiksindirmeye çalışıyorum ki, şüpheyi bundan sonra hiç içinizden geçirmeyin. Mikroptur mikrop! Hiçbir ( her şey ayrı, hiçbir bitişik, unutmayın bunu) high tech deterjan adamın uçarak gelip temizleyemeyeceği türden hem de, yani en kötüsü...
Gerisi teferruat! (gerçek hayat bilginlerinden Atatürk'ü de analım bu vesile ile...)
Herkese uçarak gitmek isteyebilecekleri muhteşem adalar diliyorum, sevgilerimle...

26 Kasım 2015 Perşembe

UZAKLAŞTIKÇA



Boktan sevgililerden canı yanıp da, ardından dersini alabilmişlere itaf olunur...


Boktan  sevgili gibi bu Türkiye…

Senelerce hayalinde yaşattığın hali, bir ergenin gözündeki dünyanın en güzel sevgilisi gibidir. O sana, sen ona hayran. Sana ufak tefek gelen kelekleri olduğunda, ara ara dışarıdan görenlerin uyardığını hatırlarsın:

-Sen gözünde büyütmüş olmayasın be kızım? Bak seni gerçekten sevse böye mi yapar?

Dinlemezsin.

- Siz bir şey anlamıyorsun! O da beni seviyor aslında, ama huyu böyle.

Bok başka!

Senin ona kattığın anlam dışında bir anlamı var mıdır, bir düşün bakalım salim kafayla...

Seni adam yerine koymayan sevgili gibi bu Türkiye…

-Kızım, bu kadarına katlanıyorsun ya! Pes! Hiç mi haysiyet yok sende? 

Hatta, sen her şeyi apaçık anlatmamışsındır bile. Onu kayıra kayıra bahsetmişsindir olaylardan, evirmiş çevirmişsindir biraz, bilirsin fena gelir kulağa eğer her şeyi tüm açıklığıyla anlatırsan… Haysiyetsizsinmiş gibi gelir, sana bile. Utandığından örtersin üstünü usturupluca.

-Siz onu bilmiyorsunuz, aslında kendiyle derdi.

Bok anlıyorsun!

Kendiyle bu kadar derdi olan, kendini bu kadar bilmeyen, ve bilmeye de niyeti olmayan şey, seni nasıl sevsin?

Doktora gitse, teşhisi hemen konulacak, reçetesi anında yazılacak, hatta anında yatak bulup yatırılacak klinik vakâ sevgili gibi bu Türkiye.

-Hasta bu, valla hasta! Sen bunun iyiliği için ısrar et, kızım bir doktora görünsün. Onun sonu fena, seni de çekip götürmesin batağına.

Sen de ara ara öyle düşünürsün, ama sonra hemen geçer. Değil mi? İki sefalık, üç kıkırdamalık anlarına kanarsın hemen. Yangın yerine döndürür içini, sonra hoop, hemen  sanki Maldivler’de deniz kenarı. Bu gelgitlere dayanamazsın sanırsın, ama o da seni seviyoooooo! Değil mi?

-Sizin gördüğünüz gibi değil ya!  Tamam biraz sıkıntıları var, ama herkeste dert var. Bak komşudaki sıkıntılara? Hem herkes biraz hasta bu devirde, değil mi?

Bok hasta!

Sıradan dertleriyle, gül gibi geçinen bir dolu çift vardır etrafında aslında. Aşıksındır gönüllü körlüğüne, bakmazsın etrafına.

Ancak ayrılabilirsen anlarsın ne olduğunu.

Uzaklaştıkça gözüne daha net görünür beriki.

Uzaklaştıkça.

Daha fazlasını anlatamayacağım.

Hâlâ canın yanar çünkü arkana baktıkça.



