11 Nisan 2018 Çarşamba

Memleket Nasıl Diyenlere



Memleketten selam getirdim.


Bu gurbet işinin değişmez bir kuralı da şuymuş: biri memlekete gidip döndüğünde, hatta daha dönmediğinde, herkesin merak ettiği, “Eee, nasıl buldun?” sorusu varmış. Diyeceksiniz, e, tabi, kim bir yere gitse, bu soru sorulur, adettendir. Öyle değil işte bu iş gurbette...Bu soruyu soran kişi,  sorunun tamamen içine girerek soruyor. Sorunun muhatabı için de aynı şey söz konusu, soru-soran-sorulan tek bir varlık oluyor, ve sözlerin yanı sıra, bütün duygular, tüm karmaşıklığıyla, ve bütün ağırlığıyla transfer oluyor. Sorunun da, yanıtın da içinde çok şey var anlayacağınız...İki tarafın da kaldırabileceğinden ağır kimi zaman…


Bense size hafif hafif anlatacağım memleketi nasıl bulduğumu:


Bir kere suyun altı hafif hafif yanmaya devam, malumunuz. Sokak tabelaları değişiyor mesela… Melikelerin sokağını bulamamıştım geçen sene ( ha bire binalar da değişiyor ya, ekonomimizin bel kemiği inşaat furyası sağ olsun). Meğer Öğretmen Sokak, olmuş sana Muallim sokak. Arapçayı ucundan yalamış ben bile idrakta güçlük çekmiştim bu soytarılığı.  Bu sene malum , Bağdat caddesi civarında ev aradım. Ne sokaklar tanıdık, ne isimleri. Alışık olduğumuz mahalleler, olmuş sana Batman, Superman seti. Binalar yirmi, otuz kat, ve günümüz modası siyahlı, ahşaplı binalar, o daracık sokakları iyice film setine döndürmüş. O kadar ki, köşeden Örümcek Adam, “selam abla, ev mi arıyon?” dese yadırgamazdım vallahi.


Arapça her sene daha görünür oluyor, Etiler’den Bebek’e inen yokuşta arapça tabelalı kebapçı gördüm. Ayrıca Türkçe ismini de arapçaya benzer yazmışlar ki, hepten şık olsun. Eskiden her şey ingilizceydi de daha mı harikaydı? Tabi değildi, şimdi hepten absürd. Biraz ingilizce, biraz arapça, sonra neden “de” leri ayıramıyoruz diye düşün, dur işte...


Yadırgamamız lazım biliyorum, ama yadırgıyorum işte her yerde çarşaflılarla olmayı. Başörtüsü modası hakkında da bir gözlemim var: moda değişmiş. Eskiden “conehead” şeklinde yukarıya doğru uzayan sivri baş bağlama, tahtını kafa çeperini genişleterek bağlamaya bırakmış. Bu şekilde bağlanan başlar, daha hacimli görünüyor, ama vücut oranını bozduğu için, o kafa kontrolsüz bir şekilde boyunda sallanıyor hissini veriyor. Bir hacı kızı olarak başörtüsüyle bir derdim yok, ekleyeyim şurada dursun, millet başka yerinden anlamasın.  Ama bu şekil olayı beni benden alıyor. (Kendime oto-sansür uygulayarak yazdım bu kısmı, biline…)


Sonra kafa tokuşturma olayında da artış var bu sene.

Bu da matrak bulduğum bir hareket, arkadaşlarımdan yapan varsa, hemen bıraksın, karizmayı sıfırlıyor kesin. Ne o? Keçi misin arkadaş, diyesim geliyor. Sarıl, el sık, adam gibi öp! Ne o tos, tos?


Bayraklar artmış, artık hep “darbe sonrası groove” şeklinde yaşanıyor. Memleketin faşist tınıları, koro olmuş, her yerden yayında anlayacağınız. Dünya duyuyor bu sesleri.


Bize yirmi sene önce dolaplarımızı yapmış bir dolap ustası vardı. On sene önce taşınırken yine muhatap olmuştuk. Dini bütün, işini çok düzgün yapan, ve insan olarak da zarif biri. Bu sene taşınırken yine aradık, geldi gelmesine de, aynı kişi değildi gelen. Saydığım bütün özellikleri aynı kalmakla beraber, karşıma biraz daha öfkeli bir müslüman çıktı. O kibar insan gitmiş, “elit”lere saydırmaya çekinmeyen, öfke ve nefret dolu bir usta gelmiş. Tip de biraz daha sakala, entariye kaymış. Şaşırdım. Ve farkettim ki, pek de benzer olmadığımız dolapçıyla aramdaki mesafe açılmış. Bir ortak noktada, işinin mükemmelliğinde buluşabilirken, o ortak nokta olmuş sana bir hendek, ağzımı açsam, bir adım atsam, içine düşeceğim. Beni en çok üzen değişiklik bu oldu, diğer saydıklarım biraz
magazinsel.

Ben “elit” olmuşum, o ise  artık ona ben ne isim verirsem.

Veriyor muyum o ismi? Dirensem de, vermeye meyl ediyorum. Ben vermesem ne olacak, ben nefret etmesem ne olacak? Nefret virüsü, ayıla bayıla yayılıyor her tarafta...Derken bile içim acıyor: iki ayrı tarafta.


Hadi üzdüm sizi, biraz da güzelliklerinden bahsedeyim, o uğraşa uğraşa içine edemediğimiz İstanbul’un martı seslerinden, nergislerden, sümbüllerden, hala bazı sokaklarda müteahhitlere yem olmamış yaseminlerinden, manolyalarından.. Bunlar aynı. Hep birlikte, olanı biteni umursamadan açmaya, kokmaya, ötmeye devam ