25 Ekim 2014 Cumartesi

REALİTEMİZ = DÜALİTEMİZ


Kafamda deli sorular, sağa sola çarpıp duruyorlar. Diyorlar düşünme… Nasıl düşünmez insan? 

Hayat dualitelerle dolu diyorlar… İyi-kötü, güzel- çirkin… bana bunlardan bahsediyorlar…

Ben diyorum , sizin dediğiniz gibi değil o düalite…

Bir Ortadoğulu için , bu dedikleriniz değil düalite diyorum..

Birim realitemiz de başka, düalitemiz de…

Bizim düalitemiz bizim çocuklar- çağdaş çocuklar, veya bizim kızlar- çağdaş kızlar, veya bizim komşular- çağdaş komşular, veya bizim adamlar- çağdaş adamlar… bizim hayatlar- çağdaş hayatlar, bizim ölümler- çağdaş ölümler. 

Daha binlercesini sayarım bu düalitelerden…

Bizim askerler- çağdaş askerler mesela.

Üç genç ölmüş bugün.

Ben çocuktum… Onlar ölüyordu…

Ben ergendim…Ölüyorlardı…

Ellimdeyim… Hala ölmekteler…

Bizden uzakta ölüyorlardı. Onları görünmez yapan tek şey buydu… Ancak şöyle kırkı, ellisi bir arada ölecekti ki, kafamızı doğuya az çevirelim bakalım… 

Burada bir asker öldü.  Sadece bir tane… Tövbe ama dalga geçesi geliyor insanın!  "Bir taneden olay mı olur?" diye. Alışmışız onlarcasının sessiz sessiz gömülmesine.

Ne diyeyim daha? 

Tek düaliteye indireyim dilerseniz olayı: 

Bizim insanımız- çağdaş insan: iki apayrı uçta...

Çağdaşız çağdaşız, kendimiz kandırdık durduk. Yemişim çağdaşlığını  Türkiye’min… Ben size diyorum yaşım ELLİ! Delikanlılar hep ölüyordu… Kızlar hep çocuk gelin oluyordu, gençler  saçma sapan şekillerde kayboluyordu, kadınlar hep sokaklarda kurşunlanıyordu… Biz ise hep konu komşuyla alakalıydık…Annemin döneminde yılanderileriyle, incileriyle, bizim dönemde Burberry'leriyle, Hunter'larıyla, Prada'larıyla…Aldıklarıyla, yedikleriyle, içtikleriyle…

Onlar hep ölüyorlardı!!! 

Biz ise sadece ve sadece ekonominin ne alemde olduğuyla alakadardık… Toplum insandan ibaret, paradan puldan değil, anlatmaya çalıştığında ise ekonomi tahsilin yoksa kimse kale dahi almazdı…Bir toplumda en itibar gören meslek bankacılık olur mu ya? Benim ilk çalışma yıllarım buna denk geldi, annem  bile beni hep banka müdürü görmeyi hayal etti…” Ya anne mimardan banka müdürü nasıl olsun?” dedikçe, yılmadı beni her bankaya mimar olarak sokmaya çalıştı işe yaramayan torpilleriyle… 

Bankacı arkadaşlarım alınmasın, her meslek saygıdeğer, ama kabul etsinler ki, o gelişmekte olduğunu sandığımız ekonomimizin en parlak sanılan Özal döneminin en rağbet gören, en kıymetli mesleğiydi bankacılık… Muhtar Kent de en emrenilen lider… "Dünyanın ağzına sıçan “şey” in en baba simgesinin başında olmak nasıl imrenilecek bir şey olabilir?", diyenlere "Bu da bir boktan anlamıyor!" gözüyle bakılırdı...

