30 Kasım 2014 Pazar

HUZUR SOSYAL MEDYADA


"Kendimizle barışana dek, dış dünyayla asla barış sağlayamayız"
DALAI LAMA


Tüm dünyanın yegane dileği barış ve huzur şu sosyal medyaya bakınca… Her yere serpilmiş güzel söylemler, sevgiler, güzel dilekler. Bayılıyorum, kinaye değil gerçekten seviyorum karşıma orada güzel şeylerin çıkmasını.  

Başından beri sevdim ben sosyal medyayı, bilen bilir. (Bu bilen bilir lafı da sevdiklerimden, bir liste yapmaya başladım “Elif’in sevdiği  sözler” ) Hiç sahte olduğunu düşünmedim. Ben hep gerçek hayat gibi olduğunu düşündüm. Siz sanır mısınız ki herkes gerçekten “ kendisi” gerçek hayatta, ki gerçek olsun sanal hayatta da? Kendisi olmaktan korkmayan, ve bunu göstermekte bir tuhaflık görmeyenler her yerde olduğu gibi orada da şeffaf. Ya da nasıl görünmek istiyorsa öyle görünmek için çaba gösterenlerin çırpınışları da aynı gerçek hayatta olduğu gibi orada.  Veya ne olduğunun kendi de farkında olmayanlar da öyle okunuyor uzaktan, okuyabilene. Bunu hayatta okuyabiliyorsanız, sosyal medyada da okuyorsunuz.

Yani her şey normal… Her yerde ve her zaman olduğu gibi. Geçenlerde bir arkadaşım “Artık çıkacağım buralardan”, yazmış. Çık. Ne olacak ki, hayatta da her şey aynı. Öyle kolay değil çıkıp gitmek , öteki kapının yanına korkudan yaklaşamıyor millet. Ölüm kapısından bahsediyorum. Facebooktan log off olmak gibi değil hayatın kapısını çıkıp çıkmak, bir gidip kendine kahve koyamazsın “Oh be rahatladım, “ diye. Gerçi pek de bilmiyoruz belki açık büfeyle karşılanıyoruzdur, kim bilir. Kahveler yemenden olur olsa olsa, Starbuks’çılar ayvayı yedi yani. 

Yani oyunbozanlık yok arkadaşlar! Ne yapıyor insanlar genelde gerçek hayatta hoşlanmadıkları insanların ardından? İlk seçenek görüşmemek gibi görünüyor. Zaten bu yolda birlikte yol almak istediklerinin dışındakilerle ne görüşür insan değil mi? İş nedeniyle, sorunlu aile bağları sebebiyle görüşür muhtemelen. Yani mecburen bir arada olmamız gereken kişiler, bizi rahatsız da etse mecburuzdur görüşmeye. Sonrasında genelde daralınır, sıkılınır, ferahlamak için dedikoduları yapılabilinir, hatta etrafa üç beş tane de her dediğinize he diyecek , sizi kızgınken daha da cilalayacak üç beş “hakikatli dost” topladınız mı, tadından yenmez…Sanırsınız…

Hiç öyle olmaz… O sıkıntı, sinir, daralmalar, bunalmalar anlattıkça çoğalır, insanın içini çirkin bir şeyle kaplar. O sinir, o kin, o hırs insanı sarar sarmalar. Aynı facebookta birisine sinirlendiğinizde olduğu  gibi. Dedikodu da var , duvarlarda rastlıyorum. Çok şirin. Hızlar alınamıyor, girişiliniyor. Nerede kaldı arada hızla akan Mevlana sözleri, güzel dilekler, tüm dünyaya dilenen huzur, anlayış, hoşgörü? Hoşuna gitmeyince en dandik şeyden bile insanlar sanal alemlerde dahi birbirine giriyorsa, nerede dünya barışı özlemleri? 

Bu facebook ne kadar barış yanlısı olduğunuzu anlamak için bir Richter ölçeği bence. Herkesi kendi evinde gözlemleyeceğimize göre, ortalarda inceleyeceğiz demek ki. Evde gözlemek iyi bir şey, çünkü en doğal halimiz evimizdeki halimiz, en ayıpsız alan o çünkü. Ama RTÜK cihazı değiliz evlere giremeyiz şimdi. Sadece oyun alanımızdayız,  sosyal medyadayız. Bu facebook vs dünya barışı için nasıl kullanilabilir onu diyeceğim sizlere. 

Uygulamayı kendi üzerimden anlatıyorum: Benim için gerçek oyun alanı sosyal medya, zira bir şeye gıcık oluyorsam, hemen bir silkiniyorum. Neden sinirim bozuldu şimdi, diye. Çünkü kimse içinde olmayan bir duyguyu fark etmiyor dışarıda. Bizde ne varsa, direk karşımızda ilk onu görüyoruz. Ve zaten o an kendime yoğunlaştığımda, ilk hissetiğim “şey” neyse hemen hafifliyor. Bir dalgakıran etkisi oluyor bünyemde.  Sonrasında, bazen hemen, bazen sonra eninde sonunda buluyorum bende neden o etkiyi uyandırdığını. Etrafımda buna itiraz eden epey bir arkadaş kütlem olsa da, ben kendime olan faydasını gördüğümden beri bu oyuna şevkle devam ediyorum. 

Çünkü ben gerçekten huzur istiyorum, hem kendimde, hem yakın çevremde, hem de tüm dünyada… 

Her koşulda hep kendine bakınca, kimseler daha salak, kimseler daha sorunlu, kimseler daha cahil görünmüyor o zaman insanın gözüne. Sadece herkes farklı görünüyor. Herkes farklı. Herkes farklı düşünüyor. Herkesin farklı alışkanlıkları var, adetleri var, acıları var, yaşanmışlıkları, özlemleri var, hayalleri var.  Gerçekten sorunlu insan yok hayatta. Sadece aynalardan yansıyanlar var. Herkesin öğretildiği şeyler var, çok ciddiye aldıkları, bilgileri var, sorgulamadıkları. 

Sorgulamak en önemli konu, herkes için. Kalpte sevgiyle, objektifçe sorgulamak her şeyi, tüm hayatı önemli. Neler öğretilebiliyor insanlara, da gidip canlı canlı kendilerini patlatıyorlar, bir düşünün. Bir de bize bugüne kadar öğretilenler ne kadar doğru diye düşünün. Sistemin düzgün işleyebilmesi için gerekli bilgilerle donatıldık biz de, bizim gibi olanlar gibi. Ne farkı var kendini patlatmaya yeltenenle, kendini açlığa mahkum edebilen genç kızların? İkisi de yok etmeye tereddüt etmiyor kendisini.  Biri öbür tarafta saygı görmek için yapıyor yaptığını, diğeri bu dünyada itibarı olsun diye. Biri patlarken tanımadıklarını  götürüyor yanında, diğerininki daha beter, sevdiklerini  kahrediyor.

Yani demek ki, öğretilen şeyler farklı herkese. Farklılıklar bundan kaynaklanıyor. Ama hisler aynı, duygular aynı, içgüdüsel tepkiler aynı. Herkes insan. Herkes etten ve ruhtan, öğretilen ıvır zıvırı çıkarınca. Akılları eğitenlere ve ruhları eğitenlere itibar etmeden bakınca , herkes eşit, herkes sevilesi.

Binlerce dünya bir aradayız şu evrende. Eğer uyum istiyorsak, en küçük birimden başlamak gerekiyormuş sahiden de.

Kendimizden.

Sonra ailemizden.

Sonra mahallemizden, şehrimizden, ülkemizden.

O çok dilenen huzur ve barışa önce herkes kendi içinde bir alan açacak.

Ve bunun için çok muhteşem bir ayna sosyal medya. 

İnsan sadece kendisi gibi olanlarla elbet mutlu olur. Ama o zaman da işte kendisi gibi olanların bir aralara toplanmaları daha mübah oluyor. Araplar bir tarafa, Yahudiler bir tarafa, dinsizler bir tarafa… Ya da sonradan görmeler bir tarafa, entelektüeller bir tarafa, okumamışları da şuraya alalım… Öyle olmuyor işte. Herkesin herkesi kabullenmesi gerekiyor. Bu dünyada hepimizin varlığının bir nedeni olduğunu kabullenmesi gerekiyor. “Yok artık, ona da mı katlanacağım” demek yerine, “Bana ne anlatıyor bu hayat bu can sıkıntısının üzerinden?” derse kişi, bir arpa boyu yol alabiliyor. Yoksa hep sinir, hep sıkıntı, hep can sıkıntısı. İnsanın kendine hayrı olmaya takadi mi kalıyor sonra? Tüm enerjisi hapır hupur yendikten sonra?

