28 Mart 2014 Cuma

BİR ZAMAN DİLİMİ: PAZARA KADAR DEĞİL, MEZARA KADAR













fotoğraf alıntıdır
 

yazdım, ağladım, dinledim...siz de okurken dinleyin (Şarkı ismine tıklamanız yeterli) 

Bekliyordu Hadise.

Zaman onunla uğraşıyordu o gece. Gece büyüdükçe, saate bakma aralığı giderek küçülmekteydi. Gece yarısına kadar on beşer, yirmişer dakika bekleyebilmişti bakmak için. Ama on ikinin sihirli eşiği aşıldığından beri o saat neredeyse beşer dakikalık aralarla ziyaret edilmeye başlanmıştı. Saat ziyaretleri sıklaştıkça, bekleme acısı artıyordu.

Beklemek hep zordur. Gençken ayrı zordur, ellisinde ayrı zordur beklemeye yetişmek. Çünkü yavaş değildir beklemek. Bazen eşlikçisi telaştır. Eğer öyleyse, zorluğuna rağmen tadından yenmez.  Bu durumda beklenen şey güzeldir, keyiftir. En güzel tarafından hazırlıktır telaşla beklemek, güzel hayallerdir elleri ayakları dolaştıran. Telaş içerdiğinde göğüs kafesinde bir kuştur beklemek, uçtu uçacak, ürkütmemek için sakınılan. Beklediğine değmesidir beklenenin. 

Gel gör ki, hoş bir telaş içermeyen her tür bekleme eylemi panik içerir, neticesine  hakim olmak zordur. 

Öyle bekliyordu Hadise genç kocasını. İki kocayı gömmüş olmakla böbürlenirdi hep. Eceliyle ölen eski koca hikayeleri de pek komikti:

-Şapşala o kadar boşanalım dedim, tutturdu, neymiş, pazara kadar değil, mezara kadarmış… Ha ha ha! Başka şey istese olacakmış, bak mezarda şimdi…

Pazarı tercih etmeyen kocaydı bu ilki. İkincisiyle ise herhangi bir pazarlık anlaşmazlığı söz konusu olmamıştı. 

Zaman pislik olsun diye ağırdan alıyordu. Sigara üstü sigara, odada volta, elde viski kadehi… Sahne senaryoya en uygunundandı. Genç kocasının arkadaşlarla okul lokalinde yemek muhabbetinin gereksiz yere sıklaşması canını fena halde sıkmaya başlamıştı. Hele bir gelsindi, bu kez tavrını daha net koyacaktı, eskiden rahatsız etmeyen şey niye bu kadar bozuyordu şimdi Hadise’nin asabını?  Buna da canı sıkılıyordu, yaşlanma belirtisi miydi? İrileşen vücudu, veremediği kiloları mıydı? Mercimekli bükmeler miydi tepsi tepsi götürdüğü?

Göçmen güzeliydi Hadise, en ekstra irisinden. Çok ama çok güzel mercimekli bükme yapardı. Kendisi ise bükmelerinden de güzeldi .  Ellili rakamların altmışa yakın olan kısmındaydı. Son zamanda o şen şakrak kahkahaları da parazit yapıyor, görüntüsüne, veremediği kilolarına takılıyordu. Yüz, yürü, pilates yap, eskiden işe yarayan şeyler etkisiz kalmışlardı yıllar karşısında. En çok kızı kızmıştı adamla arasındaki  15 yaş fark olmasına. Ama kızı lafı dinlenecek türden biri değildi, zira Hadise’ye göre salaktı. Bir sünepeyi senelerdir çekiyordu, onca aldatma, onca ihanet, onca şeye rağmen adamla hala beraberlerdi. Halise hep kızardı kızına:

-Laftan anlamıyor herif, ben olsam çoktan zehirlemiştim sülüğü, kurtulmuştuk, ama bunda kıça sürecek akıl yok… Niye çekiyorsa salağı…

Bak şimdi kendisininki laftan anlamamaya başlamıştı. Evden kavgayla, tehditle  yollamıştı kocayı o gece. Adam kapıyı çarpıp çıkmıştı, “Bana karışamazsın,” pek rahat çıkmıştı ağzından. Kavgası içinde kalmıştı bu yüzden, ondan içinin köpürmesi dinmiyordu. 

Çok aşık olmuştu Hadise bu genç kocaya. İstanbul’un her yeri şahitti aşklarına. Önceleri anlamamıştı başına geleni Hadise, insanın ellisinde gelir miydi bu başına? Gelmişti işte. Her anı, gecesi, gündüzü yanında olsa da olmasa da onunlaydı. Hadise’nin mizacı gereği, en yüksek desibelden bir aşktı bu. Ne kavgalar edilmişti evlenene kadar. Her sokak tanırdı onları. Her çay bahçesi. Her vapur köşesi. Her çarşısı, pazarı. “Sensiz olmaz” larıyla, “Seni benim kadar kimse sevemez” leriyle, “Seni senden çok seviyorum” larıyla, “Sevmeyen böyle yapar mı” larıyla, “Biz birbirimiz içiniz” leriyle, “Senin için yanıyorum, senin için ölürüm” leriyle,  sonsuz kavgalarıyla, küsmeleriyle, pişmanlıklarıyla, barışmalarıyla, “Ya benimsin, ya kara toprağın, “ gibi bir sevme türüydü bu. Ecnebi haliyle ise “öldüren cazibe” ydi. Aşkta  kendini kaybetmeye cesaret edebilenlerin  anlayabileceği türden bir şeydi. 

Evlenince sakinleşmişlerdi. Üç senedir yanından ayırmamıştı Hadise genç kocayı. İşte beraber, evde beraber, iş gezilerinde beraber. Ama son iki aydır tatsız bir şey vardı havada. Hoş bir telaşla bekleyememesi ondandı. Kontrol  elden gitmekteydi, kafayı istediği gibi çalıştırmasına da gecenin hakimi alkol engel oluyordu. Kafa başına buyruk gidiyordu, telaş yerine panikti odaya dolan.  Zaman da baş düşmandı o gece. 

Saate baktı, üçe yedi vardı. Viskisini tazeledi, Ne yapacağını şaşırmış sarhoş kafasıyla, bilmem kaç kez dinlediği şarkıyı başa aldı, ayakta zor durma sınırındaydı, anladı. 

“Sana yandım seni sevdim, bu gönlümü sana verdim, senin için her gün öldüm,
Dünya malını neyleyim, sen yanımda olmayınca, gitme yaban ele gülüm, ateş düşer ocağıma.” *

Zaman bir harekete geçti o an. Kapıda anahtar döndü. Genç koca içerdeydi işte, karşısındaydı. Hadise patlamaya hazır bomba misali ayakta dikiliyordu adamın karşısında. Adam ayakkabısıyla biraz mücadele ettikten sonra:

-Sakın bir şey diyeyim deme, sabah konuşuruz, ayakta duramıyorum, dedi.  

Elindeki anahtarla telefonunu masaya bıraktı, arkasını döndü, koridordaki tuvalete doğru yalpalayarak  gözden kayboldu.

O an adamın telefonu bipledi.  Bütün gece Hadise’yle uğraştığı yetmiyormuşcasına,  zaman, nedendir  bilinmez,  uğraşma dozunu artırmaya karar vermişti anlaşılan. O mesaj ne beş dakika önce, ne de beş dakika sonra geldi. Tam o anda öttü telefon. Adam tuvalete girdiği an, Hadise’nin telefonla baş başa olduğu an. En sarhoş, en deli, en yanlış, ya da doğru, en ilahi an…

İşte o an, zaman durdu. Acımasızca seyre koyuldu, hiç müdahale etmedi, sadece seyretti.

Hadise mesajı okudu, bir daha okudu, bir daha okudu, inandı okudu, inanamadı okudu:

“Yanında uyanacağım geceye hasretim, seni seviyorum, kokun burnumda uyuyacağım sevgilim”

Beyni buz kesti, içi, dışı, her yeri, tüm organları buz kesti. Sadece göğsünün tam orta yerinde, her kendini kandırdığını bile bile aşka karşı koymayan kadının iyi tanıdığı o göğüs ortasındaki yerde, en kritik anda her şeyi aydınlatırcasına parlayan o meşhur alev parladı. Mutfağa nasıl gitti, nasıl aldı eline o bıçağı, nasıl ilerledi koridorda tuvalete kadar, sonrasında  hiç  hatırlamadı. Anın tek şahiti geceydi. O da zamanla iş birlik yaptı. Belki kocaman hafızalı şehir hatırladı, ama o da kimseye tek laf etmedi.

Sonrasında tam bir sene boyunca nafile hatırladığı şeyler ise:  pencereye koşuşu, geri dönüp yerde yatan kan gölüne elleriyle tampon yapması, tekrar pencereye koşup yardım çağırması, tekrar koşup yerde yatan büyük aşka sarılması, bu çaresizliğin ona  sonsuz  gelen tekrarı  oldu. İçindeki sıcakla soğuğun sınır çizgisi hep aynı  keskinlikte kaldı o günden sonra,  ne buz kesmesi, ne de göğüsteki sıcaklık yok oldu. Bir de kan kokusunu  hiç unutmadı.  

Zaman, o gece Hadise’nin  içine yerleştiği  yerden bir sene boyunca kıpırdamadı, ta ki kendi hapishanesinde kanser olup unuttukların hatırlamak, hatırladıklarını ise unutmak için ölene kadar.