14 Kasım 2015 Cumartesi

YÜZ ≠ YÜZ




YÜZ ≠ YÜZ


yüz insan

yüz farklı yerde

yüz farklı değerde


yüz zalim yargıç

değer biçer

yüzsüzce

13 Kasım 2015 Cuma

KALP Mİ İSTEYEN, AKIL MI?


 fotoğraf geldiğimiz günün ertesi gününden...

İnsan sadece neden ve ne kadar çok gitmeyi istiyor, hepsinden önce ona bakmalı…. Yoksa, her yere kendisiyle gidiyor unutmamalı…” 

Bir önceki yazıma buradan devam ediyorum…


Neden gitmek ister insan? Kızar gider, küser gider, unutmak için gider, kaçar gider, ekmek için gider, peşine takılır gider, bu liste uzar gider…

Kendi adıma konuşma hakkIm var sadece, ben neden gittim canım memleketimden onu diyeyim size.

Ben Ayşe’nin hayata hazırlanma konusunda biraz daha güvenli ellerde olduğunu bilmek için geldim. Plan onun kendi başına üniversiteye gelmesi için yapılmıştı, ama evdeki hesabı Kerem yapmış olsa da, zamanlamada çuvalladık, ben de gelmek zorunda kaldım onunla liseden.

Ben Ayşe doğduğu günden beri hep “bu kızı okula, mokula göndermeyeceğim,” der dururdum. Mevcut haliyle eğitim sistemine, genelde bütün dünyadakine takıktım. Gençlik işte, her şeyi en çok bildiğin yaş dilimi. Süper zamanlardır, herkes salak, bir sen akıllısındır. Öyle günler işte…

Ben de  memleketin en baba okullarının tornasından geçmiş, arada hem  fransız, hem amerikan okullarına da üçer beşer yıl uğramış, faklı sistemlerin hepsinin aynı kapıya çıktığını hissetmiş, ve el netice, en bilmiş yıllarımda bu karara varmıştım: eğitim boktur. Annem küretmemi sevmiyor, eğitim tehlikelidir diyelim o halde.

Araya küçük bir anı alıyorum: Daha yavrulamamıştım, bir gün işten arkadaşım ve bızdık yeğenleriyle dönüyoruz. Kızlar okuldan dertleniyorlar. Ne yaptığımın farkında olmadan demiştim ki: “Ben bi gün çocuğum olursa, okula göndermeyeceğim”. Ertesi gün arkadaşım aradı:

-Kız allah seni davul etsin! Bizimkileri zaptedemiyoruz, evde tepinip duruyorlar: Elif abla çocuğunu okula göndermeyecekmiş, biz de gitmek istemiyoruz..

Yavrular için  “okula gidilmeyebilir” seçeneğini sunmuştum, akıllarına asla sorgulamalarına müsade olmayan bir detay getirmiştim… Bizde  başta aileler sağolsun, sonra okullar sağolsun, sonra mahalle sağolsun, ve tabi, olmazsa olmaz elâlem de sağolsun  sorgulanmaz çoğu şey…Her şey tabu...Bak şimdi yazacaklarıma da kızacak olacak eminim, eğitim konusu da tabudur bizde.Zira "okullarımız çok iyi eğitim verir"i severiz biz. Hatta dünya yüzüncüsü ODTÜ'müz var... Dünya sıralamasına girmiş okulun içinde yaşadığı şehre bak... Noktayı da  koyayım, konuyu kapatayım.

Sonrasında iyi eğitilmiş bir birey olarak, yapamadım, sürüden ayrılamadım,  Ayşe tıpış tıpış okula yollandı… Ama devlet okuluna yolladık biz, zaten pek matah değil ya eğitim sistemimiz, bir de üstüne para vermeyelim, dedik, okula bağış yaparız dedik…Böyle kendimizce içimize sinen bir yol bulduk. Bizim gibi bir kaç lafta "yüce gönüllü" aile daha tanıdım sonrasında.. Sanki para vermek yetiyor! Tut ulan ucundan bir şeyin değil mi? Sınıf anneliği müessesesi dene çok tehlikeli örgüt var gerçi, ama onlar da yer içer kahve pastane dolaşır, bol bol dedikodu yapar, bir de kendi çocuklarına çalışırlar genelde... İstisnalar yok değil, ama en yaygın uygulaması budur bizde sınıf anneliğinin. Yoksa kimi gördük eline almış bez, tuvalete temizler? Ben de akıl etmedim vallahi ne yalan söyleyeyim, parayı verdik , uyumaya devam ettik biz, bir şey yaptık sanarak. Gönüllülük konusu buranın bel kemiği, bu konuya da gelmek lâzım. Okullarda gönüllü olmamak ayıp...Ayıpları başka buranın.

Bu arada itiraf ediyorum, iyi okul diye İlhami Örnekal’a torpil bulduk… Dönüp dönüp baktığımda rahatsız olduğum, ve günümüz Türkiye’sinin geldiği noktada bu torpilleri küçük – büyük diye ayırmanın yüz kızarıklığını yaşadığım bir mevzudur bu. Evet, şu anki kokuşmuşluğa tuz, biber misali katkıdır bu. Torpil kötüdür, adaletsizdir, boktan bir şeydir. Ama mübahtır bizde… Küçük torpillere hak görmüşüzdür hepimiz hayatımızın bir bölümünde, bazen de büyüklere. Görmesek iyiymiş, çok dedim son yıllarda…”Sistem böyle”lerden yüz bulduk…Ayıp görmedik.. Neyse bu başka konu…

Dedim ya demin, buranın ayıpları başka... Ve bir toplumu ayıplarına bakarak hemen değerlendirmeye alabilirsiniz. O toplumun ayıpları, sizinkilerle örtüşüyor mu... Gelmek isteyenlere tüyo...Bunu da not alayım, daha fazla yazmalıyım üstüne...

Ve şansımıza dünyanın en harika öğretmenlerinden Haydar Arslan’a rastladık. Hatta kendisine ilk haftanın sonunda bizdeki  Milli Eğitim denen soytarılık hakkında benim yüzümü kızartıp şaşırttığı için bir mektup yazmıştım. Bu sayede pekişen aşkımız, dostluğumuz yıllarca sürdü…
Ama ne oldu? Haydar iki sene bizimleydi, sonra bir özel okula geçti. Ve bizim kabus dolu günlerimiz başladı. O arada okul seçmeye çalışırkenki daralmalarımız, örgütlenmeye çalışmalarımız, ama yeterince activist olamayıp, beceremeyişlerimiz, kuzu kuzu ehven-i şer bir okul bulup 4. sınıfa bir özel okula yazılmamız bizi epey yordu.

Bu süreç boyunca, dışardan bakıp beğenmediğim Milli Eğitim’imizin , içine girdikçe bizi hiç mi hiç tatmin etmemesi, Ayşe büyüdükçe mevcut sakil, her sene “değiştiriyoruz" kisvesi altında daha da oyuncak edilmesi, çocukların da , ana-babaların da sisteme uyup  çıldırarak çıldırmaları,  ‘a’lar,’b’ler, ‘c’ler, testler, testler, hedeflenen 500 tam puanlar, yavrularda açılan onulmaz yaralar, bunlara şahit olmalar, aklı çok başında görünen arkadaşlarıma lâf anlatamamalar, ezilen çocuklar, bir okul nedeniyle kararan ev halleri, stresler dolu dizgin… O “ama”lar, “system böyle”ler, “napalım”lar getirdi beni buraya.

“Napalım biz de üniversiteye yurtdışında göndeririz” derken, Kerem’in bulduğu harika çözümle geldik buraya: vatandaşlık başvurusu yaparsak Kanada’ya , Ayşe bir parça daha hesaplı okuyacaktı üniversiteyi. Üstüne bir de pasaport veriyorlardı…Vize derdi olmayacaktı. Bir de benim pek inanmak isemediğim, Kerem'e kalsa "Ortadoğu burası, ne olur ne olmaz, ikinci seçeneği olsun" vardı. Bu kadar basitti gelme sebebimiz. Basit konu, ama bizim için öncelikliydi. Dünyada bildiğimizin ötesinde, zamana ayak uydurmaya çalışan eğitim sistemleri vardı, oluşmaktaydı. Ayşe tatsın istedik. 

Hiç inanmadım ben Milli Eğitim’imize, benim zamanıma da böyleydi … Ben de ilkokulda "iyi öğretmen"de ne resim dersi, ne müzik dersi , ne de beden eğitimi gördüm beş sene. Fikrim budur.. İyi okullarımız da o Milli Eğitim’e bağlı. İyi denen hali, sadece "kafayı" eğitmeye yönelik bir sistem. Ne sanat, ne ruh... Bu güya iyilerin de sistemden bağımsız hareket etme alanları dar, üzülerek şahit oluyoruz.  Şimdi, daha da daralmakta. Çok iyi, özverili öğretmenler var, olmaz mı, ama  kıymeti bilinmeyen. Bir tanesi kuzenim Pelin'dir,  istisnaidir, söylemeden geçemeyeceğim. Torpillidir, çünkü yazarın yakinidir...Senelerce ailesinin okumasını istemediği bir kızı evinde ağırladı, mezun etti. Başkaları da var, ama Pelin'e torpil yaptım, bir yazı da "bu memeketin vefakâr öğretmenleri" yazısı yazmalıyım beki. Dolu tanıyorum. Malzemem bol yani. Ama sistem onları öğütür... Gerçekten kahrolan bir dolu öğretmen tanırım. Eski hali de çok çektirdi, yeni hali onlara daha da dayanılmaz...

Ben sistemden şikayetçiydim, ve o "ne çıkarsa bahtına" düzenine  teslim olmak istemedik.

Ben kızıma o deli sınav işkencelerini, sadece test çözmeleri reva görmediğim için buradayım. “Cümle kurmayı unutmuş bir kuşak geliyor, bunlara her şeyi unutturabilirsin”diye düşünüyordum… Keşke haklı çıkmasaydım…Türkiye'nin kendimizi kandırdığımız en iyi halinde bile eğitim sistemi bir kabustu.

Bir kapı bulduk, araladık…

Kolay mı oldu? Kesinlikle, hayır, hele elli yaşımda, üstüne bir de menopoz… Ne berbat gecelerim oldu, hep denize gittim, saatlerce fotoğraf çektim,  kafamı bir tek o durduruyordu çünkü. Neler hissettiğimi de daha uzun uzun yazacağım o günlerde, şimdi uzaklaştı, daha objektif olabilirim sanıyorum. İstanbul’da benden daha çok kazandığı önemli  gerçeğiyle geride sponsorumuz olarak kalan Kerem sadece eşim değil, benim en yakın arkadaşımmış, daha fazla anladım, çok aradım… Annem desen 80’e  bir var, tek başına şimdi Ankara’da. Onun vicdanımda pek kolay susmayan sesi var geriden geriden seslenen…Yolun yarısına dek bana eşlik etmiş dostluklarım var, watsapı kutsal kitap kılan…Ama en acil durumda, saat farkına takılıp işlevsiz kalan… Bir de en büyük gerçek var: gözden uzak olanı, kalpten istemeden ırak bırakan. Aldırmadım desen de, ateş basmalarında kafana takılan…

Burada insanlarda şahit olduğum o hüzün var beni çok etkileyen. Bazen çemkirme, bazen kızma, bazense edebiyle üzülme  olarak tezâhür eden. Tabi ben hüzünlü olduğum için o hüznü hissediyordum. Ama ne çare işte, hissediyordum. Uzakların bir "hissi"  var, sadece gidenlerin bildiği, üstünde konuşmadığı, sesszice paylaştığı. Birbirine en gıcık olanları bile,  hissetildiği an, birleştiren bir "his" .  Birinin bir yakınına bir şey olduğundaki çaresizlik, geride kalmış annecikler, babacıklar, ailelerin facebookta akışı... daha neler neler...

