26 Nisan 2016 Salı

KALBİN SINIRI






kalbine öğretilen kadar anlar insan,
o kadar duyar,
o kadar görür,
ötesini haykırır.

sussa,
duysa,
sevse,

keşke.


tüm kalbini duymaya ahdedenlere, en azından yılmadan deneyenlere gelsin...

4 Nisan 2016 Pazartesi

ELİF'İN MASALI ÜSTÜNDEN TORONTO MASALCILARI



Bir varmış , bir yokmuş...

Ülkelerin birinde bir masal festivali varmış...

Bizim Elif de bu festivalin yolunu tutmuş...

Sonrasında da cin çarpmış gibi olmuş.

Masal olayına önce Toronto’da giriş yaptım ben geçen sene. Malum, ele güne yabancıyız. Çok insan tanıyabildiğim doğrudur. Amma velâkin baktım bu “çok insanlar“ haftasonu akşamı gelince, “Bir şey yapalım mı?” diye aradığımda bir yıllık programlarına bakıp bakıp, “Hmmm, tatlım mâlesef Eylül’e, Ekim’e , seneye  kadar doluyuz” demeye başladıklarında anda çıktı Toronto Masalcıları karşıma. Şansıma, tam da  hayati önem taşıyanlar dışında program yapmayı çok şükür durdurduğum anda gelmiş bulundum buraya. O kadar önden program yapmadığım için de, ibiş gibi yanlış tarihte kapıları çalmaya yeltendiğim de vakidir.

Neyse, bu masalcılar bana kucak açtılar, izzet ikram da yerinde, her Cuma takılmaya başladım kendilerine. İki saat boyunca bir dolu masal, bir dolu ülkeden masal... Bir senemin haftasonları sayelerinde renklendi.

Buranın bir güzelliğinin de bu çok seslilik olduğunu hatırlatan bir aktivite masal festivali.
Herkes başka bir yerden kaçmış, gelmiş, göçmüş gelmiş. Ama ne hikayeler, anlatamam. Hepsi roman mahiyetinde. Uganda’da onüç yaşında çocukken yılan kuyularında saklanan güldürerek anlattı  hikayesini, Afganistan’da üç kere sınırdan kaçmaya çalışıp, sonunda yakalanan babasının başına silah dayandığını gören kız da ağlatarak anlattı. Etyopya’dan köle  kız çocuk kaçırıp, sonrasında o kız rüyasında kardeşini gördüğünü iddia ettiği için, tekrar darbe altındaki ülkeye gidip kızın kardeşini arayıp bulan kadın da anlattı başka hikaye. Hiç biri kurgu değil... Hepsi dünyanın bir yerinde hala yaşanmakta olan dramlar.

Ve ben şunu düşündüm: başkalarınınkine göre büyük sandığım kendi dünyam da ne kadar küçük, dünyanın bunca hikayesinin yanında. Giderek zaten "ben" olduğumu sandığım çok şey soluklaşıyor, anlamsızlaşıyor. Sinirlendiğim, üzüldüğüm, kızdığım şeyler önemini hızla yitiriyor. Bütün bu hikayelerin tümünde o kişilerin hâlâ hayatta olmasını sağlayan öyle büyük bir “iyilik” var ki, diğer her şeyi yerlebir ediyor. Ve hepsi karşımda “Bize bak, bize bak. Dikkatini bize ver” diye bas bas bağırıyor.

Gayipten sesler bunlar... Kerem tırsmakta haklı mı diye düşünmüyor değilim bazen.

Neyse, sizi bir masalla uğurlayayım bu yazımda. Anlamlı bir masal, benim bu masalcılara ilk gidişimde dinledip pek de şaşırdığım, epeydir sizlerle paylaşmayı istediğim, varlığından haberdar olmadığım bir masal: İsmim Elif'in masalı.

Ailesi İzmir’den  göçmüş bir yahudi masalcı anlattı ve tabi ki masalın orjinalinde arapça kelimeler kullandı. Ben kendimce uyarlamaya çalıştım. Bir detay daha, arap alfabesi de, ibranice de  Sami dil ailesinden geliyor, anlatan kişi yahudiydi, ve bu masalı da Kabala başta olmak üzere birkaç kaynaktan kendisi derlemiş.

Bütün harfler tanrının huzuruna çıkmışlar, bir dertleri varmış... Bir baş harfe karar vermek lâzım, başsız olmuyor. Ama kendileri halledememişler, arıza çıkmış. Kaşlar , gözler yarılmaya başlamış, "M"nin ayağı kırılmış, "g"nin gözü patlamış falan filan, hayal edin işte. Bakmışlar olacak gibi değil, onlar da gidelim soralım şu tanrıya, bize hakemlik yapsın, demişler.