Nasıl olabilir de hep en zenginler "başarılı" sıfatına layık görülürdü? Yanıt basit: Sadece ve sadece daha çok “para” istenirse görülür. Daha çok para ne için? Daha çok satın alacağız, mesela avokadoyu beş ayrı şekilde kesen bıçağımız olacak, çağdaşlık gereği…

Oysa diyorum size: Delikanlılar hep ölüyordu… Kızlar hep çocuk gelin oluyordu, gençler saçma sapan şekillerde kayboluyordu, kadınlar hep sokaklarda kurşunlanıyordu…

Biz çağdaşlığı yeni kaybetmedik, hiç bulamadık ki kaybedelim… Sadece onlarca yıldır boyun tutulmasından, kafayı sağa sola  çevirmeyi unuttuğumuzdan görmemekte ısrar ettiğimiz  her şey anca bu kadar gözümüze sokulması gerektiği için fark ettik…

Kendi kuşağıma sözüm… Üç beş dil konuşmayı çağdaşlık sananlara… Bir ayağı Avrupa’da olmayı çağdaşlık sananlara… O zorla girilen üniversite sıralarının kıymetini bilmeyip,  o sıralarda olmaya çok ihtiyacı olan bir kızın hakkını yiyen ve bundan şu an kendini sorumlu hissetmeyen  hemcinslerime… Güzel restoranlarımız olmasını çağdaşlık sananlara,  ya da rezidanslarda oturmayı, evlerinde kimselerde olmayan alet edevat çöplüğüyle gurur duyanlara.

Herkes borçlu o ölen delikanlılara, 12’sinde gerdeğe giren kızlara, gözaltında kaybolan çocuklara, sokakta kurşunlanan kadınlara.

Düalitenin "çağdaş" tarafına geçmek adına. 

Bir insanın bir dünya kadar değerli olduğu yerde başlıyor çağdaşlık, kendin kadar değerli olduğunda. Bir "can"ın kıymetinin, tüm toplumun kıymetini yansıttığını anladığında, sorumluluğunu hissettiğinde başlıyor. 

Herkesin elinde  bir şey gelir, yeter ki olanlardan az da olsa kendini sorumlu hissetsin, en azından bu saatten sonra.



8 Ekim 2014 Çarşamba

KEÇİNİN ŞAŞKINLIĞIYLA, SAVAŞIN ACISIYLA YAZILMIŞ TUHAF BİR YAZI



“Balkondan keçi düştü, altında kalan çocuk öldü”

Çocukken kim, nerede, nasıl oynardık, bir öncekinin ne yazdığını kimse bilmezdi,  absürd cümleler kurulurdu. Absürdün ne olduğunu bilmezdik, ama gülmeyi bilirdik.  İşte sanki bu oyundan bir cümleydi bu.  Keçi, balkon ve çocuk kelimeleri  gayet normal bir şeymiş gibi, yan yana dizilmişler, ekrandan bana bakıyorlardı iki gün önce aval aval… Gözlerimi kaçırmak istedim, hani görmemem gereken bir şeyi görmüşüm de birden ne yapacağımı bilememişim gibi. Bünyem otomatik tepki veremedi, parazit yaptı. Hazin bir parazit.

Eskiden olsa “Ha ha ha! Habere bak!” diyeceğim türdendi. Severiz bu haberleri milletçe. Aziz Nesin olmamak ayıp güzel ülkemde. Ama bu kez gülemedim,  “Ne şaşırıyorum ki,” dedim…

Daha absürdü sergilenmekte aylardır topraklarımızda dedim…

Kaç gündür içim yana yana izliyorum olanı biteni. Kızmıyorum artık, o kalmadı hiç. Ama iç sızısı daha derine daha derine gitmekte. Sanki bir bıçak böyle yavaş yavaş kanırta kanırta girmekte kalbime . Eminim çoğumuz aynı histeyiz. Kızanlar da zaten üzüntüden sapıtmış halde, herkesin tepki şekli farklı.

Ben de size içimi az dökeceğim, uzaktan hele hepten zormuş. Buradan üzülmekle, oradan üzülmek aynı değil inanın. Daha sakin oluyor uzaktan üzülmek, daha bir hazin oluyor…Yani bana öyle oluyor diyeyim, genellemeden uzak. 

Neyse, düşünecek çok vaktim var burada. Ben de düşündüm, “Ulan, dedim, şu toplaşıp balkonda oynaşan güruha bir bak Elif!” Ve baktım hepsine. İşte bu keçi, çocuk ve balkon misali, bence sapır saçma bir sürü şey  yan yana dizilmişler karşıma aval aval, neler gördüysem aynen yazdım, buyurun size balkondakiler:

-IŞİD: Müslümanlıkla alakası olmayan, bunu dünya alem bilse de kimselerin bir türlü toplaşıp “Hadi len! İşinize! Uzayın, gidin ötede bayılın, çok oldunuz!” diyemediği bir Işid. Kara saçlı, kara gözlü, kara kalpli. Kaç çocuklu, yok yoksul ailelerden muhtemelen, ana babalarının gözlerinden kaçmış, bir köşede oynaşırken birilerinin dikkatini çekmiş, “Bunlardan iyi öldüren silah olur!” denip, koyun gibi toplanmış, aynı kazana konup beyinleri yıkanmış,”Hadi  önce giden kazanıyor, bir an evvel ölün de cennetten yer kapın” diye kandırılmış bir dolu delikanlı. Bilgisayar oyunu hastası gibiler gözümde, ama Tamogachi besleyenlerden… Bence gelmiş geçmiş en sapık oyun oydu, en kanlısından bile daha acımasızdı. Sanal hayvanlar pıtı pıtır pıtır ölüyorlar, yenisi alınıyordu, hatırlarsınız. Bu “üç kuruşa hayat”  oyununun anormal olduğunu çok az kişi idrak etti zamanında ki best seller olabildi o oyun. İşte normalleşen vahşetin ortadoğudaki tezahürü oğlan çocukları benim gözümde Işid. Zavallı oğlan çocukları, kızlar o kadar kolay kandırılamıyor…O nedenle dertler hep kızlarla. Neyse bu ayrı konu.

-SURİYE: Arızaların bol olduğu bir apartmandaki komşular  misali, biz ve Suriye…  İş düştüğünde methiyelerin havada raksettiği, ama genelde apartmana hakim olan fırtınalı havadan nasibini alanın “Yok senin böreğin, benim veledim, yok onun kocası, bunun gürültüsü…” bahane edip kapısını açanın yüzüne tükürmeye hazır beklediği, kimin kimden yana olduğu asla bilinmediği , o benim dahi seyretmediğim dizilerdeki türden ilişkiler…(Bir zamanlar dizilerden kendimi alamazdım, bilen bilir, reklam aralarında bile yerimden kımıldamadan seyrederdim) Ama içsesim hep bunları dinleme, bunları seyretme demiş bana, ki bin şükür öyle komşu olmadım hiç. Birbirini hep kıskanan, pastada, börekte, temizlikte hep en iyisi olmayı hedefleyen , en korktuğu şey altta kalmak olan, müteahhitin zengin hanımına hep yaranmaya çalışan komşular…

-KÜRTLER: Benim çocukluğumun üçlüleri meşhurdu. Bunların eğlencelileri Üçhüreller, Cici Kızlar, Modern Folk Üçlüsü , Mazhar-Fuat-Özkan iken bir de korkulan bir üçlü vardı:  PKK- Öcalan- Kürtler üçlüsü. Diğer üçlüler genelde Türkiye’deki yerlerini hep korurlarken , bu sonuncusunun algısı zaman içinde çok değişmiştir, Einstein nur içinde yatsın, zaman boyutu bunu epey etkilemiştir. Çocukluğuma ışınlanıyorum:  bizim bildiğimiz Öcalan, asla Öcalan diye anılmazdı bir kere, onun bizdeki adı Bölücübaşı Öcalan’dı. Bu ona  benim memleketimin vermiş olduğu sıfattı. Televizyon spikerler hep öyle derdi. Başa her gelen bizde eskiden fazla şey bırakmamaya özen gösterirdi, tüm kadrolar hep yenilenirdi, buna alışığız biz, ama hiçbir dönemde esen rüzgar bu kadar kasırgamsı olmamıştı. Şimdi Bölücübaşı gitti malum Sayın Öcalan oldu. PKK hep kakaydı. Hep terör örgütüydü, ve her Kürt işimize gelmediğinde potansiyel  PKK olarak görülebilirdi, bu ayıp bir şey değildi. Konu hassas, bu nedenle memlekette  o zamanlar hakim olması istenen algıdan bahsettiğimin altını çiziyorum. Öğretilen tarihin aslında  iktidardakilerin tarihi olduğunu bilmediğim zamanlardan…  Ve sanırım Kürtlerin birbirlerine anlattığı hikayeler de başkaymış. Bu hep karşılıklıymış. Bunu büyüdükten sonra o yöreye yaptığım  bir dolu seyahatten, bir dolu kürt dostum olduktan sonra anladım. Oralarda neler olup bittiğini anladıktan sonra anladım.  Gün oldu devran döndü, dünya küçüldü, çoğumuz anladık ki aynı dünyayı , havayı, suyu paylaştığımız herkes gibi onlar da etten, kemikten, kalpten insanlarmış. Onlar da yavrularını bizim sevdiğimiz gibi sever, onlar da bizler gibi aşık olur, onlar da bizim gibi doğar ve ölürmüş. Çoğumuz anladı sanırdım, ama bazılarımız ayıp olmasın diye anlamış gibi yaparmış…

-AMERİKA: Ortadoğulu’yu Ortadoğulu’dan daha iyi tanımasıyla ünlü bir tür mikser.  Sadece zayıf halkalardan beslenen, aklı en çok fitne fücüre çalışan, şekerli bir içeceği dünyaya şifa diye kakalamayı becerdikten sonra, “allasam pullasam anamı bile satarım” mantığının işe yaradığını fark edip, önüne geleni satmayı hayat amacı yapmış bir tür satıcıdır, bizim dilimizdeki karşılığı ise çok okkalıdır, ama neme lazım, blogda yaş sınırı yok, telafuz etmeyeyim. Bu da Einstein’ın teorisine tabidir gözümde, zaman içinde çok değişen bir algısı olmuştur bende. Uzun süredir, insanlarını tenzih ederek söylüyorum bunu,  devlet sıfatıyla   tamamen   dış kapının mandalıdır gözümde. Ama öyle bir mandal ki, maymuncuğa dönüşebiliyor ve nereyi isterse, te oralardan üşenmiyor, zort diye dalabiliyor içeri. Zorba yani bildiğiniz… Anthony Queen kadar da yakışıklı değil bence…

-TÜRKİYE HÜKÜMETİ:  Türkiye demedim, zira bunlar başka bir klan . Bunlar biz değiliz hepimiz biliyoruz, ama bunlar o kendilerinden saydıklarından da değiller aslında. Bunlar uzaydan diyeceğim, uzaylılara ayıp olacak… Devlet desen devlet değil, ne desen , o değil…Ben aslında devletlere  ehemmiyet vermem, inanmam, insan uydurması derim, bana her “Ama düzen, nizam, intizam,” diyene de, hadi oradan derim, sınır sevmem, sınır seveni de sevmem. Ben insan seveni severim, insanı önemseyeni, herkese selam verebileni severim, talep etmeden verebileni severim, böcek dahi öldürmeyeni, yemek yerken şükredeni, inanan, inanmayan herkesi kucaklayabileni, ortalık karıştırmayanı, kendini bilmese bile başkasını yermeyeni, ayırmayanı,  tüm bunları yapamasa bile, ben misal, yapma gayreti içinde olanı, bir gün yapabilme hayaliyle yaşayanı  severim… Sınır sevmem, sınırlarının her anlamda can yakıcılığını sevmem. Bu sebepten bu başımızdaki tayfa hakkında tek söyleyeceğim şey: bunları gusülhanede iyice paklamak gerekiyor, herkesi kırklıyorlarsa, bunları yüzkırklamak falan gerekiyor…öyle bir pislenmişler ki, öbür tarafa almazlarsa ne yapacağız bilemiyorum…Zaten biz bilemeyiz, onu da Allah bilir deyip geçeyim.