* ”Sana Yandım” , Güçlü Soydemir 

14 Mart 2014 Cuma

EN SEVDİĞİM CANAVARLARDAN BİRİ: ANARŞİ























70'li yıllardan kalmayım ya, benim de anılarım var o yıllardan. Anarşi yılları, malum. Anarşistler sevilmezdi bizim evde. Benim babam  hep sayar söverdi o anarşistlere. O zamanlar hala bana anlatılanlarla idare ettiğim yıllardı. Ailede "bağzı" akrabalar bu anarşistlerden taraftı. Ama ben severdim onları. Çünküsü yok, sevgi anlatılabilen bir şey değil. Hissedersin, seni güzel güzel karşılamalarından, uğurlamalarından, seninle ilgilenmelerinden anlarsın sevildiğini, sen de onları seversin.

Daha o zamanlar aile içinde bir arada çok eğlenebilirken , aniden bazı anlamadığım durumlarda biz ve anarşistler olarak iki taraf olurduk. Olağan bir günde biz birbirimize kaynardık, renklerimiz bulaşırdı. Ama eskaza bir olay olsun memlekette, hemen hoopp, herkes kendi rengini çekerdi kendisine, toplardı eteklerine, müsaade etmezdi diğerininkine karışmasına. Babam da hep “Herkesi sevelim” tipiydi aslında, ayırımcı olmamakla övünürdü,  ama bu herkese kapıcılar, dilenciler, hamallar, fesat akrabalar, dedikoducu komşular girebildiği halde bir tek  anarşist denenlerin pasaportu yoktu. Dolayısıyla anarşist "ayırıma gelebilen"  tek şeydi ve şeytan gibi bir şeydi. En kötü şeydi. Bir gulyabani, bir anarşist... Bunlar aynı kategoriden canavarlardı.

Anarşistler  çok tehlikeli kitaplar okurdu, maazallah okursan büyülenebilir etkisi altına girebilir, sen de bir anarşiste dönüşebilirdin. Öl daha iyi yani. Bunlar şiir de okurlardı. Ben şiir severdim, ama şiir en tehlikeli yazı türüydü, seni en kolay etkisi altına alabilen türdü ve bu en tehlikeli kitaplar genelde şiir kitaplarıydı. Anarşist olmak için önce solcu olmak gerekliydi. Solcular şiir severdi, ve eğer şiir seversen solcu olabilirdin, düz mantık yılları. Ve solculuğun mutlak kaderi  ise büyüyüp sonunda anarşist olmaktı.

Ben o akrabaları severdim, ama babam bazen sever, bazen sevmezdi. Memlekette bir olay olduysa ben bilirdim hep müsebbibi kimdi: hep solculardı. Sağcılar hep kışkırtılandı memlekette. Onlar her şeyi doğru yapandı. Bizi en çok sevenlerdi. Ama yazık, hep kışkırtılırlardı. Hep oyuna gelirlerdi. Aslında o yaşta bile, “Yahu eğer herkes kışkırtabiliyorsa bunları demek ki tümü salak,” diye düşünürdüm, ama demezdim tabi, salak mıyım, hem çarpılıp anarşist olabilirdim bunu dersem .

Babam ve bu bazen sakıncalı-bazen değil akrabalar bir araya geldiklerinde sesler yükselirdi. Babam tabi ki en çok bizi düşünen, huzurumuzun bozulmasını hiç istemeyendi. Ama nedense huzur bozulurdu. Her gün  ölürdü gençler. Her gün yiterdi canlar, her gün ağlardı analar. “Bu da ne ki? Biz neler gördük?”  misali bir cümle oldu, ama gerçekti o günler, ve günlerce, gecelerce, senelerce sürdü. Biz Ankara’da Siyasal Bilgiler’in yakınında otururduk, Cebeci’de. Bomba patlar, camlar düşerdi yerlere. Babam patlar, anarşistler vurulurdu yerden yerlere. Ah o anarşistler ah, onlardı memleketin içine eden…

Anarşist akrabalar en eğlenceli akrabalarımdı. Anarşist olmayan bir düzine son derece sıkıcı, dedikoducu, fena fena bakan akrabalarımız da vardı. Yanak okşamaları bile tiksinçti bana kalırsa, her sözleri iğne gibi batabilirdi, ama anarşist değillerdi, dolayısıyla onlar her zaman muteberdi. Değerlerinden şüphe edilmezdi. Hepsi vatanseverdi. Vatanını sevmek de iyi bir şeydi, vatanını seven ise asla anarşist olmazdı. 

Ben böyle senelerce yaşadım. Ta ki, Cezayir’e gidip elaleme karışana dek. Elalemin en sevdiğim hali o halidir: başka dünyalardan başka insanlar, başka açılar.

O esnada darbe oldu Türkiye’de. Darbe sadece memlekette olmadı, benim kafaya da aldım bir darbe. Evde annemler pek sevindi, sonunda anarşi bitecek, gençler ölmeyecek diye. Okulda bir Fransızca öğretmenimiz vardı, Mösyö Cheureulle, sağsa kulakları çınlasın, bizdeki darbenin üzerine   darbe nedir, o da  anlatmıştı. O anlattığı darbeyle bizim evde konuşulan darbe aynı darbe değil gibiydi sanki. Başka bir diyarda bir şey olmuşsa, müfredata bakılmaz, günlerce dünyada olanı anlatırlardı o “elalem” okullarında. Dolayısıyla, dünyanın sadece sevdiğimiz köşeleri ve komşuları değil, her yanı bizimle birlikteydi o okullarda. Dünyanın her yanındaki çocuklara ağlanırdı. Evde bizimkiler sevinirken, bu Fransız dövünmekteydi, “Ah darbe de darbe,” diye. Benim kafa bi-dünya, anlamazdım. “Bizim için iyi bir şeye bu adam niye bu kadar dertlenir,” diye. Z filmini ilk o seyrettirdi bize, bizim güzel darbemizin üstüne. Nazım Hikmet’i de Allah biliyor ya, o okuttu bize ilk. Yahu, adam hem anarşist, hem şair, ama  bize okulda okutuyorlar bu Fransızlar, bunu anlamazdım. Bizim için kötü, ama dünya için iyi bir şey miydi yani Nazım Hikmet?  

Ama o dizeleri anlamaya başlamıştım artık. Ben de mi anarşist oluyordum? Sanırım kanıma girmişti o zehir. Babama sıkıysa söyle, tabi ki gizledim. Anarşistler gibi gizli kapaklı düşündüm düşündüklerimi. Adet zaten öyleydi, düzen bozmak isteyen anarşistler hep en sinsileriydi, her şeyleri saman altından yürürdü. İşte aynı benim gibi…Sinsi anarşist Elif, düzen düşmanı, çıbanbaşı, şiir ve bilumum sakıncalı şeyler okuyan Elif…"Kendi kaşındı babam, göndermeseydi ne yapalım o okullara", diyerek huzur buldu ruhum işlediğim vatan hainliği günahı karşısında... Üstüne ODTÜ, en anarşistinden. En depolitize yıllarda bile komünist dergilere çıktı eylemlerde resimlerim, hala saklarım, hala annemlerin haberi yok. 

Gezi olaylarında bile aksatmadan eylemlere katıldığımız için annemden fırça yemiş 50'ye merdiven dayamış bir kadınım ben, neden derseniz, bizim o  vatansever akrabalar facebookta resimlerimi görüp, "Senin kızın boy boy resimleri var Gezi'de", diye fitnelediklerinden, annem beni elebaşı olmakla suçladı, epey olay çıktı, zor sakinleştirdik kendisini. Hatta bir pazar sabah aradı, asabi asabi "Neredesin sen?" dedi, "Evdeyim anne nerede olacağım" cevabıma inanmadı ve "Yalan söyleme, seni Gezi'de görmüşler, etrafı süpürüyormuşsun" dediğinde ne diyeceğimizi bilemedik, sadece Kerem, "Anne , Elif evi süpürmüyor, nerede Gezi'yi süpürecek?" mantıklı yanıtı karşısında sakinleşti minnoş annem.

Babamın anarşistleri tarzında bir sürü “anarşist” tanıdım hayatta sonra. Bir de hep  bizim salak akrabalar gibi insanlar tanıdım kendi güzel, küçük, güvenli, dar dünyalarında kendilerine dokunmayan yılanlarıyla mutlu mesut yaşarken, içinde oldukları  küp boğazlarına kadar çamura batarken, hala nefes alabiliyorlar diye hep mutlu olan, ve memleket karışmaya başladığında habire vatanseverlikten bahsedip, huzur bulan, anarşistleri hala sevmeyen, çocuklarının bu anarşik işlere bulaşmamasıyla gurur duyan.  O küp çamurla, yılanla, yalanla dolup taşıyorken bile, hala olan biten başka memlekette oluyormuş gibi takılan çok sevdiğim arkadaşlarım var . “Evlere girelim, kapıları kilitleyelim, dizimizi açalım, anarşistlerden uzak duralım” tipi arkadaşlarım dolu. Babam gibi, onlar da sevmiyorlar anarşistleri, onlar sadece vatanlarını seviyorlar, alıştıkları gibi…Ana-babalarından gördükleri gibi…

Benim arkadaşlarım arasında böyleleri varsa eğer, diğerlerine ne diyeyim ben? Akıl fitil değil ki, götüne sokasın.

Herkes vatan sevgisiyle nefret ediyor anarşistlerden. Eskinin anarşist dedikleri , şimdi çapulcu. Babalar şimdi düzeni ve rahatı bozuyorlar diye çapulculardan nefret ediyor, ve çocukların ödü kopuyor çapulculardan . Bu evlerden çok var ne acı ki… Kaderi  hep anarşistlerden, çapulculardan korkarak başı kumda yaşamak olmamalı güzel zavallı memleketimin. Sonra kurtulamıyor bu Ortadoğu hastalığından işte. 

Hala çocuklara, gençlere oluyor olan. Çocukları anarşistler değil, bu  anarşistlerden korkan, düzen değişikliğinden tırsan, değişim  gücünün kendinde olduğunu anlamayan, sorgulamayan, dayatılana boyun eğmeyi tercih eden  kafalar ölüdürüyor. Çoğunluğun tercihi öldürüyor Berkin'i de, diğerlerini de. Korkuları öldürüyor. 


11 Mart 2014 Salı

KARLAR KRALİÇESİNE ÖPTÜRMEYECEKSİN KENDİNİ




































Berkin bugünün en acı haberiydi. Kalplerimizi esir aldı, elimizi, kolumuzu bağladı. Bağırsak olmadı, sussak olmadı . Berkin çok çocuktu çünkü.  Gezi’den miras en üzücü hatıralardan biriydi. ”14 yaşında da böyle ölünmez ki,” diye haykırdık. Biz haykırdık, onlar nefretlerini kustu.  Abuk sabuk paylaşımlarda bulunup en sakinlerimizi bile nefrete buladılar.

Bense tüm o gürültüde bu masalı hatırladım:

Yüzyıllar önce bir sihirli bir ayna icat edilmiştir. Aynayı tabi ki şeytan tasarlamıştır, amacı ise  aslında güzel olan her şeyi çirkinliğe dönüştürmektir. Bu ayna, pislik şeytan ve adamları tarafından  meleklerle kafa bulmak amacıyla cennete götürülürken çok yükseklere çıkmaya dayanamaz ve yanlışlıkla kırılır, ve parçacıkları toz olur, dünyaya savrulur. Bu toz kime değerse, o kişinin içine kötülük girer. Şans bu ya, Andersen'in bir küçük kahramanı nasibini alır bu zerreden. Huyu suyu değişir. Pisliğin teki olur önce.

Gerçi bir masal bu hızda anlatılmamalı, ama şimdi mecburum, yerim dar: 

Bu çocuk tam bahtsız bedevi, üstüne bir de kötülüğüyle nam salmış Karlar Kraliçesi  gelir, bunu bulur öpecek. İşte tam da bu anda zavallı oğlanın kalbi iyice buz keser, ve kraliçe onu kaptığı gibi sarayına götürür. Köle yapar kendine. Sevdikleri de arasınlar ki bulsunlar.

En  etkilendiğim masallandandır bu benim. Karlar Kraliçesi de bence masallardaki pisliklerin en berbatıdır.  Çocuklara işkence edenlerden, karın deşenlerden, güzel kızları zehirleyenlerden, tüm üvey annelerden, hepsinden kötüdür bu kraliçe.  Çünkü diğer masal kötüleri sadece kötülük yaptıklarına değerler. Bir ona bulaşır kötülükleri . Oysa bu pislik birine değdi mi, o öptüğü her kimse, etrafındaki herkes etkilenir bir anda.  Tüm sevenleri mahvolur. Ve mücadele etmeleri gereken şey en zorudur: bünyesine sevgisizlik işlemiş, sevilen bir kalptir. 

Bu çok fenadır işte. 

Bugün hiç birimiz anlayamadık bir çocuğun sıra dışı, hiç bir çocuğa yakışmayacak ölümü karşısında takınılan tavıra. Nasıl bir kalp “Ben verdim emri,” diyebildi, nasıl bir kalp “Su testisi su yolunda kırıldı,” diyebildi, “Gebersin işte devlet düşmanı,” diyebildi.  Nasıl herkesin gördüğü bir gerçeği, bunun cinayet olduğu gerçeğini görmezden geldi gözleri, nasıl bu kadar kötü olabildi insanlık, nasıl, nasıl, nasıllar uçuştu ortalıkta. Bırak kayıtsız kalmayı, insanoğlu nasıl kötülük saçabildi ortalığa pervasızca,  ortada üzülen birleri varken hem de.

Benim bünyem hemen bir masal buldu, ona sığındı. İnsanın anlayamadığı, izahta zorlandığı gerçekler olmaya görsün. Her şeye sığınabilir, kimse “Başıma gelmez, ben mantıktan başka şey tanımam” demesin. Öyle bir sığınırsınız ki masallara izahat için, kendinizi aynada görseniz tanımazsınız.

Şeytan icadı bir ayna kırıldı bir yerlerde, yedi kat göklerde. O ayna saçıldı yerlere göklere, ”bağzı” kalplere. Üstüne de Karlar Kraliçesi öptü mü, işte size bugün anlayamadığımız durumun açıklaması.

Masaldaki oğlan şanslıydı, çünkü onu çok seven bir arkadaşı vardı. Allem etti, kalem etti buldu oğlanı. Ağladı başucunda, eritti kraliçenin buzlarını, aktı gitti sonsuzluğa kötülük aynasının kırıntıları, iyilik kazandı , çocuk saflığı kazandı, sevgi yendi tüm kötülükleri, Andersen’den Allah razı olsun. 

Ama bunlar ayvayı yedi bence. Berkin’e kötülük yapanların, ardından sövenlerin, bunların sevenleri de kendileri gibi, kim gelecek ağlayacak başlarında da kurtaracak bunları. En baştakinin karısı, oğulları, kızları ne kadar seviyorlardır sizce kendisini.  “Sevgi” dolu muhabbetlerini dinledik tüm Türkiye…

Kraliçenin sarayında ebediyete kadar tutsak bunlar, içiniz rahat olsun…Esaretleri  büyük…Hiçbir kıytırık yasa düzenlemesiyle kurtulamayacakları kadar büyük…Hiç bir kefaletle serbest kalamayacakları  kadar büyük...ve hiç bir kefaretle temizlenmeyecek kadar büyük fenalıkları, ayakkabı kutularına da çok güvenmemeliler bence...

Güveneceğiniz bir kalp yoksa o kraliçeye öptürmeyeceksiniz kendinizi…varsa eğer, o kalp sizin peşinizi hiç bırakmaz…Ama eğer yoksa, öptürmeyeceksiniz kendinizi…

Ben  bu masala  sığındım işte bugün…Her baş edemediğim buzdan kalp karşısında yaptığım gibi… Dileyeni , dilediği zaman beklerim… Komşu kapım benim Karlar Kraliçesi. 

6 Mart 2014 Perşembe

VEDA ÇİÇEĞİ MİMOZA


Mevsim için gereksiz yere sıcak ve nemli bir İstanbul akşamüstüydü. Selin yokuş yukarı puseti iterken söylendi: “Hadi bugün de geçti”.

Günlük bebek gezdirme turu başarıyla tamamlanmıştı.  Memleketin  iyi okumuş kızlarından Selin gururla bırakmıştı işini gücünü. Herkes gibi “bakıcı eli”ne bırakmayacaktı kıymetlisini. Müdürü hayatta yapamayacağını, iki güne kalmaz sıkılıp koşarak işe döneceğini iddia etmişti. Ayağını kırdığında bile koşa koşa gitmemiş miydi işe, koltuk değneğiyle tırmanmamış mıydı üç katı zırt pırt asansör bozulduğunda? Herkes aferin demişti de çok iş olmuştu! Bu da eski bir iş arkadaşının lafıydı: “Aman çok iş olmuş!” Gülümsedi aklına o şeytan karı geldiğinde. Ne yapıyordu acaba şimdi o her şeyde birinci, en çok da  kötülükte şampiyon kız?  Anne- kaynana koalisyonu da bebek emanet etmek için pek iç açıcı görünmemişti gözüne. Neme lazımdı,ömür boyu  başkasının yanlışlarının neticesini yaşamaktansa kendininkilerle debelenmeyi tercih etmişti. El mahkum hata yapılacaktı. Kimselerin dört dörtlük beceremediği ama nedense habire böbürlendiği bir şeydi “anne olmak”, hiçbir bok olamayanın bile gururla olabildiği yegane şeydi. Hem sadece bir kere doğuracaktı madem, salt merak ettiği için, neticesini de kendi başına yaşayacaktı… 

Yaşayacaktı da, o daha romantik bir şey hayal etmişti anlatılanlardan. Oysa mevzu ağırlıklı olarak kusmuk, kaka, gaz  çıkarma, ağlama ve yalnızlıktan sıkım sıkım sıkılmadan ibaretti. Süsleyip püsleyip gezdirirken, elâleme gösterirken iyiydi de, yokuş yukarı puset iterken sadece “Hadi bugün de geçti,” idi. Bir de emzirirken muhteşemdi,  şimdilik Selin’in o kutsal mertebe diye abartılandan anladığı o kadardı.

Selin ilk evlenenlerdendi.  Arkadaşlarının çoğu doğduğu şehirde kalmıştı. İstanbul’a  transfer olan bekar kankaları  gece gündüz bu güzel şehre  akarken, o yavrulamıştı. Kimsenin onun yeni anne halinden anlamaya niyeti  yoktu. Yalnız hissediyordu. İki lâkırdının belini kırmak için kocasının çalışmayan, “Seninki kaç kilo?” arkadaşlarından başka kimsesi yoktu. Siz anlamadınız “Seninki kaç kilo?” tipi kadın ne demek tabi. Bu dünyaya kıyaslamak emeliyle gelmiş bir kadın türü demektir. Sosyal statüsüne bakılmaksınız, sahip olduğu her ama her şeyi başkalarınınkiyle kıyaslar durur bunlar. Arabasını, evini, çantasını, ayakkabısını. Nedense bu ayakkabı ve çanta kâbe misali sağlam, gösterişli bir mihenk noktasıdır onlar için. Dolayısıyla, bebeklerini de kıyaslar bunlar. “Seninki kaç kilo?” da oradan gelir. Bu soru karşısında refleks olarak hep içinden “ Ne yapacaksın, kesip yiyecek misin? “ demek gelir Selin’in. Soru kimi zaman farklılık gösterir:  Seninki kaç saat uyuyor, kaç dişi var, kaç kulağı var, kakası nasıl vesaire vesaire… ama  hep seninki ve hep benimkidir havada uçuşan, bir de Selin’in tarzı olmayan muhabbet. Bu yüzden pek yalnızdı Selin minnoş bebeğiyle.

İşte tam yokuşun bittiği “Hadi bu gün de geçti,” virajında karşısına çıktı Leyla. İlahi bir tesadüfle birlikte hem de: kendi  pusetinde bir  bebekle. Puset dayanışması protokolüyle, önce o Selin’e yardım etti. Zira kullan-at kaldırımlı İstanbul’un bu seneki kaldırım yüksekliği epeyceydi, ve 2 saat sürmüş puset safarisinden sonra bu son kaldırıma çıkma operasyonu develere hendek atlatmaya eş değer bir işti. 

İki puset ve iki anne kaldırımdaydı şimdi. Selin gülümsedi:

- Allah razı olsun valla, son hamle için sana duacıyım.

Diğer balık etli güzel kadın yüksekçe bir kahkaha attı:

- Tatlım ne demek,  puset şoförünün  halinden yine puset şoförü anlar! 

Selin’in hoşuna gitmişti kadının sebepsiz neşesi ve samimiyeti.  Üstelik bebeğinin kilosuyla da ilk bakışta ilgilenmemişti. Gülmeye teşne biri ilaç gibi gelmişti şu an şu yüksek kaldırımda.

- Mahallenin tüm pusetlilerini tanırım, seni ilk kez görüyorum, dedi Selin, az merakla, kadının ağzından laf almak istediği aşikardı. Zaten gevezeydi, yüz de bulmuştu ilk cümleden.

- Yeni taşındık tatlım, dedi diğeri. Bak şu arkadaki sokaktayız. 

Mahalleye cebren ve hileyle eklenen, imarı olmayan, imarı olmadığı için oturanı az olan, denize en yakın sonradan olma, sonradan görme sokağı gösteriyordu bol aksesuarlı koluyla. Yılbaşı ağacı gibiydi zaten, her yerinde bir şeyler ışıldıyordu.

- Pek de sıcak bir gün be! Ne bu kışın ortasında. Ben de bir havalanalım demiştim. Ama vazgeçtim seni böyle ter revan içinde görünce. 

- Yerinde olsam bu köşeden geri dönerdim, dedi Selin,  ehil bir rehber edasıyla. 
Bir an eli belinde durdu balıketli hatun. 

- Sen de buralarda mı oturuyorsun bakayım?

- Evet , işte şu son yokuşun sonundaki sarı apartmanın bahçe katındayız biz. 

- Bak ne diyeceğim, hadi bize gidelim,  hazır seninki de uyumuş, benimki de sızdı sızacak, bir kahve içeriz. Bizim apartmanda adam yok kızım. Herkes yaşlı öldü ölecek, zaten hepi topu dört dairede oturan var. Benim adam  de bir gelir, bir gider. İnsan yüzüne hasretim valla, bak senin de son yokuşu çıkacak takadin kalmamış, bir soluklanır devam edersin, ne dersin? Hadi lütfen.

Selin durdu bir an, teklif cazipti, kadın az biraz tuhaftı, ama neşeliydi, capcanlıydı, çok açıdan davetkardı. Terazinin diğer tarafında ise şimdi eve girse, işe güce girişeceği acı gerçeği vardı. 

- Tamam, ama kahvenin yanında tatlı bir şeyler de var mı, sordu tüm rahatlığıyla Selin. Yoksa eve uğrayıp dolaptaki mozayiği alayım.

Şuh bir kahkahayla geldi cevap:

- Sevdim seni komşu, cömertsin de.  Ben Leyla, senin adın ne bakalım?

Ondan sonraki baharı bekleyen tüm günleri birlikte geçirdiler. Bir Leyla’larda, bir Selin’lerdeydi iki genç kadın. Hiç ortak yanları yoktu, sadece kahkahalarda hemfikirdiler. Asker arkadaşı misali, kimin nereden geldiği,  ne iş yaptığı, neler gördüğü, geçirdiği, kiminki kaç kiloydu, kaç gramdı, hiçbir şeyin önemi yoktu beraberken. Kıyaslayacakları bir şey olmadığı için ikisi de birlikte oldukları anlarda çok mutluydu . Dünyaları farklıydı, sadece kahkahaları aynıydı: içten, hesapsız, önyargısız, hepten yargısız. 

Leyla’nın “adamı” haftada bir kaç kez uğruyordu eve. Çok zengindi belli. Adama Casper diyordu Selin. Hiçbir şeye alınmıyordu Leyla. Bir akşamüstü çay içerken eski fotoğraflarını dökmüştü ortaya. Selin bütün saflığıyla sormuştu :

- Ne çok tatil köyü fotoğrafınız var!

Resimlerin çoğunda dansöz kıyafetiyleydi Leyla, çünkü  eskiden dansözdü. Annesiz babasız büyümüştü, evlilik dışı bir çocuktu Leyla. Babasını hiç, annesini sayılı görmüştü. Bir zamanlar bir anneannesi vardı, 15’inde uğurladığı, şimdi  muhtemelen cennette olan. Neşesi anneannesinden yadigardı.

- Kızım, çalışırken  iyiydik, bak şimdi adamın eline bakıyoruz. Aman, hayırlısı be Selin… Neler gördüm bu yaşıma kadar, bana bir şeycik olmaz da, şimdi iki kişiyiz… Bazen yanlış mı yaptım doğurmakla diyorum, ama sonra bir gülümsüyor kerata, hayatımın tek doğrusu bu diyorum.

Dertleşmek eğlenceliydi Leyla’yla. Her dert dediği şey, üç cümle sonra kıkırdamaya dönüşüyordu bünyesinde.

Leyla Selin’in tanıdığı ilk tescilli metresti.  Bu nedenle apartmanın namus bekçileri kapısını çalmıyordu.  Ama artık ihtiyacı  yoktu onlara, ikisi çat kapı arkadaşlığa devam ettiler. 

İçten, hesapsız, önyargısız, hepten yargısız.

İki genç kadın, başka dünyalardan, ikisi de kendi gibi, çok eğlendiler baharı beklerken o kış.

Eğlencenin tam ortasında bir yerlerde bir gün Leyla kolları mimozalarla dolu çıkageldi. Öyle sarı, öyle yoğun, öyle çoktu ki mimozalar, Selin’in minik evinin minik  mutfak masasına tepeleme zor sığdılar.

- Hayırdır, dedi Selin, çiçekçiyi mi soydun? 

- Çok güzeller dayanamadım hepsini aldım, en sevdiğim çiçek benim mimoza. Anneannemin Ada’daki evini hatırlatır hep, sana aldım hepsini.

- Birazını götür bari, dedi Selin, bunlar çok fazla.

Leyla’nın itirazı netti.

- Hepsi senin kızım, hepsi senin, dedi ve anında “Kız hepsi senin mi?” söylemeye ve göbek atmaya başladı . Selin’in içi açılmıştı, göremedi Leyla’nın göz pınarlarındakileri, çünkü Leyla iyi sakladı onları.

Yine yediler, içtiler, bebekleri hoplatıp zıplatıp uyutup uyanmalarını beklediler birlikte. 
Ayrılırken çok sıkı sarıldı Leyla Selin’e. Uzun uzun sarıldı. 

- Ben seni çok seviyorum, dedi Leyla.

Selin dalga geçti:

- Sen yine hamile misin acaba, ne bu romantizm? Bak ikinci çocuk riskli, senin Casper hepten buhar olabilir benden söylemesi.

Güldü Leyla:

- Yok be güzelim, salak mıyım ben, yaparsam ikinciyi başkasından yaparım, yumurtaları aynı kefeye yığar mı senin akıllı arkadaşın hiç?

Köşeden el salladı her zamanki gibi, öpücük yolladı her akşam vedasında yaptıkları gibi.
Selin mimozaları yerleştirdi evin her yerine, vazolar yetmedi, bardaklara, çanaklara koydu. 

Her yer mimoza koktu.

Ertesi sabah Selin cep telefonundan aradı  Leyla’yı, cevap alamadı. Az bekledi, bir daha denedi, tekrar tekrar denedi, sevmedi cevapsız telefonun uğursuz sesini. Hızla  bebeğini kucakladı, köşeyi bir solukta döndü. Mimozaların kokusu da dayanamadı, Selin’i takip etti. Mimozalar buram buram burnunda, gözlerine inanamadı Selin. Leyla’nın bahçe katı dairesinin bomboş olduğu aşikardı. 

Kapıcı yan dairenin bahçesini suluyordu:

- Geceyle sabah arası bir ara gitmişler abla, dedi kapıcı. Kaç aylık kira takmışlar ev sahibine, adam mafya mıydı neydi zaten, hiç gözüm tutmamıştı bunları, iyi oldu apartman temizlendi.

Selin kalakaldı bebeğiyle,  mimozalara kızarak kalakaldı,  dünden biliyorlardı halbuki hepsi, evin her köşesi  biliyordu Leyla’yı son görüşü olduğunu. Bir kendisi bîhaberdi.

Bilseydi hiçbir şey değişmeyecekti, Selin biliyordu. Önceleri çok kızgındı mimozalara. Leyla‘ya kızmamak için mimozalara kızdı, çok uzun süre kızdı. Sonra geçti kızgınlığı. Hep minnetkar hissetti Leyla'ya bir vedayı esirgemediği için kendisinden. Senelerce her mimoza zamanı hatırladı pür neşe Leyla’yı, aklına takıldı, merak etti, dualarına ekledi.

Her mimoza zamanı Leyla koktu burnuna. Her mimoza kokusu cömert bir veda oldu ruhunda.