25 Aralık 2018 Salı

TÜRK TOPLUMUNUN KIRİSMIS TARİHİ


Güzel ülkemin giderek daha bir coşkuyla kutladığı kırismıs tarihimize bir göz atayım dedim bu sabah.

Yıl yetmişler. Memleket alıştığımız üzere kan revan. Biz Siyasal Bilgiler Fakültesine yakın oturduğumuz için bu hararetli günleri çok hissedenler tarafındayım.  O günlerin, batı emperyalizmine direnişin tohumlarının atıldığı, fidanlarının kellerinin uçurulduğu günler olduğunun yıllar sonra farkına varacağım .

Batı hükümdarlığı henüz kenardan kenardan ülkeme sızmaya çalışmakta. Kot pantalonu bile tanımamışız, Marlboro sigara, bir hava atma vesilesi. Babam Birinci içerdi, ama Bafra, Gelincik falan vardı, anmadan geçmeyeyim. Yurtdışına salavatla çıkılan, dünyamın Ankara Kurtuluş mahallesinden ibaret olduğu yıllar. Sinemalarda ikisi bir arada Ayşecik filmlerinden başka şey görmemişiz. Babam Fransızlarla çalıştığı için, bizim evde "ecnebiler" görülmüş: hafızamdaki kalıntıları, güzel teneke kutularda bisküvilerden ibaret. 

Yılbaşları kutlanırdı bizim evde, ama bilirdim bazı evlerde esamesi okunmazdı. 

Çamağacına girişecek kadar bulaşmamıştık o ecnebilere. Yani ortalarda bir aileydik. Yılbaşı bizde günah sayılmazdı, ama kırismıs, bizdeki adıyla noelin, başka dine ait bir kutlama olduğunun bilincindeydik. Yılbaşı ve noel farklı şeylerdi. Ve yılbaşı eğlenceli bir şeydi. Orta sınıf bir Ankara ailesi için yılbaşı kuruyemiş, muz, tombala ve kedi merdiveni demekti. İlk ikisi normal zamanlarda eve pek girecek gücü bulamazdı. Tombala ve Kızmabiraderden başka kutu oyunu görmemiştik ve kedi merdiveni de şimdiki adıyla DIY (do it yourself)pratik bir süslemeydi. Ayrıca kütük pasta alınırdı bir de pastaneden. Hediye de olurdu, o da  biz çocuklara sadece. Ve annesi modernliğe meraklı her arkadaşımın yılbaşı  görgüsü buydu. "Anan gibi tereyağı kullanma, demode işler onlar, sen modern kadınsın,  margarin kullan" yıllarıydı bu yıllar. 

Modernliğe meraklı anne tanımını ancak annesi modern olanlar en iyi bilir: içinde şualekremekler, milföy gibi  okuduğumda pek kulağa türkçe seslenmeyen kelimelerin olduğu yemek kitapları vardı modern annelerin mesela. Bir de raflarda okunduğundan hep şüphe duyduğum, Doktor Falan Filan tarafından yazılmış çocuk gelişim kitapları olurdu bu evlerde. Bir de radyodan gayri, plak falan dinlenirdi. Bu evlerde doğum günleri de başka olurdu. Sadece poğaça, kurabiye değil, leş gibi kokan amonyaklı pastalar yapılırdı mesela. Bu kokarca pastalar piştikten sonra harika olurdu ve kremalarla süslenirdi. Çocuklara oyunlar oynatılırdı böyle günlerde. Her evde böyle doğum günleri yapılmazdı. Benimkisi gibi modern anneler bunları yapardı. (Bugünün modern annelerinde gördüklerimi başka bir yazıya saklayayım, organik beslenmeler, dulalı doğumlar, ve daha neler neler.)

Seksenlere geldiğimde sonunda kot pantalonla tanışmıştım, epey batılı olmuştuk memleketçe. Cezayirde olduğum yıllar, Amerikan kültürüne en yoğun maruz kaldığım dönemdir. Yılbaşları hala aynı hızda kutlanırdı bizim evde, eşle dostla, babam artık hacı olduğu halde, hala içkilerle kutlanırdı. Noel, yani kırismısı biraz daha anlar olmuştum. Amerikan okulu yıllarım, benim din olayını daha bir idrak ettiğim yıllardır. Bütün kırismıs şarkılarını ezberlediğim yıllar. Kilise korosunda bunları söylediğim yıllar. Okul, müslüman çocukların ailesinden özel izin alırdı, babam da izni verirdi. Biz kilisede Meryem, bebek İsa, beşik, çoban figürleri arasında şarkılarımızı söylerdik, annemler de seyrederdi. Farklı bir dinden olduğumu, ve bunun da saygI duyulan bir şey olduğunu elalemin Amerikalısından öğrendiğim yıllar. Cezayir'de bir grup ODTÜ'lü mühendisin müdürüydü babam o yıllarda. Ve bunlardan bazırları kırismısı evlerinde kutlardı. Bize saçma gelse de, üstünde durmazdık. Onlar bunu modern oldukları için yaptıklarını ima ederlerdi. Devrimci ODTÜ'nün emperyalizmle sınavıdır bu da. Devrimci kırismısı. 

Sonra geldi doksanlar. Görgüsüzlüğün, şuursuzluğun memleketime damardan zerkinin hızlandığı Özal yılları. Memleket tam anlamıyla modernleşmiş, kimliksizleşmeye and içmiş, yakın arkadaşlarım evlerinde düzenli olarak kırismis eğlenceleri düzenlemeye başlamış bile, hem de kimse Hristiyan değilken, kimse Müslüman da değilken. Yılbaşı ve kırismıs tüketim çılgınlığı hızla yükselmeye başlamış, modern AVM'ler, modern restoranlar, modern insanlarla dolup taşmaya başlamış. Yurtdışına herkes gider gelir olmuş, hatta arkadaşlarım Paris'ten Londra'dan, doğup büyüdükleri yer gibi bahseder olmuş. 

Özetle maksat hasıl olmuş, kimliksizleşme başarılı olmuş, biz Batı'ya hayran, onlar yulara dayan, gül gibi geçinir gider olmuşuz. Biz yeni kurduğum ailemle, yılbaşlarını küçük hediyelerle, yine eğlenceyle, partilerle kutlamaya devam ettik o yıllarda da.Bir şey değişmedi. Ben her kırismıs şarkısı duyduğumda çocukluğumun en harika dönemine, Cezayir'deki yıllarıma ışınlandım. 

Yüzyılı devirdikten sonra bu böyle devam etti.

Bugün ise bakıyorum, bütün memleket kırismısı tam gaz kutluyor, alışverişin dozu tavan, herkes yılbaşı telaşından harap, o hıncahınç dolu alışveriş merkezlerinde bir tür zikir içinde, huşuyla alıyorlar, veriyorlar, kendilerini durduramıyorlar. Şirketlerde hediye çekilişleri,  evlerde sıcak şarap partileri...

Ve ben, düşünüyorum:

Ulan Kris! Ya da nam-ı diğer İsa! Neye alet edildin, seyrediyorsan eğer, diyorum, gelir miydin bu obur dünyaya?


12 Ekim 2018 Cuma

KAZAN DOĞURURKEN İYİYDİ


Ne ortada bir yaşmış şu elliler...

Zorla ağzından laf aldığın yeni yetmeyle, seksenlik ananın yalnızlığının gürültülerinin ortasında kalmakmış.

Yerçekimine yenilmeye başlamış vucudunun kafaya göre takılmasıyla, buna direnip hiperkatif maymun olma riskini kahramanca göze almak arasında kalmakmış.

Tam da, "ben buyum, yerse" ye ayarı çevirdiğin anda, başkaldıran kaz ayaklarıyla savaş startejilerini gizli gizli araştırmaya başlamayıp, kendine şaşmakmış.

Bedeninden uğurladığın binlerce hormonla, hoşgelmeyen bir sürü fazlalık arasında sıkışmakmış.

"Olgunlaştık bari, eski hataları tekrarlamayız en azından" tesellisiyle attığın adımların, atlı karınca misali, seni hep benzer yerlere götürdüğünde, yaşına hürmet, geldiği gibi kabul etmekle, için en ekşi ve yeşilinden bir elma, sense kıpkırmızıymışsını oynamak arasında kalmakmış.

"Kendimi biliyorum ya, o yeter"lerle, seni bilenleri bile hayrete düşüren eylemler arasında yuvarlanmakmış.

Arada derede kalmaların şahıymış.

Hamileyken sapıttığımızda hürmet,izzet, ikram görürken, menopoz telafuzu hala zor bir kelime olduğundan zahir, hürmeti bırak," bunlar da manyadı!"lara boyun eğmekmiş.

Tam da "Kazan doğuruken iyiydi," hikayesi bizimkisi.

Zormuş vesselam.

23 Eylül 2018 Pazar

AH O YARALAR





Yaprak hışırtısından daha iyi merhem yok yaralarımıza, yazmışım bir yerlere. 

Buna eklenecek şeyler var. Su şırıltısı. Toprak kokusu. Güneş ışıltısı. 

Nerelerde örselendik? Gıcır gıcır gelmişken bu dünyaya, neden bu kadar deşildik?

Benim sazanlar atlar şimdi: "Sen de ne çok düşünüyorsun?" diye. Ben düşünsem de, düşünmesem de, hepimiz yaralıyız işte. Can acımızı bastıracağız diye abartıyoruz her şeyi. Yemeyi, koşmayı, konuşmayı, sağlığı, sanatı, hayvan sevgisini, evlat sevgisini, vatan sevgisini, iyiliği... Her şeyi derken, sahiden her şeyi. Miktarı kafi yetmiyor kimseye.

Benim anam bana yapmıştı, ben de kızıma aktarıyorum  bu zehirli mirası. İstemeden, pişmanlıklarla, ama malesef bu zincir zor kırılacağa benziyor. Bazen hem evlatlıktan, hem de annelikten tiksiniyorum. Kelimede abartı yok. Tiksiniyorum. Benim irinim oradan akıyor ince ince. 

Dolaştığım her yerde, bütün yaraları hissediyorum. En çok da benimle aynı yerden yaralıları görüyorum. Kanser olduğunu cümle alemden saklayanlar gibi hepsi: her şey harikaymış gibi davranmayı abartıp, kemolu kafalarını saklamayı unutuyorlar. 

Kendime yapamadığımı, onlara yaparım sanıyorum bir de. Sarar, sarmalarım sanıyorum. Sever, okşarım. Suç yok , suçlu yok, derim Teoman'ın kulakları çınlasın: Hayat böyle , anlayalım.

Anladığımı sanıyorum oysa. Malesef hala en güzel kendimi kandırıyorum. 

Herkes gibiyim,  sadece o kadarını biliyorum.

2 Temmuz 2018 Pazartesi

ÇOCUK GELDİN, ÇOCUK GİDECEKSİN TÜRKİYE.


Bir akrabamız demişti:

-Elif, sen de hiç yaşlanmıyorsun be kızım.

Sevinmeye heveslenmiştim, ama kursağımda kalmıştı.

-Çocuk geldin, çocuk gideceksin.

Senelerce bunu ardından anlatıp, kendimce kafa buldum. Gerçi o bunu şuursuzca söylemişti. Ama bu yaşıma yaklaşırken anca anladım  bana yaptığı iyiliği.

Büyümeye direndim hayatım boyunca, daha doğrusu olgunlaşmaya. Çünkü kolaydı.

Bir kere her şeyin sebebi başkalarıydı. He he, harika bir şeydir bu. Bok at, rahatla. Her şeyi sen bilirsin, herkes salaktır. Uyuşturucuların hasıdır bu his.

Türkiye de bu halde işte. Bak yine her şeyi ben biliyorum, zira kolay geçmiyor bu kibir. Olsun, artık en azından kendimle dalga geçebiliyorum.

Türkiye de böyle, Çocuk geldi, çocuk gidecek. Büyümeye niyeti yok. Hareketlerinin, sözlerinin sorumluluğunu alacağına, vur öbür tarafın kafasına, rahatla.

Bugün de bendeki yaş günlerinden birisi. Madımak'ın yıldönümü. Bu günlerden çok var bende. Habire doğup doğup durmuşum da, yine de büyümek için 45lerimi beklemişim. Madımak'taki yangın, benim içimde Türkiye'yi, ailemi anlamamda bir mihenk taşıdır. Yengem şair Zeynep Taşdemir yakılamayanlardandı. Evet yanmadı, ama hep bir kor kaldı. Ailemle ilgili detaylar bende kalsın, onları başka yazılara saklıyorum. Zira ortada silenemeyecek bir is var kesin, ama normal hayatlara tezahürü ne tam ak, ne tam kara.

