14 Aralık 2014 Pazar

DUA


yumsam gözümü,
yok olur mu?
tıksam içime,
kaybolur mu?
saklansam yedi kat yerin dibine,
benimle gömülür mü?
bir gece ne kadar kalındır? 
örtse üstünü
fırlatsam çöllere,
döner beni bulur mu?
şaşırtma beni ey hayat,
kaybettirme yolumu...

9 Aralık 2014 Salı

HER ŞEY ÇOK UZAK



çok tüttün be bu akşam İstanbul
kim koydu o rakıları,midye dolmaları
Kokular gelmeyince anladım uzakları

dünya tek oda sanıyor insan
bi köşe burası, ha deyince orası
ellerim uzanamayınca anladım uzakları

bi nefes mesafesi demiştim ne olacak ki
hesaba katmamışım güneşi, ayı
sesleri duyamayınca anladım uzakları


8 Aralık 2014 Pazartesi

AŞIK VEYSEL ÜZERİNDEN İLHAMA BAKIŞ

Fotoğraf Ara Güler'den


“İLHAM:  Esin; Tanrı'nın, peygamberlerin yüreğine doldurduğu tanrısal âleme özgü duygu ve düşünceler”. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “ilham” sözüğünün karşısında yazan anlam bu.

Esin’in karşısında yazan ise aynen şöyle: “Etkilenme, çağrışım veya içe doğmayla akla gelen yaratıcı duygu, düşünce, ilham”

İlham’ın kökenine bakınca Arapça lhm kökünden geldiğini (Arapçada kelimeler üç adet sessiz harften oluşan mastarlardan türer, buradaki üç sessiz de l,h,ve m sessizleridir), yutma, yiyip bitirme anlamındaki fiilden türediğini görüyoruz.  Yani bir tür içe atma söz konusu, kastedilen kalbe atma. İngilizcede ve Fransızcada ise kökeni nefese uzanıyor, bu da ilginç, çünkü nefes de, üfleme de, hep mistik duygular taşıyor. 

“İlham” ve “Esin” aynı şey gibi görünmekle birlikte, ilhamın içeriğinde bir tanrısallık mevcut. TDK’nın anlamında var olan tanrısallık boyutu, sanırım çoğumuzun hissettiği, ama açıklamakta zorlandığı ilhamı esinden farklı kılan bu nüansı dile getiriyor.

“İnsan ruhunu ele geçiren tanrısal güç.” Bu tanım, zaten anlaşılmaz olan konuyu iyice “aman benden uzak dursun”a dahi getirebilir. Bazı insanlarda olup, bazılarında olmayan bu “şey” ne tür bir farklılıktır? Bunu kurcalamak yaradılışın en derin dehlizlerinde kaybettirebilir insanı.

“Hepimiz aslında kardeşiz”  dünyamızın geldiği bu “benim dinim seninkini döver” ortamında insan “Tanrı” kelimesini kullanırken kırk kere düşünmeye başlamışken, büyük eserler bırakmış kişilerin ortak noktasının bu “tanrısal güç”  olduğunda genel bir ortak görüş olması sanatın ve sanatçının ilahi durumu hakkında hemfikirlik olması enteresandır. Ben tanrının o herkesin üstünde tartışarak birbirine düştüğü kutsal kitaplar yoluyla değil de, “ilham” denen şey üzerinden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Neticede kitaplarda bahsedilen de tanrısal güç, ilhamda bahsi geçen de aynı güç. Biri dünyanın birbirini yemesine vesile oluyorken, diğeri hiçbir şey olmasa dahi, güzellikler sunuyor.

Ben bunu kendim için kurcalayadururken, sizlerle topraklarımızda yetişmiş büyük sanatçılardan birinin, Aşık Veysel’in “tanrısal gücü” ile, ilhamıyla  bu konu etrafında buluşturmayı uygun gördüm. “Büyük sanatçı”dan kastım, insanlara çok büyük bir yalınlıkla ulaşan, hümanizmi herkes tarafından hissedilebilen, parlaklığı çeperinden değil, kalbinden yansıyan sanatçılarımızı incelersek, bu tanrısallığı anlamaya az da olsa yaklaşabiliriz diye düşünüyorum. Hayatlarından küçük ipuçları bizi belki bir yerlere götürür. 

Aşık Veysel bahsettiğim dehaya en çarpıcı örnek. Çünkü hiçbir konuda eğitim almamış, en büyük şansı o eğitilmediği için saf kalan ruhu olmuş. Her şeyi aklıyla değil de kalbiyle yapmış. Öğretmeni hayat olmuş, sadık yari toprakla  yolunun sonuna kadar farklı bir bağ kurmuş. Çok şanssız bir başlangıç yapmış, ama her  eksikliği hayata büyük artılar katabilmesine vesile olmuş. Öbür tarafı bilemem ama bu dünyayı rehberi, öğretmeni, gurusu olmadan anlamış, ve anlatabilme şansına ermiş. Bir yerden bir destek almış olması gerek ki o da dizelerine yansımış: ilham denen şey, şüphe götürmez, kendisine uğramış. 

Büyük ozanın hayat hikayesini dileyen zaten Google hazretlerine danışabilir, herkesin birbirinden kopyaladığı Aşık Veysel hayatını okuyabilir. Ben yine de size genel  bir özet yapayım: Veysel Şatıroğlu 1894- 1973 yılları arasında yaşamış, memleketi Sivas. 7 yaşında bir gözünü çiçekten, diğerini ise sopa girdiği için kaybetmiş. Umutsuz ve mutsuz gençlik günlerinde babasının teşviğiyle sazla tanışmış, hayatının tüm dramlarında ona sarılmış. Bir çocuğunu on günlükken toprağa vermiş, ilk karısı Veysel’i kızıyla bırakıp başka biriyle kaçmış, sonra o kız çocuğunu da kaybetmiş, neyse ki ikinci karısından günyüzü görmüş.  Şair Ahmet Kutsi Tecer’in desteğiyle Köy Enstitülerinde saz hocalığı yapmış, ve sonrasında Mustafa Kemal’e yazdığı bir destanı kendisine bizzat okumak için yollara düşmüş, ama başaramamış. Yine de bu destanın tesadüfler sonucu fark edilip basılmasıyla birlikte beş parasız geldikleri Ankara’dan, tüm Türkiye’nin tanıyacağı bir şair olarak dönmüş. Sonrasında TBMM tarafından maaşa da bağlanmış.

Veysel gençliğinde askere gidemediğine çok yanmış. Herkes harbe gittiğinde, gençliğinde, bir o kalmış sazıyla. Hem arkadaşları cephede, hem sefalet, bu dönemi oldukça münzevi geçirmiş. Ağaç altlarında yatmış, kalkmış. Ne olduysa sanırım o esnada olmuş. İlham onu hep sazıyla, hep yalnız, hep dertleşme halinde bu ağaç altlarında keşfetmiş. Bu münzevi hayatın yansıması da eserlerinde insanın içine işleyen şey olmuş. Veysel de toprakla kurduğu bu ilişkinin hayatının sonuna kadar kadrini bilmiş.

İlk karısı kendisini terk ettiğinde ardından "Anılmazdı Veysel adı, o sana aşık olmasa" diyebilmiş. Bir rivayet de, karısının kendisini terk edeceğini hissettiği gece, karısının ayakkabısının içine para bırakmış. Karısının onun hakkında ne düşündüğünden ziyade, kendi aşkıyla alakadarmış Aşık Veysel, karşılık beklemeden sevmiş sahiden de. Tasavvufta bahsi geçen Aşk’ı kimseler ona öğretmeden biliyormuş. Hoşgörülü, olgun ve saygılı. Aşk’la, aşk acısıyla olma ve olgunlaşma, insanın kamil olma halinin en güzel örneği anlayana.

Yaratıcılığın yanı sıra mevcut tevazu hali de gerçek sanatçıları diğerlerinden ayırıyor. “Yaratmak” fiilinin içermesi gerektiği düşünülen kuvvetli ego, fark ediyoruz ki aslında çoğunluğa derinden dokunan sanatçı kişiliklerde tamamen kontrollü bir halde barınıyor, havalarda savrularak sağa sola zarar vermiyor. 

Aşıklar bayramına çağırılan aşıklara bir sertifikayla birlikte 10’ar lira verildiğinde, diğer aşıkların beğenmediği harcırahı Veysel’in almak istememesi, “Bizi buraya çağırıp dinlemeniz bizim için en büyük ödül budur” demesi üzerine şair Ahmet Kutsi Tecer’in dikkatini çekmiş ve bu tevazusu ona sonradan çok destek olacak bir dostluğun başlangıcı olmuş. Şiirlerini de ondan sonra yazmaya başlamış. Ahmet Kutsi Tecer Köy Enstitülerinde saz dersi vermeye başlamasına, Türkiye’yi bu sayede dolaşmasına sebep olmuş. Küçük dünyasının farkındaymış, ama ilhamını nereden aldığını ne zaman fark etti, ya da fark etti mi, bilmek isterdim.

“…Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kafidir
Görenler dar görür geniştir bana
Sohbetim ülfetim bana kafidir…”

Atatürk’e yazdığı destanı dinletmek için çıktığı sefer de, tüm Türkiye’nin kendisinden haberdar olmasına vesile olan bir gazete haberiyle sonuçlanmış. Atatürk’ü göremediğine hep yanmış. Ama kısmet başka şeyeymiş, Türkiye onu görmüş. 

Türkiye karıştığında, altmışlı yıllarda ise taraf olmamış, olmadan da Türkiye kalbine basmış onu, sağcısı, solcusu sevmiş: “Ben körüm, sağa sola saparsam bir çukura düşerim”, demiş, kalbine fısıldananı yazmış:

“…Kurana bak İncile bak 
Dört kitabın dördü de hak 
Hakir görüp ırk ayırmak 
Hakikatte yüz karası… 

…Veysel sapma sağa sola 
Sen Allah'tan birlik dile 
İkilikten gelir bela 
Dava insanlık davası “ 

Meşhur olup köyüne döndüğünde ise Sivrialan'da ilk meyve bahçesini herkesin dalga geçmesine rağmen ilk o yetiştirmiş, ve bu da kendisiyle dalga geçen köylüsüne iyi bir ders olmuş, utançla kör bir adamın daha fazla şey görmeye muktedir olduğunu kabul etmişler. Meyve ağaçlarının elleriyle gider gider okşarmış. Annesinin dediğine göre, bir tek kırmızıyı hatırlamış sonrasında hayatı boyunca. Kan rengi kırmızıyı. Bir de siyahı, ama siyahı parlak bir renk olarak tasvir ediyor. Ve yeşilleri de elleriyle hissedermiş, yeşile ayrı bir düşkünlüğü varmış. Aşık Veysel başkalarının göremediğini görebilmiş ve o belgelere geçen meyve bahçesinin, yörenin ilk meyve ağaçlarının sebebi olmuş. Gözleri görenlerin, gözünün önündeki nimetlerin farkında olmadığı bir çoğunlukla paylaştığımız bu dünyayı mı alırdınız, yoksa kalbindeki yeşile takılıp, yaşadığı yeri yeşertmeye çalışanlarla dolu olanı mı tercih ederdiniz? Hangisi “görmek”? Hangisi “bilmek”? Hangisi “anlamak”? Ve bu algı, nasıl bir bilincin meyvesi olabiliyor, akılla mantıkla açıklanabilecek şeyler değil bunlar, sözüm her şeyi mantıkla anlamaya, anlatmaya çalışanlara.

“…Havaya bakarsam hava alırım 
Toprağa bakarsam dua alırım 
Topraktan ayrılsam nerde kalırım 
Benim sâdık yârim kara topraktır… 

…Hakikat ararsan açık bir nokta 
Allah kula yakın kul da Allah'a 
Hakkın gizli hazinesi toprakta 
Benim sâdık yârim kara topraktır…”

Bu sıradışı yaratıcılarda kendilerinin bile belki farkında olmadan yaşadıkları bu tanrısallığı hissetmek için, sadece satırlar arasında gezinmek çok şey ifade edebiliyor insana, ve bu anlatım ne kadar yalın, o kadar etkileyici oluyor bünyede:

“Uzun ince bir yoldayım 
Gidiyorum gündüz gece 
Bilmiyorum ne haldeyim 
Gidiyorum gündüz gece 

Dünyaya geldiğim anda 
Yürüdüm aynı zamanda 
İki kapılı bir handa 
Gidiyorum gündüz gece…”

Hayat dediğimiz biri giriş, diğeri çıkış olan bir hatta yolculuk, en yalın anlatımıyla…
Dizeler arasına girince de, dipsiz kuyu misali, yolculuk derinleşiyor. 

Çıkış kapısına yaklaştığında ise vasiyeti şu olmuş:

“Gözlerim görseydi toprağı göremeyecektim, özelliklerini bilmeyecektim…Mezarıma taş koymayın, üstümü toprak örtsün, otlar bitsin, çiçekler büyüsün. Üstünde biten otu koyun kuzu yesin, üstümü kapatmayın taşla, sadık yarim toprağa koyun beni, üstümü taşla örtmeyin. Rica ediyorum.”

“Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum”

Nur içinde yatasın Aşık Veysel...



Aşık Veysel şiirleri
www.antaloji.com
www.asikveysel.com
Ümit Yaşar Oğuzcan
Can Dündar’ın Aşık Veysel belgeseli




HAY SİZİN DİNİNİZE! ÇOK LAZIMSA BENİMKİNİ VEREYİM...


"Bir yalanı yeteri kadar tekrar ederseniz,  din olur, politika olur" BANKSKY


Hay sizin dininize! 

Demek istiyorum…

Sonra bir ses geliyor içimden: “Şşşş! Yakışıyor mu Elif?”

Onların dini anamın, babamın, anneanneminkiyle aynı. Bende de sadece üç kuluvalla kalmıştı, o da acil durumda pencereyi  kırınız misaliydi… Onsuz olmuyordu, onunla ya da onsuz olunması da gerekmiyordu. Şimdi o üç kuluvallanın bir anlamının olduğunu, o anlamın da "müslüman" hissetsen de , hissetmesen de, tek ve evrensel bir anlamı olduğunu, ve onu anlamanın herkese nasip olmadığını az buçuk idrak ettiğimden beri bütün mevzu değişti bende...

“Dinden imandan soğuttular adamı” durumu ahanda tam da budur. 

Minnak kalplere inanç kisvesi altında doldur çöplüğü, ezberlet korkunun kanunlarını. Korkudan altlarına işesinler geceleri.

Hacı kızıyım. Babama katılmadığım binlerce şey vardı zamanında, şimdi haksızlık ettiğimi düşündüğüm hatta. 

Ben küçükken de çok geveze(YD)im. Yatarken dua ederdim, hep de ettim, hâlâ da ederim. Ama yatınca da susmazdım, Murat’la aynı odada yattığımız zamanlardı, onu da uyutmazdım. Bana derlerdi ki: “Bak dua ettikten sonra konuşma, günahtır.” Masum bir annece önlem, napsın, sabah okul mokul var, uyumam lazım.  Ben de dayanamazdım, konuşurdum, sonra tekrar dua ederdim, sonra tekrar konuşurdum, tekrar tekrar dua ederdim. Ne ızdırap! Dön dolaş dua et, yorulup  sızana kadar . Neden korktuğumu tam da bilmeden bir şeyden korkardım. Şimdi düşünüyorum korktuğum şey hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ölüm değildi, canavarlar, ateşler, cehennem falan değildi. Bilmediğim bir şeyden korkardım. En fenası. 

O minnacık kalplerin hepsinin hissedeceğini biliyorum.  Benim sadece birkaç günah korkum vardı. Allahtan. Bizim evin günahları basitti:

-kedi, köpeğe, hayvanlara eziyet : şırıngayla sineklere su sıkıp patlattığımızda öğrenmiştik bunu,

-yemek beğenmemek, artırmak, dökmek: bizim nesil tabakta kalan  pirinçleri saymayı iyi bilir, çocuk hesabı buna göre yapılırdı eskiden,

-bilerek kötülük yapmak, hep bilmeden yapardık zaten,

-dedikodu yapmak, iftira atmak= hassas çizgi vardır arada. Zaten hiç dedikodu yapmazdık, babamın dedikodu dediği şeyler hep gözlemdi bize göre. İftiraya gelince,  zaten atmayız sanırdık, gözlem kisvesi altında yorumun, yargının ağababası yapılırdı. Hâlâ da üzerinde en çok uğraştığım konumdur: yorumsuzluk, yargısızlık,

-çalmak=senin olmayan bir şeyi almak, zordu çünkü ne senin, ne senin değil karıştığı olurdu. Hak görür insan kolaycacık. Düşünmez. İlk işimden eve post-it getirdiğimde çıkan kıyameti size anlatsam, bunun gerçek bir günah olduğunu anlardınız. Gitmeme gerek kalmamış,  cehennem bizim eve gelmişti.  Görmemişiz napalım, sarı sarı, küçücük, çaldığımı düşünmeden almıştım. Bir kez  de 13 yaşımdaydım.Cezayir’de tuvalet kağıdı enderdi, bulunca stoklardık. Bir ara yine hiç yok piyasada, biz de yemek yemeye güzel bir otele gitmişiz. Tuvalete bir girdik, ne görelim: dizi dizi tuvalet kağıtları! Çok sevdiğim Seta Abla'mla birlikte bir sürüsünü çantaya indirip eve gelince  sürpriz yapmaya kalkmıştık. Babam dellenmiş, hepsini çöpe atmıştı. Annem de “Bari olan olmuş, çöpe atmasaydık, kullansaydık,” diye yalvarmıştı. Ama tabi ki muavvafak olamamıştı, tuvalet kağıtsız, ama aynı zamanda günahsız kalmıştık, 

-intihar etmek – bu uyması en kolay olanıydı, çünkü neden intihar edecektim ki? Sebep? Ayıptır demesi, intihara teşebbüsüm hiç olmadı.

Bu kadardı normal bir Müslüman ailenin günahları. İçki, domuz yemek  falan da pek net bir şekilde  girmezdi bunların arasına. Babam içmezdi, yemezdi o ayrı. Ama teferruata takılınmazdı. Biz de Murat’la misafirlerin içtiği rakıların şişe diplerini dikerdik kafaya. O şişeler firijiderin  yanına dizilirdi, ertesi gün, ertesi gün hep içine bir iki damla süzülür, tekrar tekrar dikerdin kafaya. Rakıya düşkünlüğüm çocukluktan kalmadır. Alkol, bizim, yani babamın kâle aldığımız günahlardan değildi demek ki. Görmezden gelinebilecek günahlardı. büyüdüğümüzde de içmemiz söylenirdi sadece. Gidereke daha az içiyorum zaten, babam görüyor, seviniyordur eminim.

Hacıydı babam dedim ya, dahası var mı? Bizim hacılı hocalısından  dinimiz bundan ibaretti. Bizim evdeki Allah pek cezacı değildi. İstersen verirdi, cömertti hep. Hâlâ da öyledir kerata… Bakın , korkmuyorum, kerata diyorum kendisine. Çünkü aldırmaz öyle şeylere. Güler bile. Ben hâlâ insanın ermişini hemencecik anlarım: esprili olurlar, hiç de hayal ettiğiniz gibi "ağır abi" takılmazlar. Bir de darda olunca yetişirdi. Biz hiç darda kalkmazdık bu nedenle. Biz  kendisine bok atsak da, babamdan torpilliydik  o zamanlar, hep iyiliğimizi isterdi. Sonra miras kaldı sanırım bu torpil. Kötü şeyler de olurdu evimizde. Olmaz mı? Her evin derdi tasası bar kendince. Ama dua ederdik akşamları, ferahlardık. Rica ederdik, isterdik, hayrımızaysa yapardı, değilse beklerdik zamanını. 

Dünyanın tüm güzellikleri onun sayesindeydi. Bu da anneannemden öğrendiğimdir. Çiçekler, böcekler, okyanuslar. Kendisi bir Jacques Cousteau hayranıydı. Bir tek onları seyrettiğini hatırlıyorum. Bir de beraber Heidi'yi seyrederdik. Heidi de benimle aynı dinden, bu arada...Bütün çocuklar aynı dinden aslında, ta ki ana-babaları, okulları onlara sen "en şu dindensin, briki ötekinden" diyene kadar.

Büyüdükçe kötülüklerin farkına daha çok vardıkça araya mesafe koydum. Kendisinden bir müddet soğudum. Öğreniyordum. Hayatı. Kafam karışıyordu öğrendiklerimden. Ama benimkisi cilveymiş… Asla sevgimiz bitmemiş.  Adını koyduktan sonra mevzunun, aradan dini  kaldırınca aramız düzeldi.

Bu nedenledir işte:  “Hay sizin dininize!” 

Ben “Hay sizin devletinize!” de karşı böyle hisler taşıyorum…

“Hay sizin bir kağıda tapan düzeninize!” de boş değilim…

Yerine benimkileri öneriyorum hep...

...de, kitlem küçük…

“Sorgusuz sualsiz yaşa” diyor sistem. Tek gereken koyun kafalar, ki çark tıkır tıkır işlesin. 
Din önemli bir bölümü. Tap bir şeye, fark etmez ne olduğu: güneş, çiçek, böcek, kutlu insan, peygamber. Taptığın şeyden korkmak ise esas. 

Korkma diyeceğim, ama ademoğlu korkmadan yapamıyor . Allahtan kork, günahtan kork, cehennemden kork, mikroptan falan da kork ara sıra, hasta olmaktan, kaybetmekten kork, ölümden kork… kork ki çark işlesin. Tıkır tıkır işlesin… İtici gücü korku o makinanın.

İşsiz kalmaktan kork, evsiz kalmaktan kork, şeriattan kork, “çocuklar ya okumazsa”dan kork. Düzeninin bozulmasından kork. Alıştığını kaybetmekten kork, değişimden kork. Korkunun hayal gücü geniş. Kork ki işe yara. Korkmazsan , yönetilemezsin.

Ben nasıl güveniyorum hayata, herkes de güvenebilirmiş gibi geliyor.  

Devlete  değil, hayata güven.

Aileye, eşe, dosta falan değil,  hayata güven. Kendine güven. 

İçinde rahat ettiğin düzene değil, hayatın kendisine güven.

Dinine, dinsizliğine değil... Sadece güven...

Biz korkmayı kesersek bunların oyunu bozulacak. Belki neticeleri uzun vadede göreceğiz, ama buna kalpten inanıyorum.

Ve ağzık dolu dolu diyorum ki: 

Hay sizin dininize! Çok lazımsa, benimkini vereyim...Korkmayın, alın tepe tepe güvenin...

3 Aralık 2014 Çarşamba

BEN KİME ÇEKMİŞİM, BİLİN BAKALIM?

yaşasın engelliler günümüz...



ÇOK SEVDİĞİM AMCAMA...

Eskiden, o sadece şeker ve kurban bayramlarımız olduğu günlerde, geri kalan günlerin gayet sıradan anlamları varken, saatli  maarif takviminde cemreler düşer,  fırtınalar olur , sıcaklar artarken, biz daha başka özel gün bilmezken, kimselere engelli demez, kör, çolak, topal, sağır falan derken, ben daha çocukken benim hayatımı derinden etkileyen bir akrabam vardı. 

Hala da var çok şükür.

Benim bir kör amcam var.

Birkaç senedir sosyal medyada yoğun ve hoş bir şekilde kutladığımız bu günde, her seferinde anarım kendisini. Hep güzel anarım. 

Bu kez yazayım da herkes bilsin istedim. En çok da kendisi bilsin istedim. Bendeki yerini bilsin.

Amcama kör dedim, evet neredeyse doğuştan kör. Engelli lafını sevmez, sözcük ilk popüler olduğunda çok dalga geçmişti. “Kör” sözcüğünden hiç rahatsız olmadı. Biz de olmadık. Sadece aileye yeni bebekler geldiğinde önce az şaşırdılar, onlar da kısa sürede de alıştılar.

Ben de sevmiyorum bu “engelli” kelimesini. Sevmediğim kelimelerin listesine de başlayayım hemen. Çünkü amcam sadece görmüyor. Toplumumuz sosyal medya hassasiyetini gerçek hayata da uyarlayabilseydi, onların farklılıkları engel olmaktan çıkacaktı. Ben eminim o körlere yürürken kılavuz olsun diye tasarlanan taşları ibiş gibi ağaçların ortasından geçirten sorumluların karıları, çocukları falan da kutlamıştır bugün engelliler gününü hararetle, belki de en duygusalından bir görselle. Kendileri bile kutlamış olabilirler vallahi, ya da onların bu ibişlikte parmağı olduğunu bilen ama ses çıkarmayan arkadaşları, eşleri dostları. Bizde herkes her şeyi görür, karanlık işlerde parmağı olanlar bilinir, ama  hep kol kırılır yen içinde kalır. Sıçtığımın yeni.. .Pardon, ağzımı bozdum, ama bu “yen” konusu da roman olur. Örtbas etmenin kibarcası. Örtbas edilme fiili varsa, ortada kabahât da vardır. Engel  kabahât çağrıştırıyor, ondan sevmiyorum amcama engelli denmesini  (kabahât suçtan daha çok sevdiğim bir  kelimedir). 

Ailenizde “engelli” varsa, hele kör varsa şanslısınızdır. Farklılıklara takılmamayı erkenden öğrenirsiniz. Sonradan öğrenmek gibi üstte eğreti durmaz o zaman. Biz şanslıydık. 

Bir kere çok küçük yaşta başka bir dil öğrenmiştik. Amcam Braille alfabesini yazmayı okumayı öğretmişti bize. Kimsenin anlamadığı bir dil gibi bir şeydi. Metal plakalarla, ucu iğneli kalemle yazardık. İmtihan ederdi bizi. Yani beni, çünkü kardeşim daha küçüktü emin değilim onun öğrenip öğrenmediğinden, çünkü Murat eğitim hayatının başlarında öğrenmeye çok direnmişti . Sonrasında da, akıllıymış,  benden önce eğitim karşıtı oldu.

Bana hep “Bunun zekası amcasına çekmiş, “ derlerdi. Yani amcam çok ama çok akıllıydı. Sonra onun da ailemizin ve genelde tüm ailelerin yaşlanmaya başlayanları gibi pek tasvip etmediğim hareketleri oldu ama o kadar olur. Şaka şaka, amcamı kızdırmak için yazdım bunu. 

Amcam nerdeyse doğuştan kör. Yedi yaşına kadar ışığı varmış, sonra tümden kararmış gözleri. Ama o içini hep aydınlık tutabilmiş ender insanlardandır. Hep neşeliydi, hep komikti. Hele körlüğü üzerine yaptığı espriler herkesi kahkahadan kıvrandırırdı.

Hukuk üzerine Amerika’dan burs alıp, gidip master yapmıştı. 

Benim için amcam, keşfe aşık öncü birlik gibiydi hep. Benim için tüm  ilklerde hep onun izi vardır. 

Sonradan poposunu delip çiş yapan bebek yapmaya kalkıştığım çok sevdiğim ilk uzun saçlı , yumuşak etli bebeğim: Amerika’ya  giderken Belçika  aktarmasından yollamıştı.

Plastik poşet bile bilemzken,  bakkallar kesekağıdı kullanırken, teknoloji harikasıi ilk kırmızı plastik yağmurluğum: Amerika’dandı. 

Herkes örgü mayo giyerken ilk sapsarı mayom, nasıl güzel bir renkti, hala gözümün önünde, kör kör seçtiği renk güneş rengiydi: Amerika’dandı.

Siyah beyaz küçük ebatta fotoğrafa sadece meraklısı aşinayken, ilk renkli fotoğraf: Amerika'da okulunda kızlarla çimenlere yatmış fotoğrafları vardı.  

Yeşil minik lambalı, açtığında ısınmadan çalmayan radyodan başka şey bilmezken, ilk kahverengi önü ızgaralı Grundig radyo teyp. İlk kaset.

İlk satranç öğretmenim. Amcam ve arkadaşları kafadan oynarlardı. Tahtasız. Bana ve kardeşime O öğretti satrancı. Taşların altlarında çivileri vardı, kareler de alçaklı yüksekliydi. Kardeşim sonra aldı yürüdü, yarışmalara falan katıldı Murat. Hâlâ da bakıyorum facebookta satranç dedikoduları paylaşıyor. Öğrenmekte zorlanmadığı ilk şey oldu sanırım satranç, ve bu sayede rüştünü ispatladı. Çünkü eğer satranç girmeseydi hayatına, adı çıkmıştı dokuza…

Amcamdır ailede tek müzik enstrümanı çalan. Cümbüşü vardı. Makamlardan anlardı. Müzisyen başka arkadaşları vardı. Müzisyen kör deyince bizim çocuklar ya Stevie Wonder’ı ya da belediyenin sokaklarda şarkı söyleyip, para toplamalarına müsaade ettiği ağlak kör şarkıcıları biliyorlar. Arası yok. Çünkü devletin deyimleriyle “engelli” ye duyarlılık böyle bir şey bizde. Duygu sömürüsü üstünden. 

Bir de telefon, adres, her şeyi ezbere bilirdi. Kimse kağıt kalem kullanmaz, not almaz, herkes her şeyi ona sorardı, eskiden Hz. Google yokken. 

Hatırlıyorum Ankara’da işine yürüyerek giderdi. Gidebilirdi. O “engelli” leri senede bir gün bile anmayan eski günlerde bu mümkündü. Sokakta bastonuyla yürüyebilirdi. Bugünse kendi başına çıkması imkansız. 

Şanslıysanız , ailede böyle biri varsa, çok küçük yaşlarda başlıyorsunuz insan ayırmamaya. Gerçekten ayırmamaya. Ayırmıyormuş gibi yapmak kolay, gerçekten ayırmamak zor olan. Farklı olanı kabullenmek ve normal karşılamak size en normal olan şeymiş gibi geliyor. Başka rengi, ırkı, başka huyu, suyu, güzelliği, çirkinliği, eksiklikleri, fazlalıklar ayırmamak çok zor. “Sevgi içimizde”.  Evet. Ama facebook dışında, gerçekten  içimizde olması gerekirken, engellilere bir günü ayrırarak  bu ayırımcılığa çanak tutuyoruz. ” Engellilere dikkat çekmek” ne demek allahaşkına? 

Engeli mengeli yoktu amcamın. Kabahâti  de yoktu. Sadece farklıydı. 

Gözünde ışığı yoktu, ama renkleri öyle kuvvetliydi ki, ben ilk renkli insan onu gördüm.

Bir şeyi eksikti belki, ama başkalarına göre çoğu  şeyi de  fazlaydı. 

Tüm engelli dedikleriniz de böyle. İstisnasız böyle . Kimi şeyleri eksik, kimileri fazla. 

Sizin gözünüze eksik görünüyorsa birileri, o zaman en sevdiğim cümle geliyor, hazır olun: siz ne kadar tamamsınız önce ona bakacaksınız. 

İşine gelmeyen kimseleri iplemediği gibi, sakatını da iplemeyen güzel memleketimin bu konudaki basiretsizliğinin üstesinden gelmeye çalışan bir dolu kuruluşu var,  Allah’tan var. 

Normal hayattan ayırıp evlere hapsettiği bir dolu bireyine karşı saymakla bitmez bin bir kabahâti var ülkemin. Yönetenlerinin. Bizim. Hepimizin. Biz engelsiz görünenlerin. 

Kimde esas engel= kabahât sizce dersiniz? İşte böyle düşününce esas, Engelliler Günümüz kutlu olsun. 

Şimdi bana kızacak, "Kerata aramıyorsun," diye. Amca, yarın takı partim var, öbür gün arayacağım...