28 Ağustos 2014 Perşembe

HEP ISPANAK! HEP DETERJAN ADAM! YETER AMA!


Ayşe’m sekiz yaşındaydı. Makarna yapmışım bir gün, ellerini çırparak zıplamıştı sandalyesine:

"-Hem ıspanak , hep ıspanak, sen de sonunda sıkıldın, değil mi?"

Bu cümle bendeki milatlardan biridir,  ve bendeki milatlar konusunda Guiness’e başvursam bir rekor kapardım, yemin ederim.

Evet ben de ölesiye sıkılmıştım, hep ıspanak, hep kereviz. Eskiden öyle miydi, gelsin kokoreçler, gitsin işkembeler, günün en olmaz saatlerinde. Ama nedense, Ayşe’min mevcudiyetiyle ona, buna, benzerlerim sandıklarıma bakıp alışkanlıklarımı değiştirmeye yeltenmiştim ben de. Ama alışmamış bünyede durmadı tabi. İçimden hortlamaya çalışan o her iyi eğitilmiş annede olan  “her şeyi mükemmel yapmaya çalışan canavar”,  bu masum, içten gelen cümleyle tamamen alt edildi.  Bin şükür diyeceğim. Kendi alışkanlıklarım neyse, o çerçevede  devam etti annelik  hünerim. Zamanla değiştim elbet, alışkanlıklarım değişti, midyeyi azalttım mesela, köfte yaparken iki üç taneyi çiğ lüpletmeye de sınır getirdim ama tamamen  kesemedim itiraf ediyorum. Annelik şeklim  sadece ve sadece ben değiştikçe değişti, başkalarına bakarak , okuyarak, seyrederek değil. Bende sakil duran bir şeyi bir daha da denemedim. Mac Donalds ben de yemezdim, Ayşe de sadece  bu nedenle yemedi. Ben makarna yediysem yedi, enginar yediysem yedi. Bana uymayan hiçbir şeyi ona uydurmaya çalışmadım. Sağlıksızlıktan, mikroplardan korkmazdım, ondan sonra da korkmadım. Ama maalesef mikroplar gerçekten korkulası bir hal almaya başladı, bu nedenle yazmak istedim bu yazıyı… 

Bugünkü konumuz sağlık endişesi, ve bunun olmazsa olmazı mikroplar. Beni artık çok sıktıkları için, içimden atmam gereken mikroplar, mikrop olasıcılar, yerebatasıcılar! Hayatı insanlığa dar eden geberesiceler...Kaç kadının hayatını söndüren pislikler.. Ellerinden tüm yaratıcılıklarını alan, kendileriyle kavgalı hale getiren allahın cezaları...

Bu mikroplar reklamlar sayesinde geçirdikleri evrim neticesinde öyle bir canavar haline geldi ki, sesleri daha bir gür çıkar oldu. Bunlara karşı hissedilen, tarifi  zor olan abartılı korku ise insanı hep yer bitirir, hep bir şeyleri “pis”, “sağlıksız” yaptığını fısıldar durur oldu. Hep daha temizi, daha sağlıklıyı gösterir oldu. Hepimiz bu mikropları iyi bilir hale geldik, eskiden oldukları gibi sadece tuvaletlerde, pis yerlerde falan değiller artık. Her yerde, her an olabilirler. Evrimleştiler ve dışarıya taştılar.

Mottoları şudur: "Düşman uyur, mikrop uyumaz". Ve bunlar bizlerden ziyade çocuklarımızı tehdit ederler. Çoğu zaman kendimiz için boşverebiliriz, bu mübahtır. Ama çocuklarımız için asla boşveremeyiz kendilerini. Maazallah! Evlerden uzak, organ taciri, çocuk tecavüzcüsü misali korkunçturlar... Tövbe tövbe..

Hiç mikrop görmemiş olanınız olduğunu sanmıyorum, bunlar en çok reklamlarda görünür. Ek gelir olsa gerek. Çocuk kovalamadıkları zaman televizyonda, dergilerde boy gösterirler. Bir de bunların düşmanı, nedense her ev kadınının rüyası olduğu sanılan amerikan rüyası, yakışıklı deterjan adamlar vardır…Ne fantazidir bu adamlar. Gerektiğinde pelerin de olabilen isviçre çakısı misali çok fonksiyonlu karbeyaz önlük, çapkın duruş, üçgen vücut, müstehsi gülümseme, yok yok adamlarda. Şahsen benim rüyalarımı süsleyemedikleri için bu konuda hep bir eksiklik hissetmişimdir. Belki Kıvanç oynasa o rolde bünyemde etkisini gösterebilirdi ama hepsi çizgi kafa. Reklamcı olmanın çok kolay olduğunu düşündürtmüştür bana, hayal gücünün üst sınırı çizgiden Süpermen olan reklam  camiası. Deterjan adam! Tatataaam!! Gel kurtar bizi…Gece gündüz farketmez, yeter ki gel! Elinde deterjanınla gel, kurtar bizi...

Bu gülünesi durum  marketlerdeki deterjan reyonlarınını besler durur. Az daha üstünde çalışılsa uzay gemisi olacakmış hissini veren çeşit çeşit silme süpürme aparatı, ki  aparat derken ezildim, kelime dağarcığım boynunu büktü alet karşısında.  Bu mikrop korkusunu çarp sağlıklı yaşamak endişesiyle, al sana ortaya daha karışık durum: organik temzileme düzeneği. Deterjan elbetteki daha zararlı mikroptan, organiğini sunalım, hem temzileyemesin, hem de saha çok kazanalım…

Haklı olduğumun ispatı, sadece cereyanda kaldığında değil, ce’sini gördüğünde  zırt pırt hasta olan bir nesil. Alerjiler bizim zamanımızda olmadığı kadar tavan. Tüm çocuklar vitamin desteğinde, ama hepsi hep hasta nedense…Neden? Çünkü  mikroplar her yerde ve bunların kalkanları yok, gelişmesine izin verilmemiş çünkü, hep "iyi anneler" tarafından. ”Sokakta-kedilerle-köpeklerle-oynayan-anneleri-özenmediği-halde-daha-dayanıklı-olan-çocuk “tan müteşekkil şehir efsanesi ise hep fısıldanır bu arada. Az kibirle, az aşağılayarak, bir taraftan da  kendine “iyi annelik” payesi çıkarılarak, kıyaslayarak, yargılayarak.

“İyi anne” hayali, arzusu aslında hep bir kıyastan kaynaklanmakta. Gittiğim her arkadaş toplantısında,  mevzu “hep ıspanak, hep ıspanak”  kıvamında, kimse “kötü anne” yaftası yemek istemediği için, öyle aşırı doz ki bu muhabbet, insan bayılıp bir daha da ayılmamak istemekte, ya da benim durumumda, mikroplar cennetinde ayılmak istemekte. Bu mikroplara yalvarmak istemekte:

-“Ne olur aranızda anlaşın şu deterjan adamla, bu çocukların hatırına, bir süre mola verin taarruza, belki birkaç çocuğun ruhu kurtulur, en azından önyargılarından kurtulur: "sağlıksız beslenen , mikroptan korkmayan alt seviye yaşam türüdür" önyargısından, onu, bunu  kendini daha iyi, daha akıllı, daha becerikli hissetmek için yaftalamaktan kurtulur”

Arkadaşlarım beni affetsin, yüzlerine de söylüyorum, sağolsunlar beni sevenler benimle kalmakta allahtan… Ama mikroptan, sağlıksız yaşamdan  korktukları kadar bunu pompalayan düzenden korkmak daha anlamlı. Endişeden beslenen, korku üzerine kurulmuş bu tüketim toplumu dayatmasının farkına varılsın istiyorum. Ama tam tersi, ne kadar çok “hijyeniksen”, o kadar “ farkındasın” demek olmuş günümüz  tüketim hegamonyasının lamıcimi…

İnanın mikropla cephede karşılaşmak yerine, mikropla hiç tanışmamış olmak sorun.  Bu çocukları küçük yaştan itibaren steril steril büyütüp, sonrasında her  karşılaştığı mikropta nakavt olacak hale getirmek sorun.  Her mikrop istilası sonrasında daha da sterili ortamlar arandığından,yaratılmaya çalışıldığından esas canavarın çokuluslu kanemiciler olduğu görmezden gelinmekte. Bunu gördüğünü iddia edense  dayansın organiğine!  Görünmeyen canavarlar her yerde! İlaç desteksiz çocuklar parmakla gösterilmekte artık.

Hele hele yenilende, içilendekiler! Bazı yiyeceklere arsenik muamelesi yapıldıkça yemin ederim içerliyorum. "Nayır! Nolamaz! Nokadar değil!" diye haykırasım var..."Rahat bırakın şu çocukları!" Bazı şeylerin tadını çok geç yaşa kadar öğrenemeyen var içlerinde...Ne o! Sağlıklı olacaklar, peki ya ruhları? Herşeyden korkarak büyüyen bir kuşak, nolacak sonları? Her şeyin "en, en, en 'ini, en sağlıklısını, en iyisini" hedefleye hedefleye nereye varacaklar? Üniversite sınavında tam puan hedefleyen, alamayınca her şeyden vazgeçenler sürüsüne mi katılacaklar? Kim bunlara  mantıken " en iyisi"ni hedeflemenin bünyede yarattığı tahribatı anlatacak, "en " lerin hedefçisi ebeveynleri mi? Sonra hep kavgalı ruhları nerede huzur arayacak? Hangi kıtada? Hangi öğretide? Hepsinin dediği bir işte:

 "Endişesiz hayat şart, korku kötü şey, korkma, rahatla". Ben önden söylüyorum  işte, hem de amme hizmeti, beleşe: "Yeter artık, korkutmayın şu çocukları!" Korku en fena şey, endişe kadar hayatın içine eden şey yok hayatta. Sonrası iyi ihtimalle   Prozak.. İyi ihtimal diyorum çünkü, ilacı olan dert versin Allah...Belki yenileri çıkmıştır da haberim yoktur, ben Prozak'ta kaldım. Bir de Xanax var sanırım en popülerlerinden...Unilever, P&G bir, ilaç sektörü iki... onlar korkularınızı, siz de onları beslemektesiniz... Ya da onlara özenen yan sektörleri. Olan, korkuyla içtiğini, yediğini şaşıran yavrulara olmakta, el yıkamaktan, deterjandan helak olan o güzel ellere olmakta. Temizlikle kaybolup giden yıllara, her yeni olanı takipte kalma endişesiyle ne güzellikler ıskalayan hayatlarda olmakta...Hayatın anlamı salt sağlık, salt temizlik olmasa gerek diyor içsesim...Temizliğin, sağlıklı yaşamın obsesif kompalsif dozu nerede başlıyor ruhun hissetmesine izin verin.

Kızmayın bana...Sadece bir düşünün! Siz de sıkılmadınız mı bundan? Hep ıspanak, hep ıspanak? Söyleyin bana...Ya da kendinize...

21 Ağustos 2014 Perşembe

KOLAY KOLAY ÇIKMAYAN CAN: SIKILAN CAN


Okurken dinlemek için tıklana, Ayşe'min ilk bestesi: Torontonian, O-ceania

Yaz tatilleri geçmek bilmezdi, Ankara'nın kuru-sıcağında, apartman boşluklarında… Ne sıkılırdık allahım… Bir takım arkadaşlarım vardı, Yavrukurt’tu onlar. Ne olduğunu bilmesem de benim için Yavrukurt olmak büyük bir eğlence demekti. Hiç Yavrukurt  oldum mu? Hayır, ama hem adları güzeldi, hem de kampa giderlerdi. Oysa biz kardeşimle ve apartmandaki diğer garibanlarla, ne yavru, ne de kurt olabilmişlerle mal mal otururduk yazın çoğunda. Sadece iki sene tüm yaz boyunca bir köye gitmiştik, köy elalemin köyüydü gerçi neden gittik hiç bilemem, o da artık epey büyüdüğümüzdeydi. Bahsettiğim ondan önceki yazlar, sıkıntıyla kanka olduğumuz yıllar. Azıcık tatile gidilir, gerisi kocaman bir can sıkıntısı bulutu.

Nereden aklıma geldi derseniz,  Ayşe’min iki aydır hiç “canım sıkıldı” demediğini fark ettiğimde geldi. İki aydır benimle birlikte, kendi yaş grubundan kimseyi görmedi, yabancı bir şehirde, alışmış olduğu eğlence anlayışından uzakta, dip dibeyiz. Can sıkıntısıyla piştiye oturacak kıvama geldi, yine de hiç "canım sıkıldı," duymadım ağzından. 

“Sıkı can iyi olur kolay kolay çıkmaz”, dedemin mottosuydu.  Kuzenim Pelin’le can sıkıntısından anneannemin eşarplarıyla şarkıcılık oynarken aynalar bize oyun arkadaşı olduğunda, “Aynanın içine düşeceksiniz” derdi. O zamanlar Alis’ten bihaberdik tabi, halbuki bize şans verilseydi, belki de bugün Alis değil, Pelin’le ben dünya çapında bir şöhrete sahip olacaktık.  Hep düşünürüm, Alis’in demek ki daha fazla canı sıkılıyordu ki, o aynanın içine kadar düştü. Kısmet onaymış.

Anneannem dışında kimse bizi oyalamak derdine düşmezdi. Küçücük dünyasında, küçücük evinde, kocaman kalbinde bize meşgaleler yaratırdı. Erişte kesmece, tarhana ufalamaca, akşamsefası tohumu toplamaca, teğel sökmece gibi bugünün çocuklarının bilumum aktiviteleriyle boy ölçüşecek değerde aktiviteler yaratırdı. Hem de beleş. Bu nedenle evde sıkılmaktansa, anneanne evinde sıkılmak hep on numaraydı. Evde en baba yaz aktivitesi olarak  sadece sinek öldürmece hatırlıyorum. Annem adedine para verirdi, servetimiz  kayda değer bir şey değildi, üçgen kutuda meysulardan almaya bile yetmezdi. Kitaplara kalırdım ben de ne yapayım, çaresizlikten. Bizim kuşak klasiğidir, evde okunacak kitap kalmaz, annemin yemek kitaplarına, eski püskü ansiklopedilere, kapağının açıldığından hep şüphe duyduğum ecnebiler tarafından yazılmış çocuk büyütme kitaplarına kalırdık. 