Haklarında  yazmak ya da konuşmak  hiç içimden gelmiyor, sebebi dönüp dönüp kendimizde arasam da bu  da tamamen beni ilgilendiriyor. Sebebi dışarıda aramanın sadece kısır döngünün ivmesini arttırdığını düşünüyorum... Ve inanın çok düşünüyorum, içimden gelen sesler beni öyle gerçek olmayan maceralara atmasın diye biraz daha durulmayı bekliyorum… Önce herkes kendisiyle barışacak, bundan her geçen gün daha emin oluyorum. Çağdaşlığın rol modeli Muhtar Kent, Steve Jobs gibiler değil de, Gandhi olduğu gün dünya bir adım atmaya başlamış olacak. Yol uzun, ve meşakkatli... Peygamber de gelmeyeceğine göre bu saatten sonra, dönüp kendine bakanlar birleşecek, başka yolu yok...Tamam konuyu  daha da açmıyorum, bu başka yazı konusu olabilir ya da olmaz bilemem, ne zaman bunu desem hep eşten dosttan fırça yiyorum, ama yaşadığımız her şeyden mesul hissetmenin gelişimin ilk kuralı olduğunu düşünüyorum, başka bir dönüşüm şekli bilmiyorum henüz. Zaten ikinci kuralı da henüz  bilmiyorum... 

Neyse…

İşte bunların hepsi bir balkonda haybeye  itişip kakışırken , balkon tepe taklak oluyor…hoop cumburlop, kasap, keçi, günahtı, sevaptı, Işid’di, Suriye’ydi, Kürt’tü, yok cennete kim gidecekti, hurileri, toprakları, petrolleri kim kapacaktı derken olan aşağıdakine oluyor. Yukarıda saydığım ve aynı cümle içinde neden bir arada bulundukları ilk bakışta pek de net anlaşılamayan “şey”lerin altında kalan, kafasına keçi düşen çocuk da benim zavallı güzel ülkem oluyor…

GÖRSEL: Beyaz Ev Ağva'dan, Rengin'in  boyadığı, benim bayıldığım huzur taşları

1 Ekim 2014 Çarşamba

ÂLİM BEY CANAVARI


Akşam yemeğine hazırlanırken eller domatesin , hıyarın ıslaklığıyla, bıçak, kepçenin hayhuyuyla haşır neşirken çalan telefonun sesi insana hiç iyi gelmez.  O an mutfaktan çıkıp telefona ulaşmak hazırlanmadan  triatlona kalkışmak  gibi gelir.  

O akşam da öyle oldu. Kocasının umursamayıp açmadığı telefonlar geldi aklına. “Önemliyse bir daha ararlar nasılsa,” derdi hep.“Açmazsam ne olur ki?” diye düşürken zaman geçti, bir elde havlu, tetikte. Susmadı telefon. Uzadı, uzadı, uzadı... Kadın kocaman bir oflamanın eşliğinde salona seyirtti. Telefona hayatının en pis bakışını fırlattıktan sonra yarısı havluya, yarısı üste başa kurulanmış eline aldı, yeşil ışığa bastı, açtı.

- Alo?

- Selda Abla, sen misin? Ben Timur.

- Hangi Timur? 

Aklına bir tek Timur Han gelmişti. Ama genelde  telefonda ya da her türlü durumda,  hep ilk aklına geleni söylediğine pişman olduğundan, içinden  ”Timur Han mı? Turkcell öbür tarafa da mı hizmete başladı?” demek gelse de  soruyu kısa kesti. Gerçekten başka Timur tanımıyordu, ama Timur kişisi Selda Abla dediğine göre çok uzak biri değildi.

- Kıbrıs’tan Timur. Kusura bakma tam akşam saati ama  önemli bir diyeceğim var.

Hızla düştü jeton. Evet, geçen sene karşılaşmışlardı bir konserde ve o başkalarında dalga geçtiği saçma hareketi yapıp,   konserde yollar kesişti diye kırk yıldır görmediği adamı sanki haftada bir arayacakmış gibi telefon değiş tokuşu yapılmıştı. Tabi ki sonrasında kimse kimseyi aramamıştı. Bu manasız hareketin tek bir nedeni vardı: “Ah ben seni eskiden çok severdim, heyhat, yıllar girdi araya, inan çok severdim, bak o kadar severdim ki, hemen numaranı kaydediyorum, ahanda bak! İsmini de hatırlıyorum ve hemen kaydediyorum. Artık telefonumdasın, her zamanda kalbimdesin.”  Save et , ispat et. Aramasan da ara ara rehberde gör hatırla.

Selamsız sabahsız lâfa girmişti Timur. Sesi berbattı. Uzatmayayım diye düşündü Selda.

- Hayırdır Timur? Nasılsın?

- Selda Abla, haberim ağır, kusura bakma. Annenlerin telefonu da var bizde ama yaşlılar ya, malum, sen daha münasip bir şekilde söylersin diye seni aradım.

“Eyvah, ölüm haberi bu” dedi içsesi. O ermiş kişi maskeli narsist Âlim Amca mı, yoksa adını , yüzünü, hiçbir şeyini hatırlayamadığı, sadece hiç sevilmediğinden emin olduğu karısı mı gitmişti Timur Han’ın yanına? Bir “Üf Selda, sulandırma” deyip toparlandı.

- Abimi kaybettik.

Selda’ya görünmez bir el bir tokat savurdu.

- Abin mi? 

Hangisi? Hangisi gitmişti gencecik yaşında?  “Allahım Fatih değildir inşallah!” Evet, Selda birini daha çok severdi. Üzgündü ama bu böyleydi. Hepsiyle arkadaşsındır, ama birini daha çok seversin. Diğerinin ölmesini isteyebilecek kadar mı ama? “Üf!”ler estiriyordu sağdan soldan, ama hedefi bulamıyorlardı. Bir kor hızla girmişti bedenine, alev alevdi içi. Hangisiydi?

- Fatih Abim. Trafik kazası geçirdi. Yarın öğlen defnedeceğiz, sizinkiler gelemez ama haberiniz olsun istedi babam. 

Başdöndürücü bir hızla yıllar geri sardı. Çocukluğuna bindi, Kıbrıs’a gitti Selda. 

Babasının işi nedeniyle Kıbrıs’taydılar o dönem. İlk tanıdıkları Türk aileydi bunlar. Babası bir konferansta tanışmıştı. Âlim Bey’i çok sevmişti babası. İlahiyat profesörüydü, bir sürü ünvanı, ödülleri, kitapları, bir de dört oğlan çocuklu ailesi vardı. Fatih üç yaş büyüktü Selda’dan. Diğerleri boy boy küçüklerdi . Bu Timur daha veletti, çok yaramaz bir veletti.

İlk akşam oturmasına gittikleri geceyi hatırladı Selda. Kapıdan girer girmez babasından dinlediği saygıdeğer Âlim Bey’le karşısında duran  koca cüsseli, koca sesli, emir kipli kaba saba adamın aynı kişi olmadığını anlamıştı. Adam çok korkunçtu. Hep o konuşuyordu, sadece kendini anlatıyordu, karısına bir şey söyleyeceği zaman emrediyordu, çocuklar yanında mum gibiydi, hatta hepsinin pısırık olduğunu düşünmüştü ama az sonra başka odaya geçtiklerinde hepsinin normal, Timur'un az yaramaz olduğunu anlamıştı. Eve döndüklerinde babasına fikrini söylediğinde fırçayı yemişti. "Çok bilmiş!"ti zaten hep.

Bu Selda’nın alışık olmadığı tarzdaki aileyle ilk karşılaşma travmasıydı. Adam iyi müslümandı, onu anlamıştı. Bilgili de olabilirdi. Dünya çapında şöhreti de olabilirdi. Adı da tuhaf bir rastlantıyla Âlim’di zaten! (Bu ismi adamın kendine bir paye vermek için sonradan aldığını da ara ara düşünmüştü.) Hepsi doğru olabilirdi, ama babasına karşı çıktığı noktayı çok iyi hatırlıyordu: adam iyi birine benzemiyordu. Elinde bir ispat olmasa da adam onu ürkütmüştü. Ama kafası da karışmıştı. Babası ve annesi iyi insandan anlardı, çünkü kendileri iyi insanlardı. O zamanki aklı aklına geldi. Gülümsedi. Hayatın ona öğretilenlerden ibaret olduğundan emin olduğu yıllar ne kolay yıllardı. 

Bu Âlim erkişi, hayatta kafasının karışmasına neden ilklerden olduğu için tüm ayrıntılar daha dün gibi tazeydi. Teoride Âlim Bey tüm süsüyle, püsüyle, cakası ve fiyakasıyla, ünvanlarıyla kağıt üstünde, ya da başkası anlatınca çok değer verilesi bir kişiyken, etli, butlu, canlı, ruhlu haliyle Selda’ya tam tersi bir varlık olarak görünmüştü.  

Önce his, sonra ipuçları gelmişti.

Adam hem karısını, hem çocuklarını herkesin ortasında aşağılıyordu. Bu kadar sanırken, başka ipuçları gelmeye başladı: hepsini kemerle dövüyordu. Selda’nın içlerinde en çok Fatih’e yakınlık hissetmesinin sebebi, Fatih Selda’yı dert ortağı bilmiş, olan biten her şeyi anlatıyordu. Selda da annesine, annesi de babasına anlatıyordu. Babası: “Yok canım olmaz öyle şey!” diyordu her seferinde. “Abartıyordur çocuk! Adam çok saygıdeğer biri, babası iki kızmıştır, onun hıncıyla anlatmıştır onları.” 

Çocuk abartıyordu da, yüzlerinde gözlerindeki ara ara görülen yara izleri neydi? ""Az okşama izleri". Selda’nın ailesine anlatmasının nedeni belki bir yol bulurlar da bu olaya engel olurlar diyeydi. Ama maalesef adam saygıdeğerdi, dolayısıyla yapmazdı. Fatih dertleştiğiyle kalıyordu. Fatih farklıydı, onu katılaştıramıyordu babası. Ruhu inceydi, bedeni de. Fatih’in onunla paylaştığı, ama Selda’nın kimseyle paylaşmadığı başka şeyler de vardı. Söz vermişti arkadaşına, yapamazdı. Fatih bu fiziksel işkenceye biri bir çare olur diye anlatıyordu, diğerinin çaresi olmadığını daha küçükken anlamıştı, belki büyüyünce herkese anlatacaktı…Anlattı mı, yoksa hep içinde mi taşıdı büyük sırrını artık hiç bilemeyecekti  artık Selda.

Fatih sonra turizm işine girmişti, evden çok erken yaşta ayrılmıştı. Aileler senelerce görüşmüşlerdi, Selda senelerce sinir olmuştu bu duruma. Kadını annesine ağlarken görmüştü kaç kere. Annesine de , babasına da sinir olmuştu. 

O zamanlar bilmiyordu tabi herkesin kendi hikayesini yazıp oynadığını. Hayata müdahale edilir, hepsi kurtarılır, hayat da bir masaldır sanıyordu. Kendisi her olanı biteni, tabiri caizse, kıçını sinek ıssırsa anlattığı için aileler neler gizler bilmiyordu. Ne kollar kırılır, ne yenler üstleri örtülür, kapatılır bilmiyordu. Kapı denen eşiğin dış tarafı hep allı pulluymuş, iç tarafı ise ne çok örter, ne çok gizlermiş, daha anlamıyordu. Hayat ideallerden ibarettir, iyiler vardır, kötüler vardır sanıyordu. Kendini de her şeyi biliyor sanıyordu. Babası haklıydı: "Çok bilmiş"ti eskiden. O aslında hiç bir şey bilmediğini anlamasına vesile olan çok bilmişliğine çok şey borçluydu. Fatih'i tanıdığına, birlikte paylaştıklarına da çok şey borçluydu. 

Boğazı düğüm düğüm cevap verdi Timur'a:

- Ben yarın öğlen  gelirim Timur, annemlere de söylerim. Çok üzülecekler, ben de çok üzüldüm Timur. Allah  rahmet eylesin, size sabır versin.

- Sağol Selda Abla. Hoşçakal.

Hoşçakal Timur. 

Hoşçakal Fatih, gökkuşağında nur içinde yat...