21 Ocak 2015 Çarşamba

NE TUHAFSIN BE HAYAT- 1





Ne tuhafsın be hayat!

Çok basit olduğun halde neden bu kadar karıştırırsın herkesin kafasını?

Biri üzülür sevdiği yanında değil diye, dünyanın en büyük acısı yapar bunu kendine. Halbuki bir diğeri göndermiştir en sevdiğini ebediyete, çıkmaz gıkı, gömer acısını kalbine.

Diğeri acılardan bahseder hep, geçmişlerde kalan acılardan, çok yanmış canlardan. Sanır ki tektir dünyada o acıyla yaşayan.  Halbuki kimlerde neler vardır anlatılamayan. Ve zaten bitmiş geçmiştir, her şeyi yıkamıştır zaman. 

Birinin canı sıkılır iki cümleye, küser. Dünyaya küser, her şeye küser, döner arkasını. Halbuki bilmez ki kimselere değil,  sadece kalbine döner arkasını, sadece kendisinden daha uzaklaşır, gider.

Başkası filancayla geçinemez, öteki falancayla. Lâfı geçince burunlar kıvrılır, kaşlar gözler oynar. Halbuki bilmez ki hiç gerek yoktur göz süzmelere, bilumum mimiklere, tek gereken az hoşgörüdür kalplere, kalbin görmesi gereken sadece güzelliklerdir, ve herkeste mutlaka vardır güzel bir yan. Kaş göz oynatılan  şeyler ise aslında sadece yansımalardır karşıdan.

Bir dünya insan, bir dünya hayat, döner dururlar fır fır fır diye… Çarpa çarpa birbirlerine. İllâ bu dünyanın bir sonu olduğunu anlayınca durur bakarlar bir etrafa, “Kimlere neden çarpar dururuz,” diye. Bir anlar gibi olurlar aslında mevzu basit, sonra başlarlar tekrar dönmeye, fır fır fır.

Tuhafsın be hayat!

14 Ocak 2015 Çarşamba

KANADA'YA YERLEŞEN İZMİRLİ'YE KANADA'YA YERLEŞEN ANKARA'DA DOĞMUŞ, AFRİKA'DA BÜYÜMÜŞ, İSTANBUL'DA YAŞAMIŞ BİRİNDEN MEKTUP


Sevgili Kanada’ya Yerleşen İzmir’li,

Karşıma o kadar çok çıktın ki son zamanlarda , eş dost sağolsun, sen de beni tanı istedim. Ben de Kanada’ya altı ay önce gelmiş, Afrika’nın sıcağında büyümüş, İstanbul boğazına karşı 20 sene sefa sürmüş biriyim. İlk kışım burada. Herkes bana, "Daha bekle, kış görmedin," diyorlar. Nedense, sanki sonunda o efsaneleşmiş kışı görsem, yılsam, bezsem haklı çıksalar ne farkedecek, yaşamam gerekeni yaşıyorum işte, insanlık hali.

Haklısın, ben de yeniyim ve daha kışın ilk günleri. Gerçekten muhteşem bir doğası var buranın. Soğuk  olduğu doğru.  Ben ki yazın yorganla yatardım, Afrika sıcağı yabana atılır bir sıcak değildir, kış bilmeden büyüdüm ben. Hafızamda Ankara’mın 70’li yıllardaki soğuğu var eser miktarda.  Çok üşürdük o zaman da. Ama çok kısa bir döneme ait hafıza bu. Sonrası bende sadece Cezayir sıcağı. Ailecek severiz sıcağı, bir tanecik  yeğenimin adı  Sahra,  sen anla bünyemizle sıcağın ilişkisini. 

Ama verdik bir karar ve geldik buralara, sebepleri es geçiyorum, zira sadece o sebepler yeter soğuğu hissetmemeye. Ama o başka konunun yazısı olsun. Bir arkadaşım “Soğuk yoktur, doğru giyisi vardır,” demişti geldiğimizde. Aklın yolu bir, üşümeyeceğimiz garantili kıyafetler aldık. Bazıları ibiş gibi bulsa da, ben zaten modayla pek işi olmayan biri olduğumdan, memnunum  -40’a dayanan üstümden başımdan. Sıpsıcacık,   öyle kat kat giyinmem dahi gerekmiyor.  Bana çirkin de gelmiyor, sadece Vogue’dan fırlamış gibi olmadığım, asla da öyle olmak istemediğim kesin. 

Soğuğu apaydınlık buranın. Güneşi hiç gitmiyor, bunu kimse bilmiyor bizim oralarda. Herkes bir soğuk tutturmuş, ışık kimsenin umurunda değil. Hep ışıklı olmasının ne kadar ruha iyi geldiğini bilmiyorlar. Şahsi fikrimdir tabi, ışık çok önemli, güneş önemli. Kışın güneşin ışığını hep hissetmek öyle hoş ki... Saatlerce yürüyorum, -20’de  dolaştım daha dün, durup fotoğraf da çektim Beaches’de.  Suyu özlüyorum,  zira gözümü açar açmaz denize derdim ilk günaydını, gece yatarken de  yaz, kış fark etmez terasımda az gevşemeden, dünyayla hesaplaşmadan yatağa gitmezdim.  Bir koşu gidiyorum çok özleyince, hep su kenarında oturmayı hayal ediyorum. En büyük özlemim o şu aşamada. 

Kar daha çok yağmadı, ama yağsa da küremem gerekmiyor. Çünkü  apartmanda oturuyorum. Burada herkes kapısının önünü temizlemekle yükümlü. O çok şikayet ettiğin şey aslında hayatın bence özü, temel fikri, olması gereken: herkes kapınsın önünden sorumlu, her anlamda.  Herkes komşusuna karşı sorumlu, sokağına karşı sorumlu. Bize uzak bunlar. Yadırganır tabi ki. Kar küremeyi sevmiyorsan apartmanda oturmayı tercih edeceksin, sorun kalmıyor. Kerem, eşim "Ben hayatta bahçeli evde oturmam," diyor. Zira kendisi ekâbirdir, hayatta  ne kar kürer, ne araba yıkar, ne de mangal yapar, bunların tümü, ve bilumum insanlığa faydası olmayan başka işler insan doğasına aykırıdır ona göre.  Mümkünse başkalarına yaptırır, yaptıramayacaksa teşebbüs etmez. Haklıdır da, çünkü kendini bilir. Ev yuvadır bizim için sadece, ayrıca zaman da kıymetlidir, dolayısıyla ev demek iş demek olmamalıdır. Ama sefasını sürecek bir özelliği varsa o zaman da şikayet edilmeden yapılır. O terası boğazın hatırına senlerce bayıla bayıla temizledik, onlarca çiçeği hep  söylenmeden suladık senelerce. Bahçeli ev tercihinse,  dikenin de seveceksin, hayat böyle kocaman bir terazi, neyi neden tarttığını bilmen koşuluyla...

Ha, kendimi biliyorum bu nedenle araba da almadım. Zaten harika şoför sayılmam,  ben mümkünse araba almayayım. Hiç sevmedim trafiği, İstanbul'da da tercihim toplu taşımaydı. Bu yadırganan bir şeydir Türkiye'de, nedense , ait olduğumuz sosyal sınıfımız için toplu taşıma münasip görünmez. Ama ben vapur, metrobüs, minibüs, dolmuşçuydum. Burada da yadırgamadım. 

Hele karda kışta. Oturacağımız yeri ulaşımı kolay olan bir yer seçtik. Zaten toplu taşıma gayet kolay, ve her yere ulaşıyor. Taksi var, Uber var, Zipcar var, araba kiralama var. Öyle 3000 dolar hasarı olacak araban yoksa için rahat ediyor biliyor musun. Benim tercihim bu: araç beni bir yerden bir yere götürecek bir şeydir, benim olması şart değildir.  Kazasıyla, kaskosuyla ne uğraşacağım ki, böyle bir tercihle ne araba, ne kaza, ne masraf derdim var.

Artık karşıma çıkıp durma, belli ki burası sana uygun değilmiş, öyle de geç. Herkes çok eğleniyor yazınla,  ve soğukta yaşamamış arkadaşlarım  gerçekten nasıl bir şey bu kadar soğukta yaşamak diye merak da ediyor.  Elif soğukla nasıl başedecek diyor beni düşünen, sıcak sevdiğimi bilen kalpleri. 

Aslında sana yazıyorum dediysem de, sanırım ben arkadaşlarıma  yazdım bu yazıyı: merak etmeyin tatlı arkadaşlarım, İzmir'li değilim, bir yerli saymıyorum kendimi, her yerliyim gibi geliyor bana. Ve herkes kendi tercihini, gerçek tercihini yaşarsa bu hayatta, o gerçeğin her şeyiyle daha kolay baş ediyor diye düşünüyorum tüm kalbimle. 

Biz tercihimizden şimdilik memnunuz. Her yerin olduğu gibi, güzellikleri de var, nahoşlukları da. Neyi seçerse kalbin işte, peşine takılıyorsun. Ben inceliklerini paylaşmayı tercih edeceğim arkadaşlarımla. Hoşuma gitmeyenleri de yaşamam gerekiyormuş deyip, becerebildiğimce alacağım dersimi, önümdeki maçlara bakacağım...Bu saatten sonra hep yapmayı hayal ettiğim gibi...

İzmir'e selam benden sevgili İzmir'li...Dönmüşsün madem, sana mutluluklar İzmir'de. Yolun düşerse beklerim,  lâflarız havadan, sudan...