Annemle gidilen günler de vardı elbet, bir tür aktivite,  ama oralar da büyüklere eğlence, bize ızdıraptı. Sıkıntının üzerine bir de adabı muaşeret stresi binerdi. En eğlenceli yanı eve geri dönmekti.

Ve her, “Canım sıkıldı” dendiğinde aynı cümleyle muhatap olurduk: “Sıkı can iyi olur, kolay kolay çıkmaz”.

O zamanların cümle diye yüzüne bile bakmadığımız cümlesi, meğer  gerçekten hayatın kadim sırlarından biriymiş,  Ayşe’yi büyütürken, kendim büyürken anladım. Can sıkıntısı gerçekten ruhun gelişimi için şartmış. Çocukken insanın canının sıkılması huzurlu büyümenin koşullardan biriymiş meğer, de kimseler o zamanlar kıymetini bilmezmiş.

Aktivitemiz oldu bizim de Ayşe’m çok küçükken tabi ki.  İlk ve son aktivitesi baleydi, birkaç kez gitti ve sonra gitmeyeceğim dediğinde ne çok sevindiğimi hatırlıyorum, ikiletmedim. Çünkü çocukken insanın canının sıkılmasından beterdi bir dolu kadınla bir salonda  o bir saatin bitmesini beklemek. Konuşmadan duramam ben, habire birkaç annenin ağına düşerdim. Çok karakter biriktirdim, o ayrı, ama çok sıkılırdım. Sonrasında Ayşe biz ne yapıyorsak onu yaptı hafta sonları ve  tatillerde. Tatilleri de ona göre ayarlayalım dedik önce, tatil köyü falan, baktık bize ızdırap, tez vakitte vazgeçtik o sevdadan da. Ara ara tereddüte düşmediğim olmadı değil, acaba yanlış mı yapıyoruz dediğim oldu. Kolay değildi aktivitesiz boynu bükük kalmak sosyal ortamlarda. "Sizin kız  neler yapıyor?" cümlesi bazen fena ezerdi insanı. Anında alakasız ebeveyn çuvalına atarlar adamı, ne yaptığının, neden yaptığının idrakında değilsen çıkamazsın asla. Fedakar olanlar olmayanları döver o çuvalda, ama işin aslı şudur: hep "fedakarlık" diye adlandırdığın her şey, çocuğunun boynuna astığın prangadır. Ayşe'min doktoru tatlı Zermine bize ilk gittiğimizde bir kitapçık vermişti, kitabın ilk cümlesi şuydu: "Size iyi gelmeyen hiç bir şey çocuğunuz için iyi olamaz". Diğer cümlelere ise başka yazılarda geleceğim.

Kolay değil sürünün dışında kalmakta ısrarcı olmak, ama şimdi içim rahat, kızımın ruhu için en doğrusunu yapmışız, bize uyandan ödün vermemişiz. Ona sık sık “Sıkı can iyi olur kolay kolay çıkmaz” dedik. Alışmış o da...

Etrafım tazı gibi bir aktiviteden diğerine akan insan dolu.  Çocuklara yapılana hiç değinmeyeceğim, aktivitesiz iki dakika duramayan bir kuşak  oluştu. Öyle “mal mal oturmak” diye bir şey kalmadı. İnsanlar boş durmayı unuttu. Koşup koşup bir yerlere varılmadığını, canların hala sıkkın olduğunu görünce, her “gel” diyenin ardından gitmeye başladı, nerelere gidilmedi… Ama  hala sıkkın canları eğlemek kolay değil, keramet boş oturmakta, bedeni, zihni durdurabilmekte. Bunu anlatmak için kocaman bir sektör oluştu. Sektörün beslendiği düzen önce “aktiviteden aktiviteye koşacaksın” dedi, sonra “duracaksın”. Gerek yokmuş halbuki. Biz o düzene belli bir yaştan sonra eğitilerek tabi edildik, hep derim eğitim aslında fena bir şeydir diye. Çocukluğumuzun derin can sıkıntılarıymış bizi kurtaran, şimdi anlıyorum.

Kıyamıyorum o aktiviteden aktiviteye akan, tüm o meşguliyetlerinin arasında tatminsizlik hissinden kurtulamayan arkadaşlarıma. Hep bir yere yetişememe, hep bir şeylerden eksik kalma duygusunun yarattığı türbülansta savrulup duruyorlar. 

Bırakın sıkılsınlar çocuklar… Siz de sıkılın hatta. Can sıkıldığında o canla baş başa kalınıyor, sesler susuyor, hareketler duruyor, bünyeye sükunet hakim oluyor. O zaman duyulabiliyor esas sesler. O zaman tanışıyor insan kendisiyle. Can sıkılsın ki, ne der o can insana dinlensin, ihtiyacına çare aransın bulunsun. Bırakın çocukken alışsınlar kendilerine, yoksa çok yabancılaşılıyor, çok uzaklaşılıyor, zor tanıyor insan kendini sonradan… Ve netice de nahoş oluyor: herkes birbirinin aynı olmaya başlıyor, renkler azalıyor…Her can sıkıntısı, cana bir renk eklenme ihtimalini artırıyor. 

O-ceania Ayşe'min renkleri eşliğinde yazdım bu yazımı. İlk ve en sevdiğim bestesi de yazıma eşlik etti, linki yazının başında, dinlerken okuyasınız diye. 

Küçükken canı çok sıkılanlara gelsin  Ayşe'mden ve benden, sevgilerimle.



15 Ağustos 2014 Cuma

MELEK OLMAK İÇİN KANAT GEREKMEZ, YARASALARI KOV YETER*

Daha kıkırdak bir kadın  görmemişti hayatında.

“Allahım bir sussa şu çekik,” dedi içten içten. Hem çekik, hem kıkırdaktı öteki kadın. Kelimeleri kıkırdamaların arasına sızdığı için, un ufak oluyordu, hepten anlaşılmıyordu. Bzzzt bzzt,  doğru frekansı bir türlü tutturamadığın anneanneden kalma radyo gibiydi , cümlenin bittiği sadece kahkahalı noktadan anlaşılıyordu. İki çocuğu varmış, ikisi de çok komikmiş, İngilizceleri kötüymüş, bu Kanada denen yerde herkesi ve her şeyi yanlış anlıyorlarmış, başlarını hep derde sokuyorlarmış, bir İngilizce öğrenselermiş…

“ Bana ne be, bana ne! Neden beni seçtin anlatacak tüm bunları?” içinde habire başa sarıyordu bu cümle.

Kalabalık ve sıcaktı okulun içi. Okulları oldum olası hiç sevmezdi. Sabahın köründe kalkmıştı, kızını seviye belirleme sınavına getirmişti. Çekiğin ağına düşmeseydi de, zaten içten içe boğazını bir el sıkmaya başlamıştı bile . Sıralı, tahtalı, abuk sabuk öğrenci elişleriyle kaplı duvarlar üstüne üstüne yürüyorlardı. İçeride farklı milletlerden çocuklar kendilerine yabancı bu memlekette hangi sınıfa gideceklerini belirleyen bir sınava giriyorlardı.

“Nerden çattık ulan”, dedi kendi kendine. “Mıknatıs var bünyemde mübarek, nerede Allahın aceleyle yarattığı biri var, hiç ıskalamaz!”

Düşüncesi havada kaldı, çünkü birden o iki çekik gözün kendisine bir soru ışınladığını fark etti. Sağa baktı bizimki, sola baktı,  kaçacak yer yoktu. Soruyu sektirebileceği bir kimse de yoktu, gözlerinde kaldı soru. Bir de anlayabilseydi çekiğin ne sorduğunu.

Kendisi gibi sınavdaki çocuklarını bekleyen diğer tüm akıllı kadın ve erkeklerin gözleri kapsama alanı dışındaydı. “Buyur, işte herkes dart tahtasının dışında. Sen nasıl hedef oldun be kızım,” dedi. “Tabi, girerken herkesin gözlerinin içine içine, içten içten gülümse, günaydın de, tabi avlanırsın böyle en zevzeğine. Soru ne anlamadık zaten, kadın cevap bekliyor, iyisi mi yüksek sesle gül,” dedi kendi kendine. Yüksek sesle gülmek hep güzel bir cevap yerine geçer, gerektiğinde evet, gerektiğinde hayır demektir, bazen “haklısın”dır, bazen “aman boşver”dir. Ama hep bir şey demektir. Boş boş bakmaktan hep daha iyidir.

Öyle de yaptı, havaya bir kahkaha savurdu. Bu kahkahanın karşılığı hep kahkahadır, şaşmadı bu kez de. Manasız kahkahalar havada uçuştu. Ve birden sessizlik oldu tüm sınıfta. “Tam zamanı” diye düşündü bizimki, “hemen kalk ve sıvış, çişim geldi de, susadım de ve şu çekik kadının ışın alanından çık.”  Ama olmadı, olamadı, çekik daha hızlıydı, çantasından bir torba fıstık çıkardı, uzattı. Bu kez konuşmadı, sadece başını eğdi, kaşlarını kaldırdı, elindekini uzattı. Bizimkinin karnı pek acıkmıştı, sabah yediği sağlıklı yulaflar midesini tırmalamaya başlamış, ve bu açlık hissi ruhunda sağlıksız bir etki yaratmıştı bile. Karşı koyamadı, derin bir nefes verdi, pes edercesine, omuzlarıyla birlikte göz kapakları düştü, elini torbaya uzattı.  ”Kaçamıyorsun madem, zevk almaya bak” dedi kendi kendine.