“Kabul” en büyük hayat dersi. Ve bana sorarsanız “yargı” ile birlikte anlaması ve geçmesi en zor derslerden biri. Tek kolaylaştıran şey bu dersi, barış ve huzur isteği. Her şeyle barış. Kendinle barış, dünyayla barış. Kendini kabul, dünyayı kabul. Savaşlar hükûmetler, dinler yüzünden çıkmıyor. Savaşlar kendisiyle kavgası dinemeyen insanoğlunun kendine layık gördüğü, içinde yaşamayı tercih ettiği , kurulmasına izin verdiği insan uydurması , son derece yapay, doğamıza aykırı düzenler yüzünden çıkıyor. 

Bugüne kadar beni en çok üzenler meğer bana en büyük iyiliği yapanlarmış, öyle üzüldüm ki hayatımdaki kimi şeylere, artık daha fazla üzülmek istemememle başladı her şey. Sadece çok istedim üzülmemeyi, kızmamayı, çünkü hasta olmak istemiyordum. Hep aklımdaydı anneannemin lafı: “Kızım üzülme, orandan burandan çıkar sonra.”

Üzüntü, sinir fark etmiyor, insanın dengesini  bozan her türlü his kontrol edilebiliyormuş. Benden demesi. Kendini mutlak kabul ise işte öyle aynalarda kendini bula bula, göre göre, şaşıra şaşıra oluyormuş.

İyisi kötüsü yokmuş ne insanın, ne başka şeyin, sadece olması gereken varmış…Her durumu olduğu gibi kabul edebilmek varmış. Başkalarında bulduğun her dikenin kendindeki aksini temizleyip, bazen birlikte, bazen ayrı, yoluna devam ettiğin sürece insana huzur varmış. 

Yani, kıssadan hisse derim ki sosyal medya, doğru kullanılırsa çok şeye kadir aslında, çünkü bu kadar bol çeşit ayna yok başka yerde. Kıymetini iyi bilelim…

27 Kasım 2014 Perşembe

EBEDİ CEREYAN





gideceksen

dünyayı çarpmayacaksın ardından

o gürültü, o ses,

döneceksin demektir  her an

gideceksen, 

sessizce sıvışacaksın,

yankılanmayacak arkandan

ki

habire dönüp esmesin  sırtından

18 Kasım 2014 Salı

GEL EY ELLİ


Gel ey elli…

Kim tırsar senden?

Sen kork ellisini seven kadından!

Ne elalemi kalmıştır, ne umuru ellisinde bir kadının. Çoktan bırakmıştır meraklı gözleri ardında.

Kendisini daha çok görebildikçe, başkalarına görünme yükü azalmıştır.Bu sayede görünmez olmuştur kazayakları. 

Hayattaki yegâne adaletin yılların tekelinde olduğunu anlamıştır. Hamarata da eşittir elli, genel müdüre de, beceriksizine de… Akıllısına da, bilgilisine de, ve hatta güzeline de, çirkinine de.

“Aaa! Nasıl olur!” diyenleri azalmış, “Amaaan, siktir et,” diyenleri çoğalmıştır. 

Yargıçlarının hepsi emekli olmuştur, bazıları müşavirlikte dirense de.

Hesaplar kapanmış, muhasebeciler de yazlıklara yollanmıştır.

Saçma düzenlerin saçma kuralları, kanunları karşısında Jean d’Arc’tır artık.

Kulakları daha iyi duyar, çünkü sesleri azalır ellisinde kadının. 

Gözleri daha iyi görür, nereye bakacağını bilir çünkü.

Varsın erisin kemikler, her şeye karşı daha diktir omuzları, çünkü dayanılamayacak acı yoktur, çoktan öğrenmiştir.

Bundandır çoğu kadın ellisinden sonra renklere bürünür, çoluğu çocuğu şaşırır.

Saturn vız gelir, mars tırıs gider. Bırak dünyayı, esas yıldızlarla barışmıştır- ki bu en önemlisidir, bilen bilir…

Dünyayı kurtarmasa da olur artık… Küçücük dokunuşların ufacık alanları aydınlatmaya yettiğini anlamıştır.

Bir güzel temizlemiştir kalbini, artık kendi başının tacıdır.

Tasdiksiz, kanıtsız, kendine yeter... Hayatın içinden almıştır alacağını.


Bir elli daha şansı var mıdır, artık merak etmez. Gerekmez ne öncesi, ne sonrası.

Bundan sonra ona tek gerekeni bilir: bu kadarın yettiğinin ziyadesiyle idrakı…

Bir de aynası...


Asla aynasız çıkmayan oyun arkadaşlarıma...

