vidyo benden...zıplayan somon vidyosu, blogda da dursun şöyle bir köşede
müzik: Evgeny Grinko, Vals
Buranın bir suyu, bir havası güzel...
Kerem’in geyiğidir bu, herkes köyü için der ya... Herkese
kendi köyü güzel...
“Bir havası, bir de suyu var ki, sorma!”
Buranın suları bana üç senedir ilaç. Gölleri, nehirleri... Geçen
sene bir arkadaşım götürmüştü göçen somonları görmeye, Mississauga taraflarına. Zıplayan
somonların hikayesini orada öğrenmiştim. Bu balıklar, doğdukları yere
yumurtlamaya geri dönüyorlar. Yol o denli uzun ve zorlu ki, sadece yumurtlamaya
enerjileri kalıyor ve çoğaldıktan sonra sizlere ömür hepsi...Hayatları bir
ileri, bir geri sizin anlayacağınız, bir seferlik gidiş-dönüşten ibaret bir
yol...
Bu hikaye çoğumuza üzücü geliyor . Ölüm bize korkunç bir son diye
yutturulmuş da ondan üzücü geliyor....Binlerce senelik masalları çoktan terkettiğimiz, dönüp yüzüne
dahi bakmadığımız için korkunç geliyor çoğumuza...Tek tanrılı dinlerin egolara
kurban edilmiş hallerinin uzantısının kapısını açtığı ,bitmez tükenmez yarışlar, savaşlar, mücadeleler
ile beslenen, hayatı bir filozof gibi yaşamayı alçaltan kapitalist sistemin öcülerinden biri ölüm.
Günahlarla korkutmuşlar insanları önce...Ölünce cehenneme
gitmekle tehdit var o kitapların en sığ anlamlarına kananlar için. Oysa o
kitaplardan çok öncelerinde anlatılmaya başlayan hikayelerde, mitlerde, ölüm bir
son değil. Her ölen, başka şeye doğuyor destanlarda. Bu nordik
mitolojide de böyle, kızılderilisinde de böyle, uzaklara doğuya gidince de
böyle, afrikanın balta girmemiş ormanlarındaki hikayelerde de böyle. Hatta,
ölüm metaforu, yeniden doğabilmek için gerekli bir şey.
Şimdi bu kadar farklı
coğrafyada yaşayan, ve iphonu, kablosuz interneti olmayan o toplumların nasıl oluyor
da hikayeleri benzeşiyor? İnanılmaz
değil de ne? Herkesin hikayeleri aynı o zamanlar, tek kaynağı doğa olan
toplumlar bunlar. Ayı aynı, güneşi aynı, havası, suyu aynı . Tepsi gibi, ya da değil, tek bir dünyayı paylaştığının idrakında,
bizim bugünümüzün paralı, pullu, emniyetli, ilimli, bilimli “gelişmişliği” ile
ilkel diye nitelendirdiğimiz topluluklar. Masalları aynı olan insanlar bunlar...
Anksiyeteden, panik ataktan, hastalıklardan, mikroplardan
muzdarip gelişmiş toplumumuz neden Tayyip gibi, Trump gibilerini başlarına layık görüyor, şaşırmamıza şaşırıyorum ben de...Korka korka
gelmişiz bu hallere. Hikayelerin değişmesine göz yummuşuz senelerce.
Yaşlanmaktan, hastalanmaktan, ölmekten o kadar korkar olmuşuz ki, her sonun
yeniliklere gebe olduğunu, her şeyin değişip, sürekli dönüştüğünü, bir kış, bir
bahar olduğunu, her şeyin sırası olduğunu, geçici olduğunu unutmuşuz.
Salt doğrunun, adilin, iyinin peşinde koşar olmuşuz. O kutsal kitapların sığ anlamlarıyla girmiş
hayatımıza kötülerle, iyiler arasındaki net ayrım. Cennete iyiler, cehenneme
kötüler, hadi yallah! Oysa o binlerce yıllık masalları hala anlatıyor
olsaymışız, kötüyle iyinin ne kadar içiçe olduğunu unutmaz, kahramanların
sadece iyiyi, doğruyu, adili arayanlar değil de, bu düaliteleri bünyesinde
dengeleyebilen, her koşulda sadece ve sadece gerekeni, üzerine düşeni yapanlar olduğunu öğretebilirmişiz
çocuklarımıza. O ulaşılamayan "mükemmeller" mahvetmedi mi hepimizi? Ondan değil midir herkesin görünür yerlerde mükemmel olma telaşının sebebi? Herkesin duyarlıyım, herkesin vicdanlıyım, herkesin iyiyim ben , iyiyim, gencim, güzelim, gelişmişim, akıllıyım, hatta bu aralar bir de ermişim, diye bağrışması...Sonra unuttuğu kendini kuytularda araması...
Şimdinin karşısında
kendisi gibi olmayanı rahatça ve hunharca “kötü”, ya da "az gelişmiş", ya da "cahil" ilan edebilen, hurraa saldır moduna
rahatça geçebilen toplumlarda dengede kalabilmeye çalışan bireyler yerine,
hayatın anlamını nesillerden nesillere aktarabilen topluluklar olabilirdik
belki de. Doğanın bize anlattığı hikayeleri aktarmayı tercih etseydik
yavrularımıza keşke...Oysa, gelecek nesillere aktarılacak miraslarla, yatırım
niyetine alınan o başa geldi gelecek Trump'lardan, Ağaoğlu'ndan takdir ederek aldığımız güvenlikli, bizi koruyacak akıllı evlerle barklarla, biriktirdiğimiz mallarla mülklerle, sadece alındığı anda mutlu eden, hemen yenisi çıktığında kenara attığımız oyuncaklarla oyalanıp
durmuşuz. Ekranlar önünde, tek elden çıkma, sistemin "bu iyi", "şu kötü" diye belirlediği, şâşâlı ödüllerle süslenmiş hikayelere kilitlenmiş kalbimiz, nehirleri, balıkları, doğayı unutmuşuz... Hep mutlu olmayı, mutlu etmeyi hedeflerken, seminer, seminer koşup , bilgiyle doldurduğumuz aklımızın dümen suyunun esaretinde akacağız diye bir hal olmuşuz.
Zıplayan somonlara giderseniz, üzülmeyin sakın. Tek hikayeleri var tüm somonların...Ve hepsi hikayeye hakim bence...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder