17 Ekim 2019 Perşembe

AMIN MAALOUF'TAN ESİNLE


Kentler ve Gölgeler - Beyrut - Amin Maalouf - Anlatan Ece Temelkuran



En sevdiğim beş yazardan biri Amin Maalouf. İlk kez kardeşim Murat bahsettiğinde tanımıştım. Hem sözcüklere, hem Ortadoğu'y​a tuhaf bir şekilde bağlı olduğum içindir sanırım, yazarlığı, anlattıkları bende devasa etkiler yarattı. Ortadoğu'lu ve aynı zamanda batılı hissetmek arasındaki sırat köprüsünde bir aşağı, bir yukarı, "allam, inşallah başım dönmem de düşmem", diye dolandım durdum. Dengem şaştı, düşmemeyi başardım, hala da dolanır dururum o köprüde.

Onbeş yaşımda göç olgusuyla karşılaştım. 1989'da Cezayir karışınca, sevdiğim arkadaşlarım ailelerinin büyüklerini geride bırakarak Avrupa'ya göçtüklerinde dikkatim çekilmişti. Bırakmak, kalmak, kalmak isteyen kökler, gitmek isteyen ayaklar hep odağımda oldu.

Sonrasında, işe bak ki, ben gittim. 2012'de "Ne gideceğim ya," diye bilmiş bilmiş ahkam kesmişim, facebook hatırlattı. Sevdiğim yazarlar gibi, sevdiğim sözcükler de vardır benim. Listelerim  vardır. "Hiç" ve "Hep"mesela. Harikadırlar, çünkü çok alaycılardır. Ben de öyleyim, severim insanlarla dalga geçmeyi . Bu hep ve hiç, sizi sıkı madara ederler insanı. Bir bakarsınız, atıp tutuyorsunuz bir dost meclisinde. Bir bakarsınız , eğilmiş, yerden hepsini yalıyorsunuz, şalap şulap.

Bugün de, algıda seçicilik, bir de bilinçli sosyal medya ayıklamam nedeniyle, (kayınçoma not: önüne çıkanı post etmeye devam edersen, seni de görünmez yapacağım yakında) bu vidyo çıktı karşıma. Amin'i severim, Ece'yi - bazen çok sinirlenmesine kızsam da- severim, Beyrut'u da hep merak ederim. Eh, hemen seyrettim. Sonunda Maalouf'un bir  cümlesi yakaladı beni, kulağımdan tuttu, masaya bunları yazmaya oturttu.

"Bir kimlik unsuru bir tehditle karşılaşırsa, tüm kimlik onu korumak için çevresinde toplanıp seferber oluyor ve bu unsur normalde belki de daha sakin yaşayacakken birden büyük bir önem kazanıyor."

Geçtiğimiz hafta bizim Ayşe'nin kafası okul arkadaşlarının Türkiye hakkında paylaştıkları nedeniyle  karışmış, milliyetçinin dibi kesilmişti. Bir tek Ayşe mi, ben de keza öyle, hatta atarlanan ingilizce yazı bile patlattım bir tane.  Şanslı zamane göçmeni olduğumuzdan, allah internetten razı olsun, küçük aile meclisimiz toplandı, konuyu tartıştık. Ayşe'ye verdiğimiz akılların güzel bir özeti olarak çıktı bu cümle karşıma.

Hepimizin bir dolu kimliği var, ayıla bayıla taşıdığımız. Ayşe hem Türk kimliğiyle, hem de batılı kimliğiyle barışık yaşasın arzusundayız, bebesini uzaklara yollayan çoğu bizim dünya görüşümüzdeki çoğu anababa gibi. Bunu özellikle belirtiyorum, çünkü herkes barış derdinde değil. Huzurlu olmaktan çok, haklı olmak isteyenlerin dünyası bu dünya. Ve haklı olmaya çalıştıkça, burnun boktan çıkmıyor. Ahkam kestiğime bakmayın, şahsen bizzat kendim ve ben böyle bir insan idim, hehe. Ne kadar zor bir uğraş olduğunu anlatsam, Meydan Larus olur. Bu nedenle çoğu yazıma yorum yapanlara cevap vermeyi bırakabilmek dahi, benim için Alkadraz'a veda kadar güzel bir his. Neyse, içkiyi de, gluteni de, bu alışkanlığı da bıraktığıma çok memnunum. 

Konuyu dağıtıyorum yine. Döneyim olayıma.

Göçen bir er  ya da kadın kişi eğer bıraktığı topraklara ait kimliğine birileri saldırdığında, bütün dünya bir oluyor, kendisi en baba milliyetçi kesiliyor ve bu saldırıyı tamamen kişisel alıyor ve anında "öteki"leşiyor, savunmaya, saldırmaya başlıyor. Al sana ikilik. Al sana ayırımın ağababası. Al sana çatışma.


E? Biz niye geldiydik buralara? Bıktığımız neydi? Bütün Ortadoğu'luların bezdiği neydi? Çatışma değil miydi? Yalandan, malandan da olsa bir arada huzurla yaşamaya çalışıyormuş gibi yapmasına tav olmamış mıydık? Sınırlarında savaş ihtimali nispeten az olan bir yer seçmemiş miydik? Özellikle Kanada, nüfusun çoğunluğu çatışmadan bezip de gelmediler mi buraya? Bunu hatırlamasını salık verdik Ayşe'ye, ama durumun izahı için bu denli güzel bir cümle kuramamıştık. Hatırlamasını, ve iletişim kurarken bunu kalbinde tutmasını söyledik ona. Kolay olmayabilir, ama barış içinde bir dünya hayalini kuruyorsa biri, bunu kalbinde taşımalı. Her koşulda, özellikle saldırı anında. Her kimliğin kendi doğruları ve yanlışları var. Ve yeryüzünde dünya kadar farklı kimlik var, eh hepsinin doğruları yanlışları olduğuna göre, bunlar her zaman başka birilerininkine uymayacak. Zira o kimlikler hikayeler yoluyla gelişmiş kimlikler. Ve tek bir olay yaşansa da, her taraf onu başka şekilde anlatacak, her zaman. Haklı haksız aramak kadar ibişçe birşey yok hayatta. Bunların hiç birine çok tutunmamak hayrımıza, zira hepsi geçici. Her şey geçici. Biz geçiciyiz her şeyden önce. Bir varız, bir yoğuz. Ve o arayı en güzel şekilde geçirmek değil mi hepimizin hayali?

Bir sürü kimliği var insanın, ya da kimliği sandığı "şey" var. Hepsi egoya has. Bir arada yaşamak için hepsi gerekli. Ne mutlu bütün kimliklerini gerektiği anlarda, işine yarayacak şekilde kullanma becerisine sahip olabilenlere, ve özünde aslında ne olduğunu bilip, bunu kafa karışıklığı anlarında da unutmayan birine. 

Ne mutlu kimliklerine ayar çekebilene.

Bunu başarmak dileyenlere not: ağızlarından çıkan her "evet, ama.." ya dikkat etsinler.

29 Eylül 2019 Pazar

GRETACIM


fotoyu inverse isimli bir siteden,  Jennifer Ellen Good'un makalesinden aldım.

Gretacık beni düşündürüyor.

O küçücük  kalbindeki öfke, endişe, korku beni kahretti. Yerden göğe haklı. Güvenmiyor büyüklerine. Nasıl güvensin? Pompalandıkça hem korkusu, hem de korkuttukları çoğalıyor. Bir an gelecek, bugün güvendikleri, onu destekleyen, yanında olan, oraya buraya çekiştirenlerin de ne denli güvenilmez olduğunu idrak edecek. Zira Greta ilk değil, son da olmayacak. Biraz bir şeyler mutlaka değişecek, ama o değişen şeylerin ne acıdır ki, büyük bir kısmı çevreye hayrı olan değişiklikler değil, sisteme ek kazanç getirecek şeyler olacak.