Istesem size hüngür şakırt gözyaşlarına boğarım…Kıyamadım ama..Bu kadar yeter…

Bunları bilin gelmeyi düşünenler… Bilin … Daha para pul konularına gelmedim bile, gördüklerinizden eksik olmalar… Bunlara pek gelmedim, çünkü bunlar beni en az etkileyen konulardır hayatta. Neden? Çünkü çok zenginim de ondan.. He he, şaka ,şaka…Gönlüm zengin, parayla aram ara ara  Kerem’i çıldırtacak kadar “tuhaf”. Daha kibarca nasıl anlatılır bilemedim, anlatsam inanmayacağınız hikayelerim var alacak verecek üstüne…

Ama buranın gerçeklerindendir. Kendisini en iyi insan kendi bilir… Hepsini yazacağım, siz içinden kendinize uyanları alırsınız…

Ben beni en çok etkileyen insan ilişkileri kısmındaki sıkıntımdan özet bahsettim sadece. Kolay değil değişiklik.

Bunu dedim, geliyorum en başa, neden geldiğim konusuna.. Neden geldiğim konusundan çok emin oluşuma. Asla ne ben, ne Kerem bir an bile bundan şüphe etmedik. Türkiye bu kadar ürkütücü değildi biz  başvurduğumuzda. Ama eğitim sistemi hep berbattı, ve hep daha berbatlaşmaktaydı, pek de bir şey yapılabilecek halde değildi. Bizim hayat tercihimiz, bir tanecik kızımın daha makul ve mantıklı bir eğitim alması doğrultusundaydı, ve doğruyu söylemek gerekirse, ben bu kadar fark olduğunun da idrakında değilmişim.. Şimdi üniversite seçmeye çalışırken yaşadıklarımı da anlatacağım. Bambaşka bir dünya görüşünde eğitimciler.
Öğretmenlik hâlâ kutsal burada, ve “kıymetli”ler. Ben gelirken allah biliyor, ağlamadım hiç, hatta o muhteşem gecedeki vedâ partimizde dahi gayet metin durdum…”Kimseyi tanımadım ben, senden daha güzel”de bile ağlamadım,inamazsınız… O gece bizimle olan herkese kalbimin en güzel yerinde bir şeyler yollayayım hemen yeri gelmişken.

Ama ilk hüngür şakırt ağlamam burada Ayşe’nin ilk okul tolantısında oldu. Vallahi ne yapacağımı bilemedim, daha yeni geldim vs gibi şeyler salladım teselliye gelenlere. Diyemedim onlra:  “Buradakiler çocuksa, bizimkiler ne?". Etyopyalı bir anne gibi hissetim okullarda çocuklara  insan muamelesi yapıldığını anlayınca, toplumun geleceği özeni göstermelerine dayanamadım.

Çocukların ha karnı aç bırakılmış, ha ruhları…

Aradaki Everest misali farka ağladım.

Eğitim sistemine genelde inanmayan Elif'in geldiği hâle  bakın… Objektif olamayacak kadar çok etkilendim ilk sene yaşadığım her şeyden. Ayşe’nin yorumlarından alıntılar:

-Anne burada sahiden öğrenesin istiyorlar, biliyor musun?

-Anne burada öğretmenler kötü not vermeye çalışmıyor, biliyor musun?

-Anne öğretmen bir (politik)  konudaki şahsi düşüncesini sordular, odama gelen çok merak edenlere söylerim, derste söylemeyi uygun bulmuyorum dedi, biliyor musun?

-Anne tatilde ödev verilmiyormuş, biliyor musun?

-Anne bunlar pek test yapmıyor, biliyor musun?

