22 Aralık 2021 Çarşamba

ÇARE BÜYÜMEKTE






Beni bizim memleket yazar etmişti halbuki.


Amma velakin, artık yazamıyorum. Türkiye’ye döndüğümden beri yazamaz oldum. 

‘Ne desem boş’ halleri. 

‘Dedik dedik de, ne oldu ki’ halleri.


Şimdi Toronto’dayım. Memleket, benim şu fani ömrümde şahit olduğum en absürt günlerini yaşamakta. Ne duymak, ne de görmek istemediğim binlerce şey olmakta. 


‘Türkiye kötü bir  anne gibi’ yazmıştım bir zaman, geçerliliğini koruyor bu savım.


Bizler de büyümemekte ısrar eden veletler.


Büyümeye niyet etsek, bir ağızdan ‘bize bunu yapamazsın’, I diyebileceğiz. ‘Bizim ne talep ettiğimiz’ önemli, diyebileceğiz. Ne kendimizi kıyaslatacağız başka milletlerle- balkonlara çıkıp bizi elalemi göstererek, “bakın, ben size iyi bakıyorum, hepimiz onlardan daha iyiyiz” lerle kandırmaya çalışamayacak. Biz de habire başka ülkelere bakıp bakıp daha kötü veya daha iyi hissetmeyeceğiz. Habire dönüp dönüp geçmişteki üç beş güzel sandığımız anla avunup, ‘o günleri geri isterim’ diye tepinmeyeceğiz. 


Bize ne lazım, en çok neye ihtiyacımız var, bir sustursak şu gürültüyü, duyabileceğiz. Zor da görünse, adım adım, ufak ufak, toparlanabileceğiz. 


Ama önce büyümeye niyet edeceğiz. 


Ve ‘kutsal’ diye ezberlettirilen her şeyi baştan gözden geçireceğiz.


Ne anne kutsal, ne aile, ne de vatan, millet…


Bu devirde, artık bunu farkedeceğiz.


Yoksa ağlamaya devam edeceğiz.


Tüm Ortadoğu, annesiyle ilişkisini sil baştan düzenlemedikçe, değişip dönüşemeyeceğiz.





23 Kasım 2021 Salı

O DOLARLAR SİZE GİRSİN KIVAMINDA BİR YAZI


Türkiye batıyor. Yağmur yağıyor bir yandan. Ben klavyede Türkçe karakterleri düşünmeden bulabildiğime seviniyorum. Her zaman bu kadar kolay olamayabiliyor bu harfleri bulma hali. Genelde düşünerek yazdığımda bulamıyorum ve çok sinirleniyorum. Ama şimdi sinirle yazmaya oturduğumda, hızla buluyor harfleri parmaklarım. Benim klavyede Türkçe karakterler tuşların üzerinde yazılı değil. Uzun süredir yazmaya üşenmem de ondandır, şimdi kim arayacak da bulacak şu şyi, veya çyi. Bak apostrofu da bulamadım, apostrofun Türkçesi var mıydı, sıçtığımın soru işareti neredeydi, diye debelenirken, yazmaktan soğudum vallahi. 

Ama bugün yazacağım, zira sinirliyim. Yine, böyle bir memlekette doğduğum için sinirim. Vardır sebebi, bak sayesinde olgunlaşmaktasın vs vs gibi telkinlerin sökmediği günlerdeyim. Memleketin bir kısmı hala giyip giyip soyunmakta, dev Trendyol tabelalarında memleketimin  güzide tanınmış suretleri, koşun koşun Trendyola, apostrof aranamadı, bulunamadı, diye haykırıyor. Trendyol geçmiş direksiyonuna memleketin, diğer meczuplar mecliste, oyuncak yapmışlar bizi, indir dövizi, çıkar faizi, ya da her neyse, tam tersi...

Diğer yarısı zaten hep akışta... Ne denir bilemiyorum. Aklıma İzel, Çelik, Ercan şarkısı geliyor hep bu akıştayım lafını duyunca. Ateşteyiz biz ateşte, diye haykırasım var, ne akışı lan! Altımızda dev bir kazan! Bak ünlemi buldum sevindim iki kez kullandım. Darısı soru işaretine. Akışlar, şükürler gırla. Herkes ha erdi ha erecek, veya ya ereceksin bu memlekette, ya ereceksin... Sağlıklı beslenmeyi de unutma, mercimekler beklemesi lazım bir gece suda, yoksa zehirleniyorsun, sarımsakları dövünce yemek yok, on dakika da orda bekle... Sağlıklı yaşa, yoksa ölürsün, hatta sürünürsün. Hangi kolajeni neremize sürecektik, yoksa yiyecek miydik...Acı haber,  soru işareti hala bulunamadı. Ve diğer acı haber, hepimiz bir gün öleceğiz gençler... Sarımsağı bekletenler de ölecek, sabırsızca hemen lüpletenler de. Bütün dünya takmış bu sağlıklı beslenmeye ama bizdeki kadar uzman yok valla.

Herkes beslenme uzmanı, herkes bir eğitmen. Herkes robot süpürge de alacak, kesin emir, çünkü herkes temiz bu memlekette. Herkes hayvan sever, herkes sokaklardaki kedi köpeklere mama koyacak. Hatta martılara, kuşlara, sineklere, böceklere yemek verilecek. Arkasından gelene kapıyı tutacak kadar insana değer vermeyen halkım, kedi köpekler için canını vermeye hazır. 

Geldiler yine bana, anlaşıldığı üzere. Bu iyimser, her şey sonunda çok güzel olacak, bak kadınlar dayanışıyoruz, el ele verip oynaşıyoruz, halleri de geliyor soldan soldan. Koca bir kendini kandırmaca halinde ülke. Körler sağırlar kurmuşlar sofraları, yenilmekte, içilmekte...

Napsınlar, umut da mı etmesinler, diyorum bazen, sağ tarafımdan kalktığımda. Etsinler, bana ne. Ben kendi işime bakarım, bana ne  diyorum. Evet evet, iyisi mi ben sadece kendime bakayım. Zaten çemkirdim rahatladım... Gün sayayım bir de... Az kaldı...

Okuyana kosun diye bitiresim de vardı, ama geçti bak... Okuyana sevgiler kıvamına geldim bir kaç paragrafta...

25 Haziran 2021 Cuma

YOLLARIN GETİRDİĞİ



Şu sıralar hep yollardayım, farketmişşinizdir. (Bak bu kafa anamın kafası: herkes evinde oturmuş, çıt çıt çekirdek çitleyip, hele şu elif napıyor bir bakalım diye beni gözetliyor sanırsın! Napcaksın, kafa Türk anası kafası, atsan atılmıyor satsan satılmıyor, , kabullendik oturduk)

Evet, bu oturup beni seyreden kafamdaki kalabalığa sesleniyorum ben de zaten. Geziyorum, zira yarı zamanlı bir emeklilik işim oldu, ona sonra geliriz. Ben geziyorum,   onlar da bana para veriyorlar diye özetleyeyim. Karşılığında ise gizlice bir şey yapmaktayım. Annem karanlık işlere karıştığımı düşünüyor. Oysa gayet aydınlık işler, kimse korkmasın.

Diyeceğim şey başka. Ben memlekete döndükten sonra epey bir bunalımlara gark oldum. İnsan uzaklaşınca unutuyor bir şeyleri. Taze alınmış Kanada vatandaşlığımın da etkisiyle, sümüklüböcek misali, çıktığım kabuğumu beğenmeyip, aslen birinci dünya ülkesi vatandaşıymışcasına isyanlar ederken, günlerim stresle geçerken buldu bu iş beni. Dedim eyvallah. Ve çıktım yollara.

Seyahat, yani hareket etmenin mucizesi devreye girdi, ve bendeniz, her gittiğim yerde aslında sanki para kazanmaya gitmedim de, memleketle barışma turuna çıktım adeta.

Kelebek mobilyada çalışırken severdim bayileri dolaşmayı. Ve epey bir yeri de görmüştüm. Daha doğu turları moda olmamıştı. Batılı hatunlar, günlük hayatta  yan apartmandaki kürtlere burun kıvırırken,  toplaşıp toplaşıp Urfa'da sıra gecelerinde doğu hayranlıklarını haykırmaya başlamamışlardı henüz.  Otuzlarımdaydım. Bana büyük bir aydınlatma yaşatmıştı o geziler zamanında. Aynı yerleri elli kafasıyla dolaşıyorum şimdi. Çoğu yer aynı pejmurdelikte. Ben hala turist kafasıyla dolaşamıyorum, yani 'ay ne güzel Erzurum! Ne güzel Mardin' kafasında değilim. Ve iliklerime kadar hissediyorum boşvermişliğimizi, çırpınışımızı, ulusça depresyonda oluşumuzu, özetle faniliğimizi.

Eskiden kızdığım şeyler, gözüme hüzün olarak yansıyor. Çok tatlı insanlara rastlıyorum, kendi kendime utanıyorum önyargılarımdan. Çok çeşitliymişiz gibi sanıyoruz kendimizi Türkiye'de. Değiliz aslında. Kapkara çarşaflı Konya'nın göbeğinde, Japonların yaptığı bir bahçede, gerçekten Kyoto'daymış gibi dolanırken, bizden fotoğraflarını çekmemizi rica eden iki delikanlının, o hep aşağıladığım kıytırık yeni yetme lise kıvamında tıp üniversitelerden birinden mezun olduklarını duyduğumda, ben karşımda sadece hayatının başında iki taze genç gördüğümde kendime şaşırıyorum. Kalbimde zuhur eden şey, gerçekten onlara şans dilemek oluyor. Başka hiç bir duygu eşlik etmiyor buna.

Ya da Kerem'le 'gelinlik mi bu, nişan elbisesi mi', diye aramızda tartıştığımız güzel elbiseli tesettürlü güzel kızın nişan fotoğrafları çekilirken seyrediyorum. Ve sadece kızın ne mutlu olduğunu görüyorum. Elbise gözüme kiç görünmüyor bundan sonra. 

Aynı bahçede ilkokul mezuniyet törenine denk geldiğim kız çocuklarının sadece birkaç tanesinin başının açık olması beni mutsuz etmiyor. Sadece sevinçli oldukları radarımda.  Ve de çocuk oldukları.

Bambaşka bir ülkede dolanıyorum, alıştığımdan farklı. Anlamaya gayretim büyük. Kerem az evvel bana bir arap ülkesinin çocuklarının bizde üniversitelere  sınavsız gireceklerini ve başka haklara da sahip olacaklarını söylerken, onu susturuyorum hala. Canım hassas, acıyor.

Ama ben  insanlara karıştıkça bu ülkede,  sadece sevinen, üzülen, korkan varlıklar görüyorum etrafta. Ne kadar aynıyız aslında, sadece onu görüyorum. Seyahatler mucizesini gösteriyor. Bir şekilde yol alıyorum, anlıyorum.

Okuyana sevgiler...


12 Mayıs 2021 Çarşamba

TÜRKİYE'MLE BARIŞMA GAYRETLERİ



Türkiye'mle barışmanın yolu belki yazmaktan geçiyordur diye yazıyorum yine. Yazarken kafam çalışıyor.

Belki diyorum, bir umut, memleketime döner döner bakarsam, belli mi olur, bakmışsın gözüme güzel gelmeye başlar.

Türk, Öğün, Çalış, Güven'e takıldım bugün. Öğün derken, öyle böbürlenerek gez, dememiş Atatürk, kafanı kullan demiş. Ben bu yaşımda öğrendim desem, ayıbımı açık etsem. Ayıp olur muydu?

Kafanı kullan. Oldukça iyi olduğumuz bir konu. Ben de kullandım zamanında, Ayşe'yi torpille devlet okuluna yazdırırken mesela kullandım. Benim laz ortak buldu bir torpil Milli Eğitim'de. Yazdırdık kızı iyi okula, iyi mi. Başka yerlerde de kullanmışımdır kafayı. Kullanmayana salak derler bizde. Kafayı kullanacak ortamı olmayana da ezik deriz. Hepimizin vardır bir yerlerde tanıdığı, bu memleketi sevmemizin nedenlerinden biri de budur. Bu nedenle sevemeyiz başka yerleri, oralarda ikinci sınıf hissederiz kendimizi.

Sonra şaşarız Sedat Peker you tube'da dökünce ortaya hayatımızın gerçeklerini. E biz ufak ufak, onlar büyük büyük kafayı kullanırlar. 

Bu kafayı kullanma işinin güzeliğine ben ilk benim laz ortakla ayıktım. Gerçi annem de severdi torpil yapmayı ama onun torpiller bir yerden geri dönerdi. Mesela beni torpille güzide devlet müesseselerine sokmaya çalışmıştı zamanında, hiç birine allahtan giremedim. Kardeşim askerliğini torpille Irak'ta yapmıştı, en berbat zamanlarda. Niyet etse de, beceremezdi anlayacağınız. Bu arada, yavrusunu askere göndermemek de kafayı kullanmaktır bizde. Sonra, şehit haberlerinde avaz avaz bağırır herkes, oysa hepsinin yavrusu torpilli. Benim oğlum olsa ben de göndermemek için  kullanırım kafayı bittabi, neyim eksik. Bu vatanın uyduruk davalarına mı kurban edeceğim yavrumu, derim. Ama şehit haberlerine de çok ağlayınca, olmuyor işte. Sen göndermediğinde çocuğunu, garibanlar kurban oluyor. Kimse kurban olmasın da diyemiyor kimse malesef söz konusu vatan millet olunca. Hem vatana canımız kurban, hem de bebeler olmasın, olmuyor. Sıçtığımın "vatan" kavramını tabulaştırınca, olmuyor. Mecburen vatan varsa, düşman da oluşuyor, sonra ayıkla pirincin taşını, ayıklanamıyor. O taşlar bir yerlerimize kaçıyor.

Ne diyordum, laz ortak, ismi lazım değil, başharfi Afitap beni torpil olayıyla layığıyla tanıştıran zattır. Of'luydu. Ne hikayeleri vardı, inanamazdım. Hoşuma giderdi kimselerin park edemediği yerlere parkedince mesela, kim sevmez ki iki dakikalık işini hemen hallediverip, bir de otopark mafyasına para vermeyince. Ya da "ne lazımmış ablama?", bir telefonla hallediverince. Önce hoşuma gitti itiraf ediyorum. Zira hemşerilik olayına yabancıydım, ve bunu başlarda avantaj olarak gördüm. Herkes birilerinin hemşerisidir bizde. Bir ben kimsenin hemşerisi değildim. Öyle ufak ufak gelip, şehirleri parselleyen küçük küçük insan grupları, bir arada hareket etme becerisiyle, birbirlerini kollayarak tek vücütmuş gibi hareket etmeye başlayınca, çok kuvvetli hissediyorlar ve kendi içlerinde küçük devletimtrak şekillenmeler oluşuyor. Ve şehirleri kontrol etmeye başlıyorlar. Buna hemşerilik deniyor. Aşiret geleneğine aşina yurdum insanı, bu oluşumlar dahilinde, kendi kurallarını uygulamak için çok şeyi hiçe sayabiliyorlar. Biz memleketçe aslında böyle yönetiliyoruz. Bence siyasi partilere haybeye isim veriyorlar. Direk Rizelilerin Partisi denebilir bence bir partiye, mesela örneğin. O çalışan kafalar karışmaz hiç.

Bu konudan sıtkımın sıyrıldığını anladığımda, zaten ortaktan da sıtkım sıyrılmıştı. Zaman içinde, birilerinin önüne geçmekten utanmaya başlayınca anladım ki, bu iş bana fazla. O zaman ayıktım gerçekten memlekette neler döndüğüne. Nasıl çocuklarını Karadeniz Üniversitesi Kimya'ya sokup, Cerrahpaşa'dan doktor çıkarabildiklerine şahit olunca. Nasıl karakollarda bir lazın herşeyi halletme gücü olduğunu gözlerimle görünce. Çantan mı çalındı, lazsan hırsızı buluyormuş gibi yapıp, görev alanlarındaki bir çeteden sus paylarını alıp sana veriyorlar, çantanı bulmuş gibi, bunu gördüm gözlerimle. "Bu ne iş lo?" diye tiraz ettiğimde ise, yanıt hep, "e, herkes yapıyor bunu," olurdu. Nerede bir Of'lu görsem, içimin ürpermesi boşuna değil şimdi. (Bu da şimdi ayrımcı bir söylem oldu, ama ne yalan söyleyim, öyle bir süreç yaşadım ki benim kafayı kullanmayı iyi bilen ortakla, uzun süre en sevdiğim mıhlamaya bile senelerce mesafelimi korudum. Ne yapayım, ayrımcılığıma da dönüp bakıyorum, merak etmeyin.)

Aldım gazımı, duramıyorum şimdi de...