O'nun, ileride olması muhtemel şeyler konusunda sisteme güveni sarsılırken, milyonlarca talihsiz çocuk şu an olmakta olanlar nedeniyle acı çekmekte, fuhuşta, fakirlikte, savaşlarda, sistemin oyuncaklarında yok olmakta, hepsinin insanlığa güveni sınanmakta. Malesef, kimsenin dönüp onları ekranlara taşıdığı yok. O çok duyarlı UN- ne zaman adı geçse, altında bir çapanoğlu olduğundan artık emin olduğum, kaşığıyla verip sapıyla gözünü oyan UN- oyuncak ediyor birisini daha deyip, üzülüyorum.

Bu kadar korkma deyip sarılmak istiyorum Greta'ya. Kaç medeniyet yok oldu, biz de elbet yok olacağız, demek istiyorum, ama bunu en orta yaşı geçmiş, hayatı, ölümü kavrayamamış yakınlarıma diyemezken, yolun başındaki küçücük Greta'ya demek saçma geliyor. 

Korkma ki yaşamayı bilesin. Korkma ki, yönlendirlemeyesin. Korkma ki, içindeki o güzel ruha gerekli olan enerjin savrulmasın. 

Kızma ki, anlayabilesin. Ancak anlarsan, bir ömürlük canını hem kendine hem de etrafa hayrın olacak şekilde kullanabilirsin. 

Bak, demek istiyorum, iki koca dünya savaşı gördükten sonra hala akıllanmaya niyeti olmayan insanlığa bir şey anlatmaya çalışıyorsun. İki yüzlülüklerini aile ve devlet kurumları ardında güzelce saklamış, tüketerek kendini uyuşturmuş, eğitildikçe erdemle mesafe koymuş insanlarız biz. Bu kadarız. Lütfen kızma, lütfen korkma. Kızma, korkma ki,  güzel yanlarını kalbine pusula etmiş azınlıktaki  yerini al. Onlar ki, güvenceyi dışarda aramayanlar, kalplerinin sesini duyanlar, hayata ve güçlerine inananlar. Sen öyle bir ruhsun. 

Çok güzelsin, güzel kal. Kalbini nefrete, korkuya, çirkinliklere bulaştırmalarına izin verme.

not: gülen bir fotoğrafını bulmakta zorlandım.

15 Eylül 2019 Pazar

MAZLUME / NAZMİYE

babaannemin temsili resmidir


Babaanem anlatılmaz yaşanır, desem, sanırım hakkını vermiş olurum kadıncağızın. 

Mazlume ve/veya Nazmiye, ismi bile muamma bir kadındı. Kendisi bilir miydi sahiden ismi ne, onu bile bilmiyorum. Bu isim çelişkisinin üvey anneyle büyümesinden kaynaklandığı ara ara aklıma gelir. Aile içinde başka isim, elaleme başka isim, zamanının modasıydı belki de. 

Benim bu hayatta fiziğimi borçlu olduğum zattır. Karalığım, kıvırcıklığım, koca götlülüğüm, ve son zamanda farketmeye başladığım ağzımın yamukluğunu hepsini kendisine borçluyum.  Annemle benim arama- hadi iki kere kabalaşmayayım, özellikle popoyla ilgili kısmı- hep azarlama fasıllarında girmiştir sağolsun. Tek tesellim, hala yalpalamıyor oluşum. 

Hep anlattım, evlere şenlikti babaannem. Sürahi Hanım tiplemesi huyuyla, suyuyla sanki onun üzerinden tasarlanmıştı. Başında yemenisi, hep bir şeyler tıkınırken hayalimde- bak tıkınma kısmında da ona benzemişim. Yine annemle aramıza giren bir özelliğidir: "babannesi gibi sümtük". Kahverengi ve siyah arasında ne kadar sönük, boz, ışıksız ton varsa, hepsini üstünde taşırdı. Topallar gibi bir sağa, bir sola sert vurgularla yürürken, orlondan yeleğinin uçları sağı, solu ahenkle savrulurdu. Hep düştü düşecek sanırdınız.

Hiç önünden ayrılmadığı pencerenin kenarındaki divana çıkarken besmelesini  çeker, besmeleye ahenkle bir ayağını da altına çeker, kısacık bedenini özenle yerleştirdi. Bu kendince büyük hamlenin ardından, alt dudağını sarkıta sarkıta,gözlerini devire devire, ne olduğunu kendisinin de bilip anladığından emin olamadığım fısıltılı dualar eşliğinde boynunu uzatır, elinde (yiyecek bir şey yoksa) kahve ve siyah arasındaki tonlardan birinde tespihini çeke çeke  sokağı seyre başlardı. Hep bir şeyler yerken hatırlıyorum babannemi. En çok da karpuz. Babaannemle özdeşleştirerek, hayatımın uzunca bir bölümünde kendisine çok gıcık olduğum karpuz. Şıpır şıpır suları etrafa saçılan, çekirdekleri çitlenirken, siyah böcekimsi kabukları etrafa saçılan karpuz. Erkek kardeşim seviyor diye, yazın her gittiğimizde evinde bulunan karpuz. Beni görünmez eden, dışlatan, bok gibi hissettiren, kardeşimden soğutan, babannemden tiksindiren, ayırımcılıkla müşerref eden hain karpuz. 

Karpuz kadar ve/veya karpuzun önayak olmasıyla sinirimi bozan başka şeylerin listesi:  içinde maydanoz bulunan, küçük çukur tabaklardaki bol sulu yemekler, plastik tuzluklar, şeffaflığı sizlere ömür sürahiler, kendine has kokusu olan muşamba örtüler. Bunlar hala bir yerde karşıma çıktığında, içimden bir tiksinti dalgasının ayaklandığını hissederim.

Son dönemlerinde, Tan gazetesine merak sarmıştı. Hatırlarsınız belki,  absürd müstehcen haberlerin olduğu, gözü bantlı tecavüz edilmiş eşek fotoğrafıyla hafızamda yer etmiş Tan gazetesi. Her şeyini okur, önüne gelen herkese anlatırdı. Dış dünyayla bağlantısı pencere kenarı ve Tan gazatesinden ibaretti. Arkadaşı var mıydı, görmedik, bilmedik. özlemleri, hayalleri, dilediği bir şeyler var mıydı, sormadık. Hep anlattığı cadı üvey anne hikayesinden başka neleri hatırlardı, merak bile etmedik. Düzenli olarak milli piyango bileti aldığını düşünürsek, muhtemelen vardı rüyaları.

Bir kelime gördüm bir yerde: babaanne, ve bunları geçti içimden. Şuraya koyayım dedim. 
Sizden ricam, eğer hala dinden imandan soğumadıysanız, bir dua gönderiverin Mazlume/Nazmiye Hanım'a, ve diğer tüm hikayesini merak dahi etmeden sinir olduğumuz diğer babaannelere.

28 Ağustos 2019 Çarşamba

BİZİMKİLER ÇOK KIYMETLİ



Dün bir arkadaşım yazmış facebook penceresinden:

"Bizde mi anormallik var? Bir tek bizim evlatlarımız mı kıymetli? Burada bir tek Türk çocuklarını görüyorum," diye. Konu belli. Yavrular üniversiteye başka diyarlara uçuyorlar, yani benim yaşımdakilerin yavruları.

Evet. Bir tek bizimkiler kıymetli. 

Ben de çok kıymetliydim, sağolsun anacım beni her şeyden çok sevdi. Her şeyden, ama her şeyden. Bir sürü arkadaşımın anası da öyle. Bizi analarımız hep kolladı, korudu. Hatta yanlış karar vermeyelim diye, kararlarımıza fener oldu diyelim, kibarca. Biz çocuk olmamız sebebiyle salak olduğumuz için, bize yol gösterdiler hep. Bazen direk, bazen kanırtacısa, bazen sinsi yönlendirmecilikle. Hepsi iyiliğimiz içindi. Bizim yerimize düşündüler. Bizim için ne iyiyse, onlar bildi. Komşu çocuklardan korudular, ilişkilerimize önder oldular diyelim kibarca. Nasıl arkadaş seçilir, bize öğretene kadar, kendileri seçtiler. 

Okul kapılarından ayrılmadılar, sağolsunlar. Hep en iyisini seçmeye çalıştılar kendilerince. Zarar göreceğiz diye ödleri koptu. O göbek bağını koparmaya ödleri koptu. 

Meslek seçerken, eş seçerken kendi harika deneyimlerinden aldıkları esinle bize hep akıllar verdiler. 

Hayatlarımızı tasarlarken, hep müdahildiler. Ne yiyeceğiz, ne giyeceğiz,  ne yapacağız, tüm elalemle ilişkiler  hep denetlendi. Hepsi mutsuz olmayalım diyeydi.

Kendi pişmanlıklarını, üzüntülerini, arzularını bir tur da bizim üzerimizden yaşadılar.

Senelerdir bünyemdeki etkilerini anlamaya çalışmam neticesinde şu an bütün bunları anlasam da, olay tek cümleyle özetlenebilir: iyi halt ettiler.

Kendimize ne alan kaldı, ne iç sesleri duyma yeteneği gelişti. Bu sevgi ve ilginin dozuna göre kabul edilen ve/veya  inkar edilen travmaların esirindeyiz çoğumuz. Kimimiz üstesinden gelmeye debelenirken, kimimiz kabul edilmiş esaretleri sürdürüyor. Hepimiz geleneği sürdürürken yakalıyoruz kendimizi. Bize analarımızdan kalan bu göbek bağı kesememe mirası bence  genetik kodlarımıza işli. Hatta ortadoğunun bazı cevapları, bu kesilemeyen bağda yatıyor, can-ı gönülden söylüyorum bunu. Ayrılmasına müsade edilmeyen eşler, tüm o cinayetler, hepsinin sırrı orada. Burayı, moda tabiriyle,  şifalandıran, çok yol katediyor. Ama bırak şifalandırmayı, bunun bir sorun olduğunun kabulü bile bizimki gibi kültürlerde ciddi sorun. Az laf etmeye kalk, bu konunun Salman Rüşdi'si ilan edilirsin mazallah.

Ben de kendimde aynı haltları etmeye hevesli bir elif görüyorum sık sık. Hatta hala kızımın yanında oluşum bile ondan. Ben bırak okul kapısına gitmeyi, maşallah mezun edeceğiz, hala yanındayım. 

Aslında, bu bağımlılık benim kuşağımda (okumuş, etmiş, iyi yetişmiş eli ekmek tutmuş işkadını kategorisi) okul kapısına kadar gitmek şeklinde tezahür etse de, bu bırakamama hali oğlundan ayrılamayan her kaynanada, kızının evinin anahtarına sahip, günde kırk kere rapor verilen her anada ve sonra uzun uzun yazacağım binbir halde mevcut. 

Evet, sanırım daha çok yazacağım bu konuda.

Biz doğurmuş olabiliriz, ama onlar misafir. Bunu hep hatırlamaya çalışıyorum. Kendi kararlarıyla, kendi karakterleriyle, kendi hayalleriyle, kendi düşüp düşüp kalkmalarıyla, burun sürtmeleriyle, kendi tedavi yöntemleriyle,  bütün incinmeleri, bütün denemeleri, bütün tekrar tekrar başlamarıyla bizden tamamen ayrı bir varlık. Ve bence analığın en zor yanı da bu: endişeleri kalbe gömüp, büyümelerine müdahil olmadan izin vermek.

Hadi derse geçtim, burada bitireyim demek oluyor bu...

Okuyana sevgiler.

24 Ağustos 2019 Cumartesi

DÜNYA ÇILDIRMADI ASLINDA



Dünya çıldırmadı.

İnsanlık zıvanadan çıkmadı.

Hep böyleydik.

İnsanın içindeki karanlık hep aynıydı. 

Yoksa yanar mıydı imparatorluklar, atılır mıydı bombalar, yapılır mıydı katliamlar? 