-Anne bu sene (12. Sınıf) neredeyse hiç sınav yok, biliyor musun? (çoğunluk proje yapıyorlar)

Biz Ayşe’nin hayata hazırlanma konusunda kafamız biraz rahat olsun diledik. O benim sinir olduğum sistemin dışında okullara gitsin diledik. Çok diledik.

Sonra da kendiliğinden gelişti her şey. Kerem tesadüfen birinden duymuş, anlık , hayatta daha önce görmediği, tanımadığı birinin  aklına sokmasıyla harekete geçtik. 

Geldiğimden bu yana bir an bile pişman olmadım, tek bir an bile. Neden geldik, bunu unutturacak hiç bir şey yaşamadım çok şükür.

Olması gerekenler oldu diye dşünüyorum. 

Gelmeyi düşünüp karar veremeyenlere diyorum ki, kalbinize sorun, aslında neden oralardan gitmek istiyorsunuz...Ve ne kadar kalpten diliyorsunuz ...

Sadece kafanızdaysa o arzu, kalpten gelmiyorsa, o zaman gerçekten düşünün diyorum...






10 Kasım 2015 Salı

TORONTO'NUN HAVASININ, SUYUNUN MASALI




Bir  yaprak daha yırttım Saatli Maarif’ten, Kasım’ı ortaladık.

11 çarşambaya hazırladım kendisini. Saatli Maarif buraya geleli onbir ay olmuş, ondan öncesi altı ay…Bir buçuk yıldır adresim Toronto. “İlk sene çok hızlı geçer”, demişlerdi ilk seneyi gömenler. Öyle de oldu.

Önümde bana buraları soran, tanımadığım birinden bir posta…

Bunlardan oldukça sık alıyorum. Meğer benim Kanada’dan küfrederek sözeden İzmirli’ye yazdığım mektup, oldukça sık tıklandığı için burası hakkında Hz. Google’da görüş arayanların uğrak yeri olmuş. Ben de tam fikir soracak averaj biriyim ya, insanlara saçma sapan detaylar anlatırken buluyorum kendimi…Kafa karıştırabilecek romantik detaylar çoğu, bana sorarsan olacağı bu…

Aslında herkes sadece çok iyi tanıdıklarına fikir sormalı, hayat tarzı, felsefesi, zevklerine güvendiklerine sormalı. Hoş ben de aynı şeyi yaptım gelirken.  İnsan aslında gerçekten merak ettiği için sormuyor. Çoğu soran, zaten kararını vermiş de, konuyu kendi içinde pekiştirmek, duymak istediğine yakın bir nokta yakalayıp, “hah işte , ben de zaten böyle düşünüyordum"u, onaylamak için soruyor.

Benim bir şikayetim yok, zira lafı uzatmayı, anlattıkça anlatmayı sevdiğim için seve seve yanıtlıyorum o postaları…

Onları hayal kırıklığına uğratmamak için bahsediyorum bir buçuk senedir heybeme attıklarımdan. Ama aslında hepsine şu masalı anlatmak istiyorum:

“Uzak diyarların birinde, surlarla çevrili bir kasabanın girişinde yaşlı çobanla çırağı, her gün sabahtan akşama koyunları, kuzuları otlatırmış. Biraz üşengeçlermiş diye düşünüyorum, gitsene şöyle su kenarına falan! Yok, bunlar benim Kerem’le aynı kumaştanmış. “Kapının önü uygundur, uzaklaşırsak yoruluruz falan” diye hem küçükbaşları seyreder, hem örgü örer, hem de geleni, geçeni keserlermiş…Örgüyü niye mi örüyorlar? Ben istedim diye sanırım. Bir çobana yakışacak detay...Scrabble oynuyorlar desem esas şüphelenin...

Bir gün, yorgun argın bezgin bir adam kasabaya yaklaşmış, gelmiş kapının önünde durmuş.

-Selamün aleyküm , beybaba , nasılsın?

-İyiyim evlat, hoş gelmişsin, kime baktın?