YÜN VAR, ŞİŞ VAR, BEKLERKEN ÖRER MİSİNİZ?

görsel: www.young-germany.de, Almanya Gerilla Örücüleri'nden


“Burada hastanelerde yünler şişler varmış” , dedi dün bir arkadaşım. “Beklerken insanlar bir şeyler örsün diye”.

Böyle küçük küçük farklılıkları var buranın, başka bakış açıları var. Soğuğun geyiği dönüp duruyor ortalıkta, ben de bu detaylardan bahsedeyim dedim. Benim algıma takılan ve aklımda bir süre dolaşan detaylar bunlar. Genele tezat.

Hastanede bekleyenlere, hastası olanlara, tahlil yaptırmak için bekleyenlere yün ve şiş. “Çok bekleniyor, “ dediler hastanelerde. Sağlık  devletten. Bu herkese eşit sağlık düzeninin artılarını,  eksilerini herkes tartışa dursun, ben yünle şişteki zerâfete takıldım. Kendim görmedim, belki sadece bir hastanede var, onu da bilmiyorum. Ama bir tanede dahi olsa, o yün ve şişteki insaniyete vuruldum.

Beni ancak devlet hastanelerinde çok hasta başı bekleyenler anlar. Bırak devleti, özelde dahi olsa, hasta başı beklemenin derin hüznünü yaşamışlar anlar. 

En sevdiğinin başını beklemektesindir. Yalnızsındır, gelen giden olsa da, kimse kalmayıp, ışıklar kısıldığında camdan sızan ayışığıyla dertleşenler anlar. Uyku azdır o gecelerde, koridorlardan süzülen buz gibi floresan insanın içini üşütürken sessizliğin kırallığında hemşire ayakseslerinden başka ses yoktur. Bu yüzden tüm içseslerini duyarsın. Şanslıysan “sabır”dadır vurgu, değilsen fena. Ayışığı beyaz, floresan beyaz, ölüm beyaz. Hepsi bağırırsa bir ağızdan, o zaman fenadır. Uyku haramdır. Uyursan başka âlemlere gidebilirsin, ve o odaya geri dönüşü sevmeyebilirsin. Okumak iyidir, kafayı toplayabilirsen, ama zordur kafayı hayra çalıştırmak. Hayal gücünün fantezileriyle savaşa girdiğinde zordur bir şeylere konsantre olmak.

Hasta başı beklemiyorsun farzet, bir derdin var  ve on dakikaların on yıla bedel olduğu tahlil kuyruklarında bekliyorsun diyelim. Yanındakilere bakıp kim senden önce gider hesabı yaparken hesaplar karman çorman olduğunda, kafan karıştığında, o kafan Nobellik romanlar yazmaya başladığında, şu meşhur anda kalmak zorlaştığında zordur zamanla savaşmak.

O hastanelerdeki şiş ve  yünde hissettiğim zerafeti  siz de görebiliyor musunuz? Hastayı, hasta yakınını insanlaştıran detayı kastediyorum.   Beklerken örüyorsunuz, kafa duruyor bir kere. O ördüğünüz bere, atkı, örtü her neyse, bir başkası gelip devam ediyor belki ve kendi derdinizi bırakıp bir üşüyene faydanız olacağını düşünerek örüyorsunuz. Hem kendinize faydası var, hem tanımadığınız birine. İhtiyacı olanlara gidiyor o örülenler. Bunu ruha faydasını hissedebiliyor musunuz? Anda kalmanın en beleş halini, bu kadar küçük bir detayın kocaman faydalarını hissedebiiyor musunuz?

Mikrobun ötesine geçip görebiliyor musunuz ?  Ben şahsen mikroplara pek takılmayan, her yerde olduklarını bu yaşımda kabullenmiş biri olarak bu konuda genelin dışına düştüğümün farkındayım, bu nedenle bu konuyu kimseyle tartışmam. Zira mikroptan ya da başka bir şeyden korkan biriyle tartışılmaz, korkusu her şeyin üstündedir. Bu dünyayı yöneten olgudur korku. Nefret bile değil insanlığın başına örülen çorapların kaynağı, korkudur. Ama bu bambaşka bir konudur. Üstüne sık sık geldiğim bir konudur, bkz: Deterjan Adam yazım.

Hep koşturmanın, işe yaramanın, çok işi bir arada yapabilmenin matah bir şeymiş gibi pazarlandığı, ama bir yandan da bunun yarattığı travmaları  başka öğretilerle dengelemeye çalışan, “anda kalma”yı anlayabilmek  için amansız bir mücadele veren çağdaş kadınının dünyasında yeri olmayan aktivitenin hastaneye düşmüş hali çok şeye kâdir.  

Ben sanırım buranın en çok bu küçük detaylarındaki büyük anlamları sevdim...O kocaman soğukları ısıtan detaylar bunlar.. benim için...

Farkettikçe paylaşmaya devam edeceğim.