-Sen nerden geldin?  dedi karşısındakine.

-Filipinlerden, şakıdı diğeri ağzını kocaman açarak, gözlerini küçücük kısarak. On sene önce geldim. Sen nerdensin?

-İstanbul, dedi. Bildiğini umarak.

-Oooooo, dedi çekik en uzunundan.

Fıstıklar biraz asabiyetini  almış, götürmüş, geriye ağızda sadece tuzlar kalmıştı. “Tad, tuz” her şey diye düşündü bizimki. Aklına babasını tuz kadar seven kızın masalı geldi. Babasından ayrılmıştı kendi kızı, babasını tuzdan bile çok seven kızı. İçi titredi azıcık. Damarlarındaki kan okul duvarlarından sekmeyi bırakmış, artık normal seyrinde akmaya başlamıştı. Çekik göçmen artık gözüne daha az diken, daha çok bir kadın gibi görünmeye başlamıştı.

-Peki sen on sene önce geldiysen, çocuklar neden şimdi okul için sınava giriyorlar?

-Onlar on senedir memleketteydiler. Yeni getirebildim.

On senedir ayrı mıydı yani çocuklarından?

-Beraber gelecektik. Kocam göçmenliğe başvurduktan sonra öldü.

Öldü mü? Gencecik daha bu kadın, on sene önce muhtemelen çocuktu! Öldü mü?

-Ama yaşanacak yer değil bizim oralar, iş yok, para yok, napayım, çocuklara tek başıma bakamazdım,ben kendim geldim.

Nasıl yani? Kocayı göm, çocukları bırak, ve gel!  

-Anca işleri rayına koydum.

Senelerdir kendi kendine debeleniyor bu kadın!

-Çocuklar yeni geldiler.

Senelerdir ayrılar!

-İş buldun mu?

İş mi? 

-Çocuk yardımına başvurmayı unutma, 3 ay sonra vurabiliyorsun. 

Çocuk yardımı mı? 

-Alışırsın, bulursun merak etme. Göçmenlere çok kolaylıklar tanınıyor burada.

Yine fırlattı bir kahkaha kocaman ağzını açıp, zaten olmayan  gözlerini kısarak... 

Kahkaha aynı kahkaha, ama bu kez diğerine ok olmadı, sadece sihir oldu, üstlerini örttü.   

Diğeri kalbindeki yarasaları farketti, hepsini kovdu. Herkesin yarası aynı şekilde kanarmış, diğer kadını kanatlarıyla  gördü...

*Aaron," Lili" den alıntıdır.

3 Ağustos 2014 Pazar

SİZİNKİLER, BİZİMKİLER, ÖTEKİLER


Yepisyeni düzenimden, amma velakin hep aynı benden merhaba… 

Toronto’ya geldiğimden beri geçen bir ayda kafamda ne deli hikayeler yazdım, ama kafada yazmak kolay, oturmak zor benim için. Sonunda oturdum. Kim oturttu derseniz, Kemal oturttu.

Kemal’i tanımam, kardeşimin asker arkadaşıymış.  Efendim benim çok bilmiş bir kardeşim var Murat, en az benim kadar bilir her şeyi. Facebook  denen er meydanında atmış tutmuş, kendisi anlamaz ama aynı babam gibi olmuş, ya da orta yaşı geçmiş tüm erkek milleti gibi Demirel’i gölgede bırakacak bir edayla politikadan anlar olmuş, ortalığa ilanlar etmiş, oy kullanmayacakmış. Ben de atladım aynı annem gibi, kendisine sinsice de değil direk müdahaleyle  itiraz ettim, ablalık hakkımı helal etmem gibi beylik laflar ederken tanıştık Kemal ile.

Kemal celalli. “Ötekiler”denmiş, vallahi onun yalancısıyım, “ötekiler” ve “bizimkiler” Murat’ın sayfasında iki taraf olduk, ortada görünmez bir çizgi, bir  o çeker bir ucundan lafın, bir biz çekeriz öbür tarafından. Hayalimde Kemal yağız bir delikanlı, dimdik, saygılı, efendi, ama torbada bir yüzü var çıkarsa mı çıkarmasa mı bilemez. Ufak ufak nazik, sizli bizli başlayan uzun paragraflar yerini iki günün sonunda ikili, üçlü giderek sertleşen kelimelere bırakınca ben oyunu terk ettim, bıraktım ipin ucunu düştü mü bilmem…

Düşündüm… Murat askerliğini  ailemin tüm başarısız torpil girişimleri sonucunda biraz sınırda, biraz Irak’ta yaptı. “Torpil” mevsuzundan bir roman yazmayı düşündüğüm için onu es geçiyorum. Bu Kemal de silah arkadaşı. Belli sevmişler birbirlerini zamanında, gerçi biz önümüze geleni seven bir aileyiz ama anladığım kadarıyla o zamanlar ikisi de aynı taraftaymış. Ötekiler yok muymuş daha, ya da bizimkiler? Ne zaman yapıldı bu ay may kumay cevdet sunaylar ( 70’li yılların en baba tekerlemelerindendir bu bilmeyenler için bir not. Kızlar yapardı, oyunda iki takım kurmak için, eşleşmek için söylenirdi, üstelik ellerle yapılan bir de hareketi vardı, "Nihat erim, ciğerini yerim" diye de biter,)  da birileri birilerini seçti aldı arkasına ve dedi ki, “sen bendensin”, “sen git ötekilere”. Hatırlayamadım. Ay may kumay aklımda gayet net, ama bu net çizgi ne zaman bu kadar netleşti, keskinleşti, bileylendi ve karşı tarafı deşer oldu, hiç hatırlayamadım. 

“Yavaş yavaş oldu. İnce ince oldu. Mahal verildi de oldu, meydan boş kaldı da oldu” demek kolay.Ama bence hep vardı. Keskin tarafı bize dönük değildi. Ama vardı. Ben hissederdim.
Anadolu lisesinde okuyordum, yaş 9-10. Seçmeli din dersi alan sınıfta tek tük kişiydik. Benim baba hacı malum. Kuran kursu da gördüm ben, olabilecek en eğlenceli kuran kursuydu. Bir apartman dairesindeydi, özel kurs, bizim mahallede, hatta süslü fırfırlı yere kadar eteklerimiz vardı, savura savura giderdik . Öğretmen kadın bazen yok olurdu, çıkar giderdi, ve hemen bizden büyük ablalar makyaj malzemelerini çıkarır bizi boyarlardı. Tek hatırladığım budur o kurstan, Arapçayı sonra Cezayir’de öğrendim. Bir elifi bilirdim, o da doğuştan sayılır.

O zamanlardan hatırlarım, Anadolu Lisesinde din dersi almaktan rahatsız olurdum. Herkes almazdı, alanlar sanki biz “ötekiler”dik, hayal meyal. “Din dersi almak” Fransızca almak gibi havalı bir şey değildi. Daha alt sınıf bir dersti din dersi. Zaten baba da hacı, ayıkla pirincin taşını… Mümkün olduğu kadar açık etmemeye çalışırdım konu açıldığında bu hacılık hocalık meselesini. Geçiştirmek iyiydi.  Başkalarının babası profesör falanken benimkisi ola ola hacı olmuştu, aman be baba, olacak iş miydi bu?

Bana itiraz etmeden dinleyin, hiç delilim yok, kimse beni dışlamadı, taşlamadı, arkamdan konuşmadı, sadece havada olanları  çok kuvvetli hisseden bir çocuktum hep. Bu hissi  takip eden ve bununla kıyaslayabildiğim başka  bir his daha var bende bu yaşlardan kalma, bu nedenle Türkiye’de bunu yaşadığımdan eminim. Diğer hissi de anlatayım. Bir sene sonra Cezayir’de Amerikan okulundayım, ilk pijama partimiz, Amerikalı bir aileye misafiriz okuldan kızlarla, yaş 11. Partide bir Lübnanlı var, Şirin, bir de ben, iki Müslümanız. Kahvaltıda herkes  o zamana kadar hiç görmediğim bir şey  yerken, Şirin’le bana başka şey hazırlanmış olduğunu gördüm. Evin  Amerikalı annesi herkese açıklama yaptı, dedi ki “Elif ve Şirin’in dini başka, onlar inançları nedeniyle domuz yemiyorlar, bu nedenle farklı şey hazırladım” . Kızlar “Aaa, ooo “ falan dediler, bir dolu sorular soruldu, kaç kuran kursu devirmiş ben beyanlarda bulundum. Aman sonrasında bendeki havayı görün!  Farklıydım, ama bu fark bu kez Amerikalılar nezdinde iyi bir şeydi, saygı görmüştüm. Hoşuma gitmişti.

Ve o zaman da  kafası hiç durmayan Elif düşünmüştü, hatırlıyorum. Memlekette de müslümandık, ama bu durum  eğer bulunduğum ortam  Habibe Yengem’inki  gibi bir ortam değilse içimi kımıl kımıl rahatsız eden  bir farklılık haliydi. Habibe Yengem kim derseniz, ailede o zamanlar bence en  fena yerde oturan, en alt sınıf akrabaydı.  Okumuş etmiş, iyi mahallerde oturan, iyi eğitimli aileleri olan arkadaşların yanında huzursuz olurdum hacı kızı durumundan.  Ama elalemin Hıristiyanı, benim dinimin iyi bir şey olduğunu ilk kez hissetmeme neden olmuştu. Bu meret içerde kötü, dışarıda iyi bir şey miydi? Çok karışıktı anlaşılan, duruma göre değişken.  