İnsandan sabun yapmayı akıl edenler oldu, dahası var mı zulmün?

Alındı mı dersler?

Belli ki hayır.

O halde sana sesleniyorum ey modern insan!

Ey elinde bir telefonla dünyaya hakim olduğunu sana insan!

Önce kapat o ekranları. Hepsini.

İçin bir durulana kadar da açma.

Bırak böğğ böğğ ağlamayı.

Önce bir sakinleş. Git ağaç altı mı bulcan, su kenarı mı, bir otur sakinleş.

İnsan hep aynıydı. Shakespeare'den, Tolstoy'dan bu yana. Dostoyevski'nin Raskolnikov'undan bu yana. Hep aynı insan muhatabın.

Hatırlayana kadar sus, otur.

Farkedeceksin ki, sen sadece daha fazla şeye maruzsun. O ekranlar var ya o ekranlar! Sana adım, kalori saydırırken , bütün hesaplarını şaşırtan, yolları buldurturken, yoldan çıkmana sebep olan, bütün ekranları kapat. Orwell'den özlü söz paylaşmayı seversin, bir daha dön de oku o kütabı, ne demiş adam. 

O liste başı dizileri seyrederken kapattığın ruhunu bir açmayı dene. Kendinle kalmayı dene. 

Sağduyun yerine gelene kadar da açma. 

İnsanlık nereye gidiyor, söyleyeyim: nereye gitmesi gerekiyorsa bu kafayla, oraya gidiyor.
Sosyal medya yargıcı olmayı bırak.

Kapa ekranlarını. 

Hele bir sakinleş.

İzlemeyi, izlenmeyi sen kontrol edebilene kadar bekle.

Kendi içini bir dengele hele. 

İnsan aynı insan.

Sen sadece aklını da, ruhunu da ekranlara rehin verdin. Farket bi hele.

Netflix'ini, Iphone'unu kendine yetecek kadar kullanacak idraka gelene dek de açma bence.

Bu kez bana kızacaksın muhtemelen.

Kız, ama bir düşün.

Ademoğlu aynı ademoğlu.

Bunca zamandır akıllanmadıysa, dur düşün nerede yanlış diye. 

Durulmadan bulamayacaksın yanıtı,  galeyana gelme.

En azından kendine etme!






19 Nisan 2019 Cuma

HU, EVDE MİSİNİZ?



Herkese kendi kabilesi lazım.

Başka kabilelere sığınmaya çalışınca, görüyorsun ebesininkini.

Bakıyorlar sana, tuhaf geliyorsun çoğuna. Saçın ayrı, başın ayrı, renklerin ayrı, kahkahaların ayrı. 

Sırıtıyorsun. Bir gözün kırmızı, bir gözün mor sanki. Değil aslında, ama seni üç bacaklı, beş kollu görüyorlar. Sende de durum farklı değil. Sen de onları bir kaşı uzun, bir aklı kısa sanıyorsun. 

Zaman sana idare etmeyi öğretiyor.

Dışlanmak böyle başlıyor. Benzemeyeni idare edenler, bir süre sonra ufak ufak kapılarını kapatıyorlar, çaldığında az aralıyorlar, temkinli açıyorlar. Bazen de tamamen kapanıyor o kapılar. Yüzüne kapanan kapılara aldırmayıp, kapıda bekliyorsun bazen.

Üzülme. 

Ne o kapının ardındaki hayırsız, ne de sen yüzsüz.

Sadece lokasyon hatalı.

Yürü, bekleme yapma o kapılarda. 

Mahallen yanlış. Kabileni kaybetmişsin. Hadi seni daha da ferahlatayım: sana demişler ki, burası senin evin. Bunlar komşuların. Sen de sorgulamamışsın, kolayına gelmiş, ya da, insansın işte, inanmak istemişsin. Hep çeperlerde olduğunu farketmişsin, ama yörüngeye yapışmak işine gelmiş. İnsansın unutma. İşine gelmiş.

Bir an geldiyse eğer, yörünge seni tamamen dışarı atmışsa, sakın korkma kara deliklerden. 
Kapa gözlerini, sustur kulaklarını, dinle içini.

Sor kendine.

Esas yerim neresi, de.

Bir ses duyacaksın, demedi deme.

Ne o, kapım mı çalındı, diyeceksin.

Anlayacaksın ki evindesin.



15 Şubat 2019 Cuma

MEMLEKET ÇARPMASI


Memleket çarpması oldum.

Anlatıyorum, hazır mısınız?

Her şey daha pahalı, ama her yer kafe, lokanta, ve her yer hıncahınç insan dolu: kriz, her yerde olduğu şekilde tezahürde değil bizim ülkede. Halihazırda çok olan kafelerin, restoranların daha da çoğalmış hali iştahımı kesti diyebilirim. Zaten krizli Türkiye rakamlarına alışamadığım için, ben sürekli "ne! bir kahve 20 lira mı! ne! bir çay 6 lira mı!" şaşkınlığındayım. Cebimde akreple dolaşıyorum. Adisyon çarpması oldum.

Her yer daha arapça. Çarşaflı görünce yadırganmıyor, ama iki farklı ülke aynı bünyede yaşıyor gibi. Kadıköy'den Eminönü'ne giderken vapur arap ülkesi vapuru, Karaköy'den Kadıköy'e gelirken vapur İspanya, İtalya kıvamında olabiliyor aynı gün içinde. Tam bir ırk çarpması yaşıyorum. Ben kimim, DNA'larım bana oyun mu oynuyor, nereden geldim, nereye gidiyorum, oluyorum. Bana benzeyenlere daha kibar davrandığımı, benzemeyenlere kıl kıl baktığımı farkettiğimde kendime geleyim diye kendimi çimdikliyorum. Fazla çeşit insan olması dert değil, burada tuhafıma giden, içiçe geçmişlik az. Herkesin kendi alanı var sanki. Ve ben sanki-itiraf ediyorum-ayırımcı olmaya meylediyorum, bu da beni bozuyor.

Sürekli aldığım şeylerin fişlerini kontrol ediyorum, hesap kontrol ediyorum, gözüm satıcıların üstünde, nefesim enselerinde: kuş uçurtmuyorum.  Kalkık kaşlarım ok gibi: "Hele bir kazıklamaya kalkın, nasıl oyuyorum hepinizi bakın!", savuruyor etrafa. Esnaf çarpması yaşamamak için tüm bu enerji. Hızlı tükeniyorum.

Bir poşet geyiği dönüyorki sormayın. Allahtan çantamda hep poşetim var, bana koymadı. Çöplere üçer beşer koyduğumuz migros poşetlerinin 25 kuruşluk değerine çeyrek altın muamelesi yapılması matrak sahiden de. Köşedeki Migros Şok'ta tezgaha o 25 kuruşu şşşrrraaakkk! diye fırlatmanın tadı anlatılmaz, yaşanır. Bak, bunu yazarken bile sırıtıyorum.

Bizim yeni mahalle Çiftehavuzlar'ı sevdim. Moda'ya bir cumartesi uğradık, Toronto nüfusu kadar insan toplanmıştı. Herkesin duyacağı şekilde, "Buraların da tadı sahiden kaçtı," diye söylenmek paha biçilmez. Yeni mahallemiz hoş. Bir kaç sanat kültür aktivitesine giden, her şey aynı sanır hatta, o kadar hoş. Bizim kıvamda amcaları, teyzeleri sinemada konserde görünce," hah", diyor insan. Başka yere gitmeden de yaşarım burada. Bu dar alanlarda. Keşke mümkün olabilse, ama eninde sonunda trafikte karşıdan karşıya geçmek zorunda kalıyor insan. Sokağa çıkıp gelmenin bedeli ağır, ömründen saatler itiş kakışla geçiyor.

Her yer yol, kavşak, gökdelen, beton, şehrin ritmi sarhoş edici. Uyumlanmak zaman alıyor. Benden geçmiş büyük şehirler artık eminim. Uyumlanmak istemiyorum. Her yere yürüyorum. Mümkünse deniz kenarından, yolumu uzatarak. Görmek istemediğimden ba(ğ)zı gerçekleri, gözlerimi kapatarak dolaşmak istiyorum.

Ankara'da ise halim daha fena. İstanbul'da yine mahallede dolaşabiliyorum. Ankara'da ise apartmandan çıkmak istemiyorum mümkünse. Tabi mümkün değil. Her yere  bin dönümlük restoran parkları yapılmış. Yani bütün o kocaman restoran zincirleri yanyana gelerek daha da büyük yiyecek içecek alanları oluşmuş.  Bunlara maruz kaldığımda da ölçek çarpması oluyorum. Tamam, evrende küçücüğüz, onu anladık da, bir yemek yemeğe gidildiğinde bu kadar küçük hisetmek koyuyor insana.

Bir tuhaf oluyorum buralarda ben. Bırakamadığım için oluyor, biliyorum. 

Kabullenmeyi diliyorum.


11 Ocak 2019 Cuma

ELLERİMİ BULDUM, BIRAKMAM


Öldüğünüz zaman arkanızdan ne söylenmesini isterdiniz?

Öldüm, gittim, bana ne yanıtı seçeneklerden biri. Ki, en mantıklı olanı bence de.

O seçeneği siliyorum, ille de bir şey isteyin diyorum. Diyorum ki, bugün, bundan sonraki hayatınıza bir bakın diye diyorum.

Ben en çok arkamdan kendi istediği hayatı yaşadı desinler istiyorum. Beni seven de, bana gıcık olan da hemfikir olsun bunda. Desinler ki, kendi istediği hayatı yaşadı. Daha ne istediklerimi anca anlamışken, dileğim budur. Şu elli yıllık hayatımda öğrendiklerimden işime yarayanları anca ayıklamaya başladım. İçimdeki küçük yaratma meraklısını öyle bir susturmuşum ki, elalemin kafamın içine boca ettiklerinden, hep akıllıca davranacağım derken. Bütün deliliklerimi bir hapise tıkmış, o mahpus kapısında uslu uslu beklerken, kaybetmişim beni ben yapan küçük şeyleri. Herkes gibi davranmaya çalışırken, ne çok canımı acıtmışım. Hep işe güce yaramayan şeyler diye nitelendirmişim o en sevdiğim şeyleri. İşe yarayacağım diye, kendime yaramayı es geçmişim.

Ne akıllıydı, ne yaratıcıydı, ne harikaydı, ne muhteşemdi,  ne duyarlıydı, ne hamarattı, ne iyiydi- özellikle de ne tehlikelisi "ne iyiydi"denmesi- umurum değil. Ne kadar iyiysem, ne kadar kötüysem, hepsi kabulüm. Ne büyük özgürlük biliyor musunuz, hepsini atmak üstümden. Bir can hakkımı "mış" gibi yaparak geçirmeyi üstümden atmak. İstediğim yerde cümleleri yarıda bırakmak. İstersem deli deli yazmak.

Öylece akar giderken zaman treninden, bir ekranlık pencereden dünyaya bağırmayı bırakmak, "ben şöyleyim, ben böyleyim," diye. Bir başıma içimi izlemek. Ne büyük huzurmuş.

Kesilen ellerimi tekrar keşfetmeye başladım. Toplumun, ailemin, çevremin bana zorla kestirdiği ellerimi buldum gari. Hala parmaklarım bana yabancı. Hala bilmiyorum tam kapasitesinin ne olduğunu, yeni öğreniyorum sadece kendime yarayacak şekilde kullanmayı. Bir benim istediklerimi yapmak üzere eğiteceğim onları. Kendi resimlerimi çekmeyi, inandığım hikayelerimi yazmayı öğreteceğim. 

Uyumsuz belki, ama riyasız da aynı zamanda. 

Bir can hakkımdan kalanı, kendime kullanmaya karar verdim. Ardımdan deneceklere aldırmadan.