Tanrı almış hepsini karşısına, demiş ki:

-Peki herkes bana kendini anlatsın madem öyle, en baş harf olmayı hakediyor mu söylesin.

Harfler başlamışlar teker teker kendilerini methetmeye.

Örneğin “Ba” çıkmış, demiş:

-Ba, “bağışlayıcı”nın ilk harfi, en büyük meziyetlerden biri, ben olmalıyım.

“Ta” çıkmış, demiş

-Ta, “takdir”in başharfiyim, daha ilahisi yok fiillerin.

Böyle sürmüş gitmiş, bütün harfler kendilerini anlatmaya doyamamışlar. Derken harfler tükenmiş, sanırken, tanrı bir bakmış, köşede bir minik çubuk saklanmış, sinmiş, sessiz sessiz duruyor, yeltenmiyor bile ortaya çıkmaya.

-Peki, sen hangi harfsin direkçik, neden talip olmadın başharfliğe, susar durursun kenarda?

-Benim adım  “Elif” demiş, beriki...Susuyorum, çünkü biliyorum ki ben ne söylersem söyleyeyim, herkes ne anlamak isterse onu anlıyor, yani bir önemim olduğunu düşünmüyorum, demiş...

Ve ta, ta, ta , taaaa...Tanrı tevazusu ve bilgeliği sebebiyle onu  başharf yapmış...

Ya... İşte öyleymiş Elif’in hikayesi....Hoş değil mi? İsmimi hep sevdim zaten.


Bir sonraki masalımıza kadar hoşçakalın...

1 Nisan 2016 Cuma

KAÇMAK BAŞKA, GİTMEK BAŞKA



Bu mektubu 2014'te bir arkadaşıma yazmışım. Memleketten kaçmak isteyenler hakkında, o zamanlar Türkiye'deydim hala. Şimdi bu mektup karşıma çıktığında farkettim ki, iki senedir Kanada'da olmama rağmen, hislerim hiç değişmemiş. Memleket tarifi zor bir gerçekdışılık yaşıyor, ben uzaklaşmışım, ama hala "iyi ki geldim" diyemiyorum. Ha, bir tek  "iyi ki geldim"im var , o da Ayşe'nin eğitimi için çok çok iyi bir şey yaptığımızı düşünüyorum. Zaten maksat buydu. Ama insan da bütün sevdikleri oralardayken, buraya da tam gelemiyor...

Kaçmak başka, gitmek başka... Çok başka...

Öyle çok arayan oluyor ki burada bizi: "Nasıl gittiniz, ne ettiniz?" diye. Bu sebeple, karşıma bu yazı çıkınca bir düşündüm üstünde.
Gelmek isteyenler de düşünsünler. Nereye gidersen peşinden geliyor bir şekilde memleketi insanın, ki en "memleketsiz ben" bile hissettim o acımasız takibi.  İçine doğduğumuz coğrafya böyle malesef.  
Bu coğrafyayı beğensek de beğenmesek de, nereye gidersek gidelim, her bir detayını objektif bir kalple  iyice anlamadan, öğrenmeden, hissetmeden gittiğimiz yere bizimle birlikte götüreceğiz. Zor günlerden geçiyoruz. Bunca senedir gözümüzü kapattığımız her şeyin gözünün içine dik dik bakma zamanı. Bize anlatılanların hepsi ters yüz oldu, aslının astarının ne olduğunu tarafsızca, korkusuzca anlamaya çalışma zamanı. Güzel olan taraflarını çoğaltmaya çalışma zamanı. 

"Zor ve imkansız" kısıtlamalarına kulakları tıkayıp, nerelerden güç alacağız ona bakmalı. Ufak ufak, sabırla çalışmalı, söylenmeden, korkmadan...Dünyanın neresinde olursak olalım...Zaten bunu insanlık için yapmalı. Ne yapacaksak yapalım bu dünya için,  ilk tercihimiz köklerimizin olduğu toprağa çalışmak olmalı...
Gelsen de kalsan da, zihniyet bu olmalı....Diye düşünüyorum...
Buyrun mektuba: 