Kafanı kullan ey Türk, kafayı kullan, nerede olursan ol, kafayı çalıştır, Kanada'da dahi olsan, bul yolunu, söyle yalanını, çocuklara al  dışardan okul kredilerini, ki iyi üniversiteye girsinler. Kafayı kullan, bul yalanını, başkaları aşı beklerken, kılıfına uydur al aşını... Türk olmak bunu gerektirir. Sonra şikayet et, Kanada'da da torpil var diye... Kur düzenlerini, diğer seninki gibi melkettenlerden gelenlerle, el birliğiyle. 

Ah o çalışan kafalar, ah...Bak yine kendimi doldurdum ve sinirlenmeye başladım. 

Böyle olmayacak bu, yazmakla sadece daha beter ediyorum kendimi. Hm...

Başka güzel mevzularda görüşmek dileğiyle diyeyim ben iyisi mi. Bu kadar yetsin.

Kafa dursun. 

"Türk Çalış", kısmına sonra bakarız...Başka atarlanmalarda görüşmek dileğiyle...

6 Mayıs 2021 Perşembe

TÜRKİYE'DE 20 YAŞINDA OLMAK




Yirmişer yirmişer döküldük ortalara, herkes ruh haliyle döküldü, kimi ağlak, kimi şenşakrak, kimimiz bunalım, kimimiz düşman çatlatırcasına. 

Ben de hatırladım, hüzünlendim, şenlendim. En çok da düşündüm: yirmili yaşlarda olmanın Türkiye'li halini düşündüm. Kendi neslimi az çok biliyorum. Bizde enteller, hipiler, tikiler, sesi olmayanlar  vardı. ODTÜ'den gözlemim benim, geri kalanını bilmem. Bir tayfa özel okullular vardı, Özal Türkiye'sinin hakkını onlar verirdi. Yeni yeni kapitalizmin hülyalı kollarındaydık o yıllarda. Okula ilk özel yemekçinin açılmasıyla, bunlarla diğerlerinin arasındaki uçurum elle tutulur, gözle görülür olmaya başlamıştı. Bu tikiler kafeteryanın yolunu bilmezdi mesela. Okul servisi de bilmeyenleri vardı. Özel arabalara, kocaman markalara bürünmüş olarak genelde İdari İlimler ve Mimarlık civarında toplanmışlardı. Sayıları o zamanlar azdı. Sonra sonra çoğaldı bu tür. Bu özel okulluların hepsi ayrı bir steorotiptir. O zamanlar geliştirdiğim, üç cümleden sonra kimin hangi özel okuldan olduğunu tesbit etme yeteneğim hala  takdire şayandır.  Her özel okulun şablonu bellidir bizde, fransız ekolü şuraya, amerikancılar şuraya. Eğer ailede özgün bir şeyler yoksa, hepsi aynı tornanın eseridir. Enteller felsefe falan takılır,  bir Türk entel geleneği olan bol bol çene suyuna pilav ama no action tavırlarla kimseleri beğenmeden dolaşırlardı, bu entellerin zengin olanları zenginliklerinden utanır, öyle değilmiş gibi yapardı bir de hatırladığım, şaşırdığım için anlamadığım. Gaziosmanpaşa'da yaşa, ama hep yokluktan bahset ve ağla...Bir de Anadolu'mun akıllı çocukları vardı, pek göze batmazlardı, ben en çok bunların renkli karakterli olduğunu düşünürdüm o zamanlar. Sonradan  çoğunun kıçının kalktığına şahit olmasaydım, iyiydi. Sen bunların neresindeydin, derseniz, ben Pet Shop Boys ile Erkan Oğur arasında kendimi bilmez bir yerdeydim. Sezen Aksu dinleyenlere yukardan bakar, her boka güler, hem solcu, hem entel, hem tiki, herkesle iyi geçineyim de beni sevsinler tipi birisiydim. Bakın kendime de dürüstüm, sonra "ay  bana lölö dedi, hakaret etti," diye duvarlarınıza ismimi de zikretmeden, üstten üstten döşenmeyin ha! Beğenmeyen okumasın, allah allah...