Ben o gün Türkiye'nin bana anlatılanlardan başka bir gerçeği olduğunu tüm hücrelerimde hissetmiştim. Acısı ayrıydı, idrakı ayrı. Büyük sorgulamaydı. Kendimce, sıkı idraktı. O yıllarda hala bu tarz olaylara isyan etmek averaj insana çok yayılmamıştı. Bugünle kıyasladığımda çok daha az miktarda, genelde "Solcu"  sıfatına sahip, her zaman bu memlekette sayıca daha az olmuş bir takım  insanlar arasında konuşulup yası tutulmuştu. Şu an paçası tutuşan çoğunluk ise, olayı "Canım onların da orada işleri neydi," ye bağlayıp, konuyu toparlamıştı. 

Yirmibeş yıl sonrasında ise geldiğimiz durum şu: 

"Dünya tüm renkleriyle güzel" diyen arkadaşımın renklerinin çok kolay  nefrete bulanabildiği bir ülke burası hala.

"Sevgi içimizde" haykıranların, idam cezasını bırak telafuz etmeyi, ellerinden gelse, tabureyi yargılananın altından sırıta sırıta çekmeye hazırlandığı bir ülke.

"Demokrasi de demokrasi" diye bağıran arkadaşlarımın, kendi gibi düşünmeyenlere her türlü hakareti mazur gördüğü bir ülke. 

Liste uzun. Ama önemli olan liste de değil. Elimizden ilk gelmesi gereken şeyin, o Habil ile Kabil'den bu yana her insanın doğasında olan ve""kötü" diye nitelendiği,  bastırmaya çalıştıkça başka yerden fırlayan duyguyla başetmeyi öğrenmemiz gerektiği gerçeğinden hala çok uzak oluşumuz benim canımı sıkan.

Bu memleket, yirmibeş yıl önce diri diri adam yakılan, otuzbeş yıl önce işkenceden dünya kadar insanın öldürüldüğü, kırkbeş yıl önce kardeşin kardeşe kıymasını seyreden bir ülkeydi. Kırkbeşte durdum, bu kadarına bizzat şahidim.  Öncesine girmeye kalksak, pek daha  güzel bir şöhrete sahip değil zaten. Kahraman Türk milletinin bir yanı hep şiddet istemiş. Ama bize de mahsus değil bu, bütün dünya böyle. İnsan böyle. 

Ve olgunlaşmamaya da niyetli. Ötekine çemkir, şikayet et, kavga et.  Etrafındaki çocuklar ne yapıyorsa aynısını yap. Hep birlikte bağırın aslında, daha da iyi. Her sene "Unutmayacağız, unutmayacağız," diye haykır. Aferin. Yirmibeşyıldır işe yaradı, devam et. 
Şu anki Türkiye  zannet  ki tek bir kişinin başının altından çıktı. Ve ona oy veren bütün cahillerindir bütün suç. Sen çok akıllısın, devam et çemkirmeye. Devam et aşağılamaya. Devam et ne modaysa duvarında paylaşmaya. Devam et çocuk gibi ağlamaya. 

Asla dönüp kendine bir bakma. 

Değişim istiyorsan kendinden başlamaya hep itiraz et. İşe kendi karanlığından başlamaya yanaşma. Başetmek zaten zor, bunu farketmeye dahi yanaşma. Birisinden nefretle bahsederken bir an durup düşünme bile. Nefretin, hissedenin gelişmişliğiyle alakalı olmadığını, hepimizde olduğunu, ama olgun insanın bunu kontrol etmeye çalışan olduğunu anlama o harika zekanla. Kontrol edilemediğinde, ortalığın kan gölüne dönüşebileceğini görme. Devam et nefret etmeye, ve bu nefretine kulplar bulmaya...

Ama artık sen de biliyorsun ki, o gün geldi. Artık  her an hepimizi yakabilirler...

Ne olduğunu bilsem de, seni ben hala çok seviyorum güzel ülkem. Ama kabul et artık, eğer idrak etmezsen büyümen gerektiğini, çocuk kaldın, çocuk gideceksin evellallah.

Yengecim, seni de çok seviyorum. Dualarım, o senelerdir yasını tuttuğun arkadaşlarına...



4 Haziran 2018 Pazartesi

ELİFLERDEN ELİF BEĞEN


Anam ne zor şey şu kendini bilmeye çalışmak!

Senelerdir kendimi buna adadım, yakın çevreme baygınlık geldi. Ama başladık artık, duramıyoruz.

Ne zor şey kendini kandırmadan yaşamak!

Hep diyorum, kendimi kandırırken harikaydım. 

Bir kere herkese bok atmak harika bir şeydir. He he, kimseleri beğenmezsin. Herkes salak, sen akıllısındır. Ya da daha güzeli, herkes kötü, sen iyisindir. Herkes duyarsız, sen HSP'sindir. Bilemediniz değil mi, bu nedir? Yeni girdi hayatımıza, Highly Sensitive Person demekmiş. Bu kalaslarla, salaklarla, kötü kalplilerle bir arada olmaya hep isyan eder durursun. Dururdum. Valla ben "Yok valla, öyle değil," desem de , facebook beni hemen yalancıya çıkarır. Zira, her gün duvarımdan eski elif akıp durur.

Hayalim, kimseyi kandırmadan ve kimseleri iplemeden, sadece kendim gibi yaşamak, bari şimdiden sonra. Ama olmuyor azizim! Hep bir elif hortluyor.

"Bakın, ben ne kadar sanatçı ve ince  ruhluyum," diyen elif var mesela. 
Bu, en sağlam maskem. Bir ara etrafımda sadece sanatçı ruhlular olsun diye seçiyormuşum arkadaşlarımı. O elbiseyi sıkı sıkı giydirdiklerim beni sükutu hayale uğratınca, snataçı olmalarının yanısıra (küfürbaz, tırsık, kaba, çıkarcı ve hatta hırsız- valla billa hırsızı da vardı içlerinde-  olduklarını farkedince hemen uzamıştım bazılarından), dönüp sordum kendime "Ne anlamam lazım elifcik?" diye  de, allahtan buldum. Anam, onlar da insan evladıymış meğer. Öyle ağır abi-ağır abla takıldıklarına bakmamak lazımmış, hepsi senin, benim gibi insanmış en hasından. Onlara böyle averaj insan arızalarına sahip olma hakkını görünce, kendi de bir derin nefes alıyor insanın. Sal gitsin, "Başlıycam sanatçısına, ince ruhuna," diyor  iç ferahlığıyla. Bakınız, şekil bir a, hemen bozuyorum ağzımı, haha, çok eğlenceli de. "İstersem küfür de ederim, canım ne isterse, onu yaparım," dediğin an kasılma ve tansiyon azalıyor. 

"Bakın, ben na kadar çevreme faydalıyım," diyen elif de sıkıdır mesela, ve de çok inatçıdır. 
Bu elif, insanları fedakarlar, ve diğerleri diye böler ikiye. Aynı zamanda kendini de. Bu ikiyüzlü elifi, her farkettiğimde kafasına kafasına vurmaya bayılıyorum, en haşin halimle. Ama garibim, ikiyüzlü de değil ki. Sadece sanıyor ki, etrafa faydalı olursa herkes onu daha çok takdir edecek. Bu elif, kendinden rica edilen şeylere hayır demeye başladığında az gevşedi. Açıklama yapmadan, sadece "Canım istemiyor, yapmayacağım," dedi. Kim gücenir, kim gücenmez diye düşünmemeye çalıştı. Ve hala zorlansa da, buna çalışıyor. Bazen beceriyor, bazen yine de "iyi insan" etiketine yeniliyor. Hala etrafa ne kadar hayırsever olduğunu anlatırken yakalıyorum kendisini. Az kulağını çekiyorum, o kadarına müsade ediyorum artık. Zira çok zor bu uğraşı ve tuzaklarla dolu. Etrafımda hala en çok bunlardan olduğu için de, demek ki hala çok uğraştıracak bu elifcik beni.

"Bakın, ben ne kadar çalışkanım, akıllıyım" diyeni ise en kolay yakalananı. 
Kerata, en sevdiğim aynı zamanda. Bu en eski ben bendeki. E, dört yaşında gazete okur, yazarmışım, dile kolay. Birinciliklere layık ben, ikinci olduğum hiç bir ortamı sevemedim. Ve her yeni girdiğim çevrede, ilk kaldırdığım kalkandır kendisi. Çok yapışığız birbirimize. Etle kemik mübarek, bu sebeple de en laubali olduğum kendim. Panzehiri tembelliğe, aylaklığa, mal mal oturmama  müsade etmek. Hemen uzaklaşıyor artık, sanırım o da yoruldu, ve hatta tembelleşti, emekliliğini dört gözle bekliyor.

"Ben çok iyiyim ya,"da var içlerinde. 
İyi, dürüst, adil. Bu en tırstığım. Beni çok korkutuyor hortladığında. O zaman içimde bir nefret kıpırtısı da hissediyorum: bütün kötülerden nefret eden. Ve sanırım, insanı en çok hasta eden de bu his. Beni ele geçirdiğinde, her şeyin önüne geçtiğinde,  "Habil ve   Kabil   benim de kardeşlerim yavrucuğum," bunu  hemen hatırlamaya çalışıyorum. Hayat da yardım ediyor valla, denemeye değer. Hayat karşıma muhtaç olduğum canavar ruhluları çıkararak bana fısıldıyor diyemeyeceğim, bangır bangır bağırıyor: bırak bu ikilikleri, sen işine bak, diye haykırıyor, ses öyle kuvvetli ki, apışıp kalıyorum. 

Şimdi bu demek değil ki pisliğin teki olma gibi bir ideal peşindeyim. Ama kendime ve etrafımdakilere insan olma hakkı tanımaya ahdettim sadece. İçimdeki bölücülerin farkında olunca yargısız yaşama hayalime biraz yakınlaştığımı hissediyorum. Ben hele kendimi bir bütün edeyim, sonrasına bakarız diyorum. Mümkün mü, bilemem, daha oraya gelmeme çok var. Ama hayat kolaylaştı benim için, onu diyeyim. Bu kadarım, herkes kadarım, daha da kimselerle ilgilenmeyeyim, işime bakayım noktasının etrafında dolanıp duruyorum- desem de, az evvel dandirikten iki satır karalamış, "kendi imkanlarıyla" kitap bastırmış, sonrasında tesadüfen gönderdiği bir zarfla dokunduğunu meşhur eden ablama ulaşmış, ve bu şöhretine tevazuyla şaşıran teyzemi facebookta görünce, içimdeki o eliflerin en adili ve yeteneklisi  (yazar olan, ve kitap bastırmadan Nobel almayı bile hayal edebileni)  ortalığı dağıtmaya yeltendi. Ama bakın, yakaladım! Yakaladım da ne yaptım? İşte oturdum bunları yazdım... Herkesin yolu açık ola. Herkes istediğini yapsın, ben de eğer bulursam ne istediğimi, onu yapayım.

Bana bugün "Kendini korumaya çalışmak çok yorar, iyisi mi üstüne üstüne git", diyen  Seda'ya da selam eder, okuyanların gözlerinden öperim...

11 Nisan 2018 Çarşamba

Memleket Nasıl Diyenlere



Memleketten selam getirdim.


Bu gurbet işinin değişmez bir kuralı da şuymuş: biri memlekete gidip döndüğünde, hatta daha dönmediğinde, herkesin merak ettiği, “Eee, nasıl buldun?” sorusu varmış. Diyeceksiniz, e, tabi, kim bir yere gitse, bu soru sorulur, adettendir. Öyle değil işte bu iş gurbette...Bu soruyu soran kişi,  sorunun tamamen içine girerek soruyor. Sorunun muhatabı için de aynı şey söz konusu, soru-soran-sorulan tek bir varlık oluyor, ve sözlerin yanı sıra, bütün duygular, tüm karmaşıklığıyla, ve bütün ağırlığıyla transfer oluyor. Sorunun da, yanıtın da içinde çok şey var anlayacağınız...İki tarafın da kaldırabileceğinden ağır kimi zaman…


Bense size hafif hafif anlatacağım memleketi nasıl bulduğumu:


Bir kere suyun altı hafif hafif yanmaya devam, malumunuz. Sokak tabelaları değişiyor mesela… Melikelerin sokağını bulamamıştım geçen sene ( ha bire binalar da değişiyor ya, ekonomimizin bel kemiği inşaat furyası sağ olsun). Meğer Öğretmen Sokak, olmuş sana Muallim sokak. Arapçayı ucundan yalamış ben bile idrakta güçlük çekmiştim bu soytarılığı.  Bu sene malum , Bağdat caddesi civarında ev aradım. Ne sokaklar tanıdık, ne isimleri. Alışık olduğumuz mahalleler, olmuş sana Batman, Superman seti. Binalar yirmi, otuz kat, ve günümüz modası siyahlı, ahşaplı binalar, o daracık sokakları iyice film setine döndürmüş. O kadar ki, köşeden Örümcek Adam, “selam abla, ev mi arıyon?” dese yadırgamazdım vallahi.


Arapça her sene daha görünür oluyor, Etiler’den Bebek’e inen yokuşta arapça tabelalı kebapçı gördüm. Ayrıca Türkçe ismini de arapçaya benzer yazmışlar ki, hepten şık olsun. Eskiden her şey ingilizceydi de daha mı harikaydı? Tabi değildi, şimdi hepten absürd. Biraz ingilizce, biraz arapça, sonra neden “de” leri ayıramıyoruz diye düşün, dur işte...


Yadırgamamız lazım biliyorum, ama yadırgıyorum işte her yerde çarşaflılarla olmayı. Başörtüsü modası hakkında da bir gözlemim var: moda değişmiş. Eskiden “conehead” şeklinde yukarıya doğru uzayan sivri baş bağlama, tahtını kafa çeperini genişleterek bağlamaya bırakmış. Bu şekilde bağlanan başlar, daha hacimli görünüyor, ama vücut oranını bozduğu için, o kafa kontrolsüz bir şekilde boyunda sallanıyor hissini veriyor. Bir hacı kızı olarak başörtüsüyle bir derdim yok, ekleyeyim şurada dursun, millet başka yerinden anlamasın.  Ama bu şekil olayı beni benden alıyor. (Kendime oto-sansür uygulayarak yazdım bu kısmı, biline…)


Sonra kafa tokuşturma olayında da artış var bu sene.

Bu da matrak bulduğum bir hareket, arkadaşlarımdan yapan varsa, hemen bıraksın, karizmayı sıfırlıyor kesin. Ne o? Keçi misin arkadaş, diyesim geliyor. Sarıl, el sık, adam gibi öp! Ne o tos, tos?


Bayraklar artmış, artık hep “darbe sonrası groove” şeklinde yaşanıyor. Memleketin faşist tınıları, koro olmuş, her yerden yayında anlayacağınız. Dünya duyuyor bu sesleri.


Bize yirmi sene önce dolaplarımızı yapmış bir dolap ustası vardı. On sene önce taşınırken yine muhatap olmuştuk. Dini bütün, işini çok düzgün yapan, ve insan olarak da zarif biri. Bu sene taşınırken yine aradık, geldi gelmesine de, aynı kişi değildi gelen. Saydığım bütün özellikleri aynı kalmakla beraber, karşıma biraz daha öfkeli bir müslüman çıktı. O kibar insan gitmiş, “elit”lere saydırmaya çekinmeyen, öfke ve nefret dolu bir usta gelmiş. Tip de biraz daha sakala, entariye kaymış. Şaşırdım. Ve farkettim ki, pek de benzer olmadığımız dolapçıyla aramdaki mesafe açılmış. Bir ortak noktada, işinin mükemmelliğinde buluşabilirken, o ortak nokta olmuş sana bir hendek, ağzımı açsam, bir adım atsam, içine düşeceğim. Beni en çok üzen değişiklik bu oldu, diğer saydıklarım biraz
magazinsel.

Ben “elit” olmuşum, o ise  artık ona ben ne isim verirsem.

Veriyor muyum o ismi? Dirensem de, vermeye meyl ediyorum. Ben vermesem ne olacak, ben nefret etmesem ne olacak? Nefret virüsü, ayıla bayıla yayılıyor her tarafta...Derken bile içim acıyor: iki ayrı tarafta.