-Kimseye bakmadım beybaba, ben kendime yerleşecek yer arıyorum. Bizim oralar yaşanmaz oldu. Kendime yepyeni sayfa açacağım. De bana bir zahmet, nasıldır buranın havası, suyu, insanı?

-Evlat, hava, su bedava, güzel. Sen de esas, nasıldı geldiğin yerin insanı?

-Sorma baba, bizim oralarda herkes hıyar! Hepsi üçkağıtçı, yalancı, dolancı, fırsatçı… Ciğerleri beş para etmez. Ben kendime şöyle güzel insanların olduğu bir yer arıyorum. Burası nasıldır söyle bana?

-Evlat, az soluklan, buyur iç bir ayran. Sonra da arkana bakmadan dön git. Buranın insanı da aynen dediğin missal, sana yaramaz, hepsini kessen bir cacık olmaz…

Adam, hayal kırıklığına uğramış. Ama ne yapsın, az oturmuş, havadan, sudan, ayrandan laflamış, sonra da uzaklaşmış.

Çırak göz ucuyla bakmış yaşlı çobana. İçinden:

“Yuh be baba, amma yaptın. Gerçi kasap sahiden boktan herifin teki, bakkalın da terazisi oynak, ama o kadar da değil yahu!”, demiş, ama sesi dışına  geçmemiş…

Bizim iki çoban günlük kuzu otlatma, örgü örme aktivitelerine devam ededursun, uzaklardan başka bir adam belirmiş… Beriki misal, yaklaşmış, selam vermis, selam almış…

Ve masalların en sevdiğim sonsuza kadar tekrar edebilecek  yeri gelmiş. Anlatırken de kolay, yazarken de copy-paste…

-Selamün aleyküm , beybaba , nasılsın?

-İyiyim evlat, hoş gelmişsin, kime baktın?

-Kimseye bakmadım beybaba, ben kendime yerleşecek yer arıyorum. Bizim oralar yaşanmaz oldu. Kendime yepyeni sayfa açacağım. De bana bir zahmet, nasıldır buranın havası, suyu, insanı?

-Evlat, hava, su bedava, güzel. Sen de esas, nasıldı geldiğin yerin insanı?

-Sorma dede, mecbur kalmasam ayrılmazdım. Sebebi bende gizli, konuşunca beni üzen bir konu. Ne ağladım, ne ağladım vedalaşırken. Herkes can, herkes canandı. Ben bu kadar güzel insanı bir daha nerede bulurum, ama mecburum. Aranır dururum.

-Evlat, az soluklan, buyur iç bir ayran. Sonra da kalbin ferah gir içeri. Buranın insanından güzelini başa yerde bulamazsın. Gir kur hayatını, herkes olur sana can…

Adamdan  mesudu yok, az oturmuş, havadan, sudan, ayrandan laflamış, sonra da girmiş kapıdan içeri.

Çırak göz ucuyla bakmış yaşlı çobana. Bu kez dayanamamış,  dışından:

-Yahu usta…Bir kasaba halkı bir kaç saat içinde bu kadar değişir mi. Sen ne yaptın? Birini gönderdin, birini aldın? Hangisine doğruyu dedin, hangisini aldattın?

Usta elinden örgüsünü bırakmış. Dönmüş çırağa bir göz atmış:

-Her ikisine de doğrusunu söyledim, kimseyi aldatmadım, demiş. Bu iki yolcu geldikleri yerden  içlerinde taşıdıkları  neyse, gittikleri yerde de onu bulacaklar. İkisi de kendisini anlattı."


İnsan sadece neden ve ne kadar çok gitmeyi istiyor, hepsinden önce ona bakmalı…. Yoksa, her yere kendisiyle gidiyor unutmamalı…

Sanırım daha çok anlatacağım Toronto mahallemi...

not: masalı hem Judith Liberman'dan okudum, hem Toronto Storyteller Group'tan dinledim.

9 Kasım 2015 Pazartesi

AZ



tam gidemez kimse
bir koku kalır
bir renk
bir ses
bir nefes hep kalır

gittim sanır
bir koku kalır
bir renk
bir ses
bir nefes
bir yerlerde usulca saklanır

gidenin kalbi 
biraz eksik
biraz azdır

1 Kasım 2015 Pazar

ŞAPKACIYLA MAYMUNLARIN MASALI


Züğürt Ağa- Oy Çalma Sahnesi


Oy sayma işindeydim, birden aklıma instagramda bugün gördüğüm Züğürt Ağa’daki meşhur sahne geldi. Şener Şen çocuklarıyız biz, çoğu filmini kaçar kez seyretmişizdir, kahkahalarla. Ama bugün idrak etti bir şey daha bende. Zaten memlekette olan biten bu vodvil- korku filmi karışımı “şey” bende idrakta tavan yaptırdı gibi geliyor bana. Onlardan bir tanesi de bu sabah yaşandı bünyemde.

Film sahnesini de ekledim bloğa, ama daha görür görmez hatırlayacak çoğunuz. Bu sahneye gülmek harikaydı… “Ha ha ha  memleketin haline bak, ha ha ha… “

Bu kez tam gülerken…

…aklıma bir hikaye geldi…

Bilirsiniz belki de.

Şapkacıyla maymunların hikayesi…Uzun hikayeyi hızlı anlatacağım…

Şapkacının biri bir gün şapkalarıyla ormanda uyuyakalır. Uyandığında ne görsün! Şapkaları maymunlar çalmış, hepsi bir ağacın tepesinde, vals, salsa allah ne verdiyse dans eder dururlar. Adam sinirle hepsine bağırır çağırırken, birden farkeder ki, adam ne yapıyorsa maymunlar da aynısını yapıyorlar. Bizimki uyanık, hemen kendi kafasındaki şapkayı sinirle yere fırlatır.  Taklitçi ibiş maymunlar da aynısını yapar ve hepsi şapkalarını yere fırlatır. Amcam memnun, şapkaları toparlar, maymunlara da el sallar. Taminim, bir kaç da hareket çeker, eller kollar rahat durmaz malum… Evine döner.

Günler, aylar,yıllar geçer. Adam her yerde gülerek bu hikayeyi anlatır, maymunlarla dalga geçerek. Çocukları da bu hikayeyle büyür, akıllı babalarıyla gurur duyarak.

Oğlu büyür, şapkacı olur babası gibi. O zaman fazla seçenek yok malum… Alır şapkaları, dolaşır sağda solda. Tabi masal bu, bir gün dalar ormana. Ve tahmin edeceğiniz üzere, dalar uykuya. Tarih tekerrürü sever, maymunlar gelir şapkaları araklar, ağaçlara çıkarlar. Delikanlı uyanır. Önce şaşırsa da, hemen gururla hikayeyi hatırlar..

Gerisi malum…

Eller kollar, tehdit savurmalar… Ve şapkayı yere fırlatmalar… Ama o ne! Maymunlar oralı olmaz. Oğlan çıldırır, şapkasını yerden alır alır fırlatır tekrar, tepine tepine… Maymunlar karşısında kıkır kıkır…

Delikanlı şaşkın…

Ve o an maymunlardan biri çıkar  der ki delikanlıya…

“Ne yani, bir tek senin baban mı anlattı sandın o hikayeyi?”

Tam 30 yıl olmuş o film yapılalı. 1985 imzalı..

Kimsenin paylaşamadığı o bir tek oya gülmüşüz 30 senedir. 30 sene öncesinde bize dokunmamış o oylar…

O hikayeye senelerce o oyları çalanlar da, çaldıranlar birlikte güldük muhtemelen…

Şimdi daha ustaca çalanlara ilham olurken, biz çaldıranlara pek bir ders vermemiş anlaşılan. Ben de dahil.


Maymunlara verdiği kadar…