Neyse, ne diyordum? Bizim nesil farklı farklı da olsak, farklılıkları ortalara dökmek hala ayıptı bizde. Kimse kimseyi aşağılamaz, taciz etmez, bir arada hareket ederdik. Sonrasında da, nasıl olduysa, hepimiz benzer olduk, farklılıklarımız biz  büyüdükçe azaldı, her ODTÜ'lü birbirinin benzeri oldu. Al sana okul şablonu teorim...Analarımıza, babalarımıza benzedik diye düşünüyorum. Oysa daha ilerde bir yerde olmalıydık sanki. Büyüyemedik toplumca. Sorgulayamadık, sonuçlar çıkaramadık, bir arpa boyu ileri gidemediğimiz gibi, geriye geriye de akıyoruz maşallah...Hala üç fidanın dramını her sene ağdalı ağdalı hatırlayıp, nedense üstümüze onlarca yıldır yağan faşizmin kellesini götürecek çözümünü bulamıyoruz, ya da işimize gelmiyor. Oysa iyi dileklerimizin, bol (ve giderek de sistemli bir şekilde arttığına şahit olduğum) dualarımızın, afaklarımızın ardı arkası kesilmiyor bakarsan.   Neyse, can sıkıcı konuları kenara bırakayım, hazır neşelendik azıcık 20lerimizi hatırlayıp...Bu arada, neden oğlanların hepsi üstleri çıplak foto koymuşlar, bu konuyu da başka bir yazıda irdeleyeyim diyorum. 

Sonra annemler nasıldı, diye düşündüm. Anadolunun göbeğinde bir kasabada, Keskin'de  tutucu, içkici, saygıdeğer banka müdürü memur babanın hırslı kızı olmayı ilk kez bu kadar düşündüm. Tamam belki seni çocuk yaşta satmamışlar, beşiğini kertip hayatını karartmamışlar, ama  okutmamışlar da. Ankara'daki halası yanına istememiş annemi, oysa dayımlar Ankara'ya okumaya gönderilmiş. Annem de yazmış reçetesini o zaman: "seni görmüyorlar mı Tomriscik, o zaman sen de göster onlara" mottosuyla taarruza geçmiş ve dünya da görmüş gününü, diye kibarca ortaya koyayım, anlayana. Memleketimin görünmeyen onca kızından biri annem. 

Babam ise işçi evladı. Hiç tanımadım dedemi. Bizim ailede hikaye anlatılmazdı ama nedense ileri görüşlü bir işçi olduğunu düşünüyorum, ufak tefek tüyolardan. Çalışkan Türk genci, uçurumların, sınıf ayrımlarının nisbeten daha az farkedildiği yıllardan. Baba işçi, ama onu İstanbul'a özel okula göndermiş. Hiç delikanlı gibi göremediğim biri babam, memleketimin hiç genç olamamış tayfasından. Nasıl olsun, bir aile yükü binmiş üzerine babanın erkenden  kör olmasıyla, bir de kör kardeş yanında. Çalış, çalış, çalış ondan sonrası... Hiç genç olamamış birinden, bizim ergenliğimizi, gençlik hezeyanlarımızı anlamasını beklediğimizi şimdi idrak ediyorum. Anlayamadı.  Anlamaya da çalışmadı.Yeni yeni anlıyorum bunu da. 

Arada bir dönüp bakmak iyi bir şey geçmiş dalyalara. Onca telaşta bir soluklanmak gibi bir şey oluyor. 

Bugünlerin yirmili gençlerine gelince, köhne, "sonu gelmiş" (bu deyiş bana ait değil, ondan tırnak içinde) gibi görünen bir ülkede- hatta dünya diyeyim şuna da, olsun bitsin- yollarını bulmaya çalışıyorlar.  Eleştiriyor çoğumuz, ama biz yetiştirdik onları, bu topraklarda yetiştiler. Sonu gelen ülke de şu yukarda bahsi geçen bizlerin eseri. Hiç hakkımız yok eleştirmeye, ne kadar çalışıyoruz anlamaya? Dünyalarını anlamayan, hıza yetişemeyen öğretmenlerin ellerinde büyüdüler. Baskın bir gelenekçi düzenle, hızla değişen dünya arasında girdaptalar. Onlar da bir gün bakacaklar yirmili yaşlarına, dehşet bir hızla geçen zamana.  Kimi güzel hatırlayacak, kimi havalı, kimi daha mütevazi hatırlayacak, kimi de acıyla bakacak geçmişe.

Böyle gelmiş, böyle  gidecek bu dünya, diyesim var... İki ileri bir geri, mehter takımı misali...

Okuyana selamlar...


30 Mart 2021 Salı

HAYAL ETTİM OLDU


Demek isterdim...

Nah oldu!

Geldim, döndüm Türkiye'ye, her şey bok oldu...

Görüldüğü üzere, hiddetliyim. Bu benim şahsi hiddetim. Memleketinkini de üstüne koy, hiddet kare şeklinde yuvarlanıyorum.

Bu sabah lise arkadaşlarımla watsapta "o kadar da kötümser olmayalım" muhabbetidir beni aylardır ertelediğim iç dökme seansıma ittiren. Sevgili Şule Malhan bana "sen tanıdığım en iflah olmaz iyimsersin" derdi bir zamanlar; çok hoşuma giden bir iltifattı, ya da ben iltifat olarak alırdım üstüme. Iyimseriz ya...Beni benden alan bu Türkiye, benden öyle bir canavar  pesimist yarattı ki nasıl sakince anlatsam bilemiyorum.

Hayalimiz, canımız bebeğimiz kızımız Ayşeciği buralarda okutmamaktı. Hayal ettik, oldurduk. Sonrasında da, o zamanlar telafuz etmediysek de, buradan uzakta yaşamasına razıydık. Hatta, beni çocukken cok utandırmış Türk kimliğinden başka  bir kimliğe sahip olsun da istedik. 

Burada memleketin iflah olmaz vatan severleri okumayı bırakacaktır. Bıraksınlar da, zira derdim içimi doyasıya dökmek. Evet, ben onbir yaşımda karıştığım batı dünyası sebebiyle hep utandım Türk olmaktan. Utanmak fıtratımdaydı muhtemelen. Her şeyden utanan bir kızdım. Cevap vermeye utanırdım, hata yapmaktan utanırdım, fikrimi söylemeye (var mıydı bir fikrim?) utanırdım, izin istemeye utanırdım vs vs...Bilmeden, anlamadan utanırdım. O zamanlar en anlamadığım utanmam da, otururken ellerini bacaklarının arasına sıkıştırırsın ya,  çok ayıp yapma, derlerdi bana. En anlamadığım utanmam da budur.  Hep kızaran çocuklardandım. O elaleme rezil olmama tacizine uğrayan milyonlarca  çocuktan biriydim. Eh, doğal neticesi de, girdiğim yabancı kültürlerde uslu edepli olma endişesini en çok taşıyanlardandım. Bunun üstüne, ırkçı bir kaç öğretmene denk gelince, daha da beter utandım. Olduğum şeyden, kimliğimden, aşağılana kültürümden.

Memleketim de, anam gibi üstüme üstüme geldi hep. Ne örflerini sevdim, ne öve öve göklere çıkarılan başka bir çağa ait riyakar adetlerini. Yok büyüklere saygıydı, yok edepti namustu. Ulan hangi kaçımızı saydı o büyükler?

Bu nedenle  kızıma başka bir kimlik istedim. Hayal ettim. Oldurduk. Kendim için de zamanında etseymişim keşke. Aile cenderesinden kafamı azcık çıkarabilseymişim keşke. 

Şimdi de öyle bir zamanda geri döndüm geldim ki, memleket yangın yeri. Ama herkes saç tarıyor...Hatırlayıp asabımı bozmayayım. Gerçekten memleket başka boyutta. Gerçekten başka yerlere göre (tabi bunun Afganistani, Suudi Arabistan'ı da var bizden beter)  daha iyi olduğumuzu düşünen epey insan var. Herkes deli gibi alıyor, alıyor, alıyor. Her şeye kolayca ulaşabilmeyi medeniyet sanmaya devam ediyor. Ne istesen kapında! How happy I am! Başka nerde var bu lüks? Çarşımız pazarımız dopdolu. Sahil kasabalarımızın maşallahı var: emlak affı için ruhunu satmış, satacak insanlarla dolu. Paralel hayatlarında ise sosyal medyada aktivistiz.

Ha, bir sağlık sektörü iyi allahtan. Hem ben, hem Kerem üstüste bacak, ayak falan kırdık geçtiğimiz Aralıktan beri. Kerem, kaldırıma park etmenin nesi anormal anlamayan (bunlar tabi ki gitmek istemez buralardan, nerede o rahat başka memlekette?) ve  ara sokakta neden hız limiti var bilmeyen şehir magandaları yüzünden, bense kendi salaklığım yüzünden. Beş dakikada beşiktaş, paran varsa herşey şipşak halloluyor. Allah razı olsun kadri bilinmeyen doktorlarımızdan.  Allah cezasını versin o para basma makinası hastanelerin. Hastane taciziyle yaşadıklarımız roman olur. Yazıp sinirlenmeyeyim şimdi. Başka zaman belki...