"Zafer, biz de kızı haziranda Kanada'ya götürüyoruz, lisede olduğu için 2 sene ben de kalacağım. Beni arkadaşlarım vatanını sevmemekle suçlarken sessiz kaldım. Zira vatan millet tipi hiç değilim. Sınırlara inanmam, kurumlara da pek inanmam, eğlenceli hallerini severim sadece...Kuralları bana göre değildir..
Türkiye'de de büyümedim. Ama burada yaşamayı seviyorum, seçimim burası: kızıma daha kaliteli bir eğitim istediğim için bu organizasyonu yaptık. Daha kaliteliden anladığımsa, listelerde yukarıda olan , yüksek punalarla girilen okullar değil. İnsiyatifin kendi elinde olduğunu anlayacağı bir eğitim sistemini kasdetiyorum, ezberci, sorgulamayan, şövenist milli eğitimi hiç sevmedim malum. A,B,C'lerle sulandırılmış bu sistemi hiç sevemedim. Her şeye kendi başına karar vereceği bir sistem istedik. Ödevlerini bu nedenle hiç mi hiç yapmadık. Kararlarını kendi vereceği bir dünyası olsun diledik, tek yarışı kendisiyle olsun istedik, nede kaçıncı geldiğine hiç kafasını çevirip bakmasın dahi... Sadece neyi neden yaptığını bilsin istedik.
Burada büyümediğim halde, Yunus Emre'ye de, Karacaoğlan'a da, Ahmet Hamdi Tanpınar'a da çoğu arkadaşımdan daha fazla aşinayım. Hatta türkçem bile daha iyi iddia ederim. Bir noktalama işaretleriyle başım belada. Dört sene başka diyarlara gidip de dilini unutanlardan, kelimeleri yuvarlayan, ecnebi sözcükleri kullananlardan hiç olmadım. Tam 6 sene, hem de 11-17 yaş arası yurt dışında yaşadığım halde.
Gezi'den beri halim ortada. Beni zamanında yargılayan arkadaşlarımı ikna edemedim sandıkları beklemeye, sanırım şimdi anladılar ama beni, kaçma planlarında olmadığımı. Ufak tefek girişimlere yardım etmeye destek olmaya gayret ettim, güzel küçük şeyler yapanlara, başka da bir şey gelmedi elimden.
Kontrolün insanın kendi elinde olduğunu hissetmesi, kendine inanması , kaderinin kendi elinde olduğundan emin olması çok önemli. Çoğu insan kötü niyetli değil, ama biri gelsin yapsın istiyorlar. Ve beklerken de kızıyor, üzülüyorlar. Ben de onların üzülmesine üzülüyorum.
Kaçmak, gitmek isteyenlere gelince ise bilmiyorlar ki, gittikleri yerde de kendi hak ettiklerini yaşayacaklar. Kaç, kaç nereye kadar, kendilerinden kaçabilecekler mi? Nereye gitseler, onlara ne verilirse onu yaşamak zorunda olacaklar hep, artık şanslarına ne çıkarsa. Daha iyi, kalanlar da gücü ellerinde hissedenler olacak, daha iyi olacak aslında. Daha terkedilecek halde değil bu ülke. Cezayir'den kaçmak zorunda kalmıştı herkes, amma velakin onlarla bir değiliz, onlar hep sömürge olmuşlar, bizde ise durum farklı, alın teriyle kazanılmış bir cumhuriyet burası... Ve bizim sadece unuttuğumuz bazı şeyleri hatırlamaya ihtiyacımız var...
Herkes kendi ilgi alanında bir konuya odaklanıp, bir şeyler yapacak. Buna o kadar çok inanıyorum ki, yapmayanları da suçlamadan amma... Herkesin ne gücü, ne enerjisi aynı... 
Yakınmalara, sızlanmalara kulakları kapatacağız...

Gerisi teferruat. Aklı , kalbi çalışan herkes işbaşında olacak, iki gündür gözlemim budur. Ve çok umutluyum...
Gidenler de gitsin...Adam gibi olanlar fiziksel olarak uzakta da olsa, zaten buradaymış gibi davranacak...
O saydığın arkadaşlarına da kocaman sevgiler.... "


AĞAÇLARIN ALTINDA



AĞAÇLARIN ALTINDA

Son perdenin ilk sahnesi:
Yerde bir oğlan,
elinde bir somun,
üstünde akbabalar
uçuşup duran.

Ne onbeşini bildi oğlan,
ne ardindan dönenleri.
Kanatlardan tek ses çıktı:
"Yaşasın kan, durma nemalan!"
Silahlar patlar.
Cocuklar cocukları vurur.
Akbabalar savuşur.
Perde iner.