Okul  korosunda klisede  şarkı söylemek için özel izin de alınırdı babamdan, saygı görürdük. Ama yine aynı zamanlar Cezayir’de  bizim evde içkili yemekler hazırlandığı halde   bazı ODTÜ’lü mühendisler babamın içki içmemesiyle kafa bulurlardı, hatta bir keresinde davetli olduğumuz bir evde babamın hacı olduğunu bildikleri halde  domuz vardı menüde. Ve eve geldiğimizde babamla annem kavga etmişti. Çünkü babam itiraz etmeden o domuzu yemiş, annemse kızmıştı "Neden yedin?" diye, babam da “İstedikleri huzursuzluk çıkarmaktı, olay çıkaracağıma , yedim gitti, ne olacak ki” diye savunmuştu kendini.

Diyeceğim odur ki, Kemal  bize “siz” , “biz” diye ahkam keserken, ben aslında ne dediğini gayet iyi anladım, da anlamamazlığa geldim. Gerçi Kemal’in  bizzat bir ötelenmeye  maruz kalıp kalmadığından emin değilim. O ezberlenmiş şeyleri saydı durdu bize argüman olarak. Ama ben 9-10 yaşlarımda Ankara Kurtuluş’ta oturup, Ayşe Abla’da okumuşlarla birlikte Anadolu lisesine giderken  hissettiklerimi bilirim. 

Sonra o ODTÜ’lerde ben de okudum, başka özel okullarda, daha üst sosyal  sınıftan çocuklarla okudum. He he, en sonunda prenses arkadaşım bile oldu, altta kalmadım yani. Ama mevzu çok nettir bende: din belli bir kesim için daha ziyade alt sınıflara mahsus bir olguydu ben küçükken.

Şimdi bu aşağı görme meselesinin daha da zirve yaptığına üzülerek şahidim. Çok az kişi var facebook arkadaş listemde habire “ötekiler”i aşağılamayan. Bir azınlık var evet, ama hiç ummadıklarım da hala bağırmakta “salaklar, aptallar, cahiller vs vs vs” diye. Bu çok tehlikeli bir silah, ve bence cehaletle eşdeğer fenalıkta. Hepimizi yaralayan bir silah. “Ötekiler”de de aynı silah, “biz”de de. Bu silahın adı da kibir, insan bünyesinde doğuştan var, kontrol edilmediği takdirde ise çok yıkıcı.

Hadi “buralar” diye anlatmaya hemen birinci aydan girmeyeyim.  Ama şu kadarını diyeceğim, çocuklara  ilkokullarda abc’den önce öğretilen şey şu: ayırımcılık, aşağılamak, hakir görmek dünyanın en kötü şeyidir. Restoranda kızdığım garsona arkasından “şişko” dediğim için arkadaşımın kızının bana nasıl baktığını unutmam mümkün değil.

Politikadan anlamam, anlamak da istemem mümkünse. Benden uzak. Ama insan hallerinden, tepkilerinden, davranışlarından anlarım, bu da doğuştan. Kibiri kötülükle beslemek, nefretle beslemek kolay. Panzehiri ise kabul.  Elde değilse de sinirlenmek, en azından sonrasında bir durup düşünmek ve bu tavrın sonuç odaklı olmadığını iyice anlamak gerekiyor. Ve gayret etmek gerekiyor aşağılamamaya. Ne olursa olsun. Kim olursa olsun. 

Anlaşılmadığı sürece, benim gibi konuşanlara “iflah olmaz naif romantik” dendiği sürece, kolay olan yani nefret etmek itibar gördükçe, çok anlayanlar, her şeyi bilenler habire binlerce olasılık üretmeye devam ettikçe korkutarak yönetme şekli  sahaların efendisi olmaya devam edecek. Birilerinden korkup diğerine yapışacak insanlar, bunu yaparken tüm aşağılamalar sıkıca sahip çıkacak iki taraf da. Havada uçuşacak aşağılamalar. Aşağıladıkça o an için  iyi hissedecek herkes kendisini. Sonrası yine boyuna kadar çamur.

Mevlana cümleleri gırla gidecek hep ortalarda, ondan ona sekerek, ama  korku ve nefretle kaskatı kesilmiş bünyelere sızamayacak. 

Kendim de bunu tam başarabiliyor değilim, ama en azından anında farkına varıyorum bende oluşan sinirin, öfkenin...Ve gayret ediyorum...

Bu gayreti daha çoğumuz göstermezse, o seçilmiş, ya da bu fark etmeyecek. Zafer kimsenin olmayacak. 

Kemal bize kızmaya devam edecek, biz  de Kemal ve saz arkadaşlarına…Ne anlamaya çalışılınacak, ne dersler alınacak, sadece zaman geçmeye devam edecek...

*Görsel: BANKSY