Ne bakkala, ne çakkala güven yok. Arkamı dönmeye korktuğum bir ülke burası. Sıradan bir beyaz Türk olarak benim hissettiklerim buysa, vay haline diğerlerinin. 

Beyaz Türk olarak yetişen kızım bizden daha rahat yaşasın diye hayal ettik gitmesini. Zira burada averaj insanın olanlara üzülmekten   enerjisi tükeniyor. Ve kızlar pıtır pıtır ölüyor. Küçücük bir kızı sevgilisiyle yazışıyor diye okulu kızı utandırmış, kız canına kıymış. Al sana haber. Hooop ışınlandı elif geçmişe. Al sana eğitim... Hem ailede, hem okulda. Bakın, kimsenin o para makinesi güzel "medeni"  okullarımızda bir bok öğrenmediği gerçeğini es geçiyorum. Okulların çoğu daha genç olmak demek ne demek haberi olmayan, gelenek görenek diye böğüren gerzeklerden oluşan bir kurum bizde. Bizim Ayşe, güya medeni, Atatürkçü falan (o zamanlar bizim için de  bir değerdi bu sonuncusu) bir okula gidiyordu. Bizimkisi tenefüste erkek arkadaşıyla (ilk sevgilisi 😉) bir sınıfta kızlı erkekli oturularken, nöbetçi SS sınıfa girip Ayşe'ye çıkmasını söylüyor. Arada sanırım bir tartışma da oluyor. Okula hışımla gidip ağızlarına sıçtığımızı hatırlıyorum. Ne demek? demiştik saygıdeğer müdüre. Nedir mesajınız bu çocuklara!  Kızlar orospu, erkekler tecavüzcü...Al sana böyle büyütülen bizlerin türkiyesinin neticesi...Adamın ipe sapa gelmez cevabı içimde hala yankılanıyor: "siz bilmezsiniz bunlar kameraların görmediği köşelerde neler yapıyorlar!" Ulan napar iki ergen! Ya da naparsa yapar sana ne!  Ahlak zabıtası mısın sen! Senin işin mi o?   Güzide eğitimci...Al bir geç kız canına kıymış senin gibi biri yüzünden. Tabi, oturuken elleri  bacak arasına sokmak da ayıp zaten. Bunlar sadece "ötekiler" değil böyle düşünen. Adım gibi eminim hepsi aramızdalar. Ve de  çoklar. "Bizden"  dediklerimizde de dolu bu kahrolası zihniyet. Gömülesi, üstüne işenilesi zihniyet...sonra da tüy dikilesi...İşe ya da sıç farketmez...Anladınız siz...O namus dediğiniz bok çukurunda boğulasınız hepiniz...

Ha bi de sizler-bizler davası var. Hiç girmeyeyim, çıkamam. Nerede birleşeceğiz biz bu kadar at gözlüğü, bu kadar ateşli silah kuşanmışken. Bu kadar salakken. Ah Aziz Nesin ahhh...Ben daha da ileri gitmek istiyorum şu an... Kendini sadece eğitimli olduğu için akıllı sananların da ...hadi neyse...durdurayım kendimi.

Kanada'daki sevgili  arkadaşlarım...Hiç aklınız kalmasın buralarda. Bir havası, bir suyu demek isterdim. Ama havası da, suyu da herşeyi kokmuş buraların. Siz de buralar için üzülmeyi bırakın. Zira burası, birinci  dünya ülkesi vatandaşıymış gibi takılıp happy happy yaşamaya devam edenlerle, bedbaht aktivistlerin nafile gayretleri arasına sıkışmış, nefes alamayan bir ülke. Evlatlarından kendimi bildim bileli nefret eden ülke. Çocuklarına çocuk olma, gençlerine genç olma, insanına insan olma hakkını tanımayan bir ülke. Akıldan, fikirden, bir düşüncesi olandan nefret eden bir ülke. O beni hiç sevmiyorken ben neden sevecekmişim onu? 

Kötümserin dibiyim bundan böyle...

Oh be...Az boşaldım... Ama merak etmiyorum, iki insana karışırım, hemen doldurur bu ülke... 

Okuyana benden selamlar...