6 Kasım 2014 Perşembe

TAYYİP'İN DE EVİNDE BİR ODA EKSİK


“Kime sorsan evinde bir oda eksik” 

Özdemir Asaf’ın ilk sevdiğim şiiridir bu dize.  Çok sevmiştim. Küçüktüm. “Ne çok şeye uyuyor ,” demiştim…

Babamın bir şey istediğimizde: “Kanaatkâr olun!” demesine sinir olduğum yıllardan bahsediyorum. Dilinden “Her şeyimiz var çok şükür,”ü düşürmezdi. Cezayir’de şirketin en üst düzey yöneticisiydi, Fransa’ya gidilir araba alınırdı o zamanlar. Biz heyecanla herkesteki gibi bir araba beklerken, gidip kendisine Renault 4 almıştı. Bir klasik! Yaşı yetenler hatırlar, bir  Louis de Funes filmlerinde,  bir de bizde vardı. Koltukları şezlong kumaşındandı, arkada kımıldamadan oturmamız gerekirdi, yoksa habire şoförü dürterdi dizimiz, yerdik zılgıtı. Biz kendimizi ezik hissedip vızıldığındandığımızda ise (genelleme özellikle yapılmıştır, kalp kırmamak içindir, anlayan anlar) “Dört teker değil mi? Bu yeter,” derdi.

Ona her şey yeterdi. Ve bu yeter  denen şey genetik sanırım. Fazlası genel olarak hep batmıştır bir yerlerimize. Herkese o “yettiği kadar” yetse keşke… 

Bu nedenle bu dize çok işlemiştir içime. Bizim her şeyimiz tamamdı, ama kime sorsan evinde bir oda eksikti.

Büyüdüm. Bu eksik, hep eksik olarak kaldı. 

Ademoğlu eksiği nerede arayacağını bilemez.

İki çocuk, bir ana-babalı ailelere 4 katlı ev gerekir mesela. Yetirmeye çalışılır. Bir yere götürülmeyen eşyalarla doldurulur. Alınır, alınır, alınır. Atılmaz. Verilmez. Saklanır. Büyük ev, atılmayan eşya emniyet demektir. Arada eş dost meclislerinde şikayet edilir, “Şekerim işi de bitmiyor,”lar uçuşur. Bitmez. Ne işi biter, ne eksiği.

Küçük araba almaz kimse, büyük olsun tercihtir. “Şekerim küçük araba şehirde olmaz, emniyetsizdir, Allah muhafaza!” lar uçuşur.  Küçük sevilmez, çünkü herkeste büyüğü vardır. Büyük jipler, İstanbul gibi bir şehire kesinlikle en gereken şeydir. Herkes güvenli güvenli dolaşsın diye. Çevre katili jiplerle inanılmaz güvenli hissedilir. 

Herkes kendini koyduğu sosyal kefeye uygun büyüklükte “şey” lerle doldurur hayatını. Onlar için yırtınır durur. Eline geçen ilk fırsatta da, kendisini gerekliliğine inandırarak ,edinir o ıvır zıvırları. Ev ve arabada duruyorum, öyle uzun bir listedir ki o gereken şeyler. Asla yetmeyen ayakkabılar, çantalar, elbiseler...En kalitelilerinden, zira kalitesizler dayanmaz. Gerçekten dayanmalı mı, sorgulanmaz. Aslında dayanıklılıkları nedeniyle değil, içinde bulunulan kefeye ait gereklilikler olduğu için alındıkları inkar edilir, sorgulanmaz.

Büyük ev, büyük araba, büyük ekran uyuşturucu, büyük bahçe, daha büyük, daha büyük… İçine içine tıkar gibi, tıktıkça insanın içi büyür gibi. 

Ama tam tersi olur, içine giden yol tıkanır halbuki.

Şimdi amcam kendini  koyduğu kefeye uygun büyüklükte ev yaptırmış. Kendini koyduğu kefeye uygun bir taşıt alacakmış.

Şaşırdık hepimiz. Dünya şaşırdı.

Ama ben de Özdemir Asaf gibi düşünüyorum: Tayyib’e sor, onun da evinde bir oda eksik. Tamamlamaya çalışır garibim. 

Ona kimse “Oğlum, yettiği kadar,”da dememiş belli. Yeterlilik ölçüsünü kendi belirlemiş.
Ama yetiremiyor işte. 

O eksik odanın nerede olduğunu anlayana dek, kimseye yetmez. 

Sarayın da olsa yetmez.

Anlayın işte...