Hadi üzdüm sizi, biraz da güzelliklerinden bahsedeyim, o uğraşa uğraşa içine edemediğimiz İstanbul’un martı seslerinden, nergislerden, sümbüllerden, hala bazı sokaklarda müteahhitlere yem olmamış yaseminlerinden, manolyalarından.. Bunlar aynı. Hep birlikte, olanı biteni umursamadan açmaya, kokmaya, ötmeye devam ediyorlar, dünya faşizme inat güzelliklerini her sabah özeye bezeye sunuyor insanlığa.


Bütün İstanbul kafelerde yaşıyor...Menüler harika, hizmet süper. Masalara şarj aleti hizmeti var bir de benim için yenilik. Ahtapot gibi, bir sürü faklı uçlu kablosu olan. Aman kaçmasın dünya!

Kanada köyünden gidince, ayrıca dikkatini çekiyor insanın bu teknoloji merakı.  

Herkes şık, herkes havalı.


Can arkadaşlarım, hepsi kendilerini oyalayan uğraşlarda. Sohbet ortamlarında, burada konuştuğumuz kadar Türkiye konuşulmuyor. Biri iyi, diğeri kötü olarak söylemiyorum bunu. Sadece gözlem. Konuşularak çare bulunacak bir şey değil zaten bu hızlı değişim.


Televizyonu hiç açmadım, Ufak Tefek Cinayetler haricinde, bu nedenle medya faşizmi hakkında bilgi veremeyeceğim. Ama ara sıra göz ucuyla şahit olduğum kadarıyla, ekranlarda eğlence gırla. Hayatımıza “Bu iş bende tatlım!” girmiş bir de. Alışmalı. Alışırız. Hep alıştık. İnsana bahşedilmiş en harika yeti.


Benim ne hissettiğime gelince: değişime epey açık biri olduğumu düşünmüşümdür hep. Her şey değişir, adapte olursan iyi olur, yoksa hep direnişle yaşarsın, ve de sonunda sıçarsın...Beni çok gıdıklayan bir değişim bu. Rahatsızım. Hep kıpır kıpırım. Bu da dengede kalmayı zorlaştırıyor, dolayısıyla, tam da kimseleri yargılamamaya ahdettiğim bir zamanda, o kadar yargılayan, ayıklayan, seni oraya, beni buraya koymaya çalışan bir yerde yaşamayı gönlüm istemiyor. İçine çekiliyorsun istemesen de. İki boş koltuk varsa, sana benzeyenin yanına oturmayı tercih ediyorsun, ve bunu doğru bulmadığım halde yapmak zorunda kalmak beni yoruyor.


Ne kadar vatansever olduğum tartışılır olsa da, memleketten ayrıldığım anda içime yerleşen huzur hissi de ağır geliyor bana. Bu soğuk ülkeye, çirkin şehre gelirken hissettiğim iç ferahlığı, güven hissi de bana tam olarak iyi gelemiyor.

Nesini seviyorum diyorum bu ülkenin, Kanada’nın?

Anavatanım, bana ben olma hakkını vermediğinden, dar alanlara sıkıştırmak istediğinden, kendim olabilmenin insana iyi gelen hafifliğini tercih ediyorum. İnsanım neticede.


Haksız yere evden alınıp götürülen, zaten suçsuz olan  kuzenimin mahkemede aklandığı haberine sevindiğimiz bir ülke orası. Sabahın dördünde, apartmanın bütün zillerinin çalınarak götürmüşlerdi kızı. İki gün nerede olduğundan haber alınamamıştı. Yazsa roman olur diyeceğim ama, nadir bir olay değil bizde…Bugün farkettim Boğaziçi Üniversitesinde lokum dağıttılar diye alınan gençleri...Orada yaşasam dahi, haberleri seyretmesem dahi, kimselerle bu konuları tartışmasam dahi, asla unutmayacağım ülkemin faşist ve bağnaz gelmiş, faşist ve bağnaz gidecek olduğunu, üstelik bir çok konuda, ve farklı görüşlerde...Ve bana memleket nasıl diye soranlara yanıtım hep aynı olacak:


Ne olacak işte, hep bildiğiniz gibi...Artık kim nasıl bilmeyi tercih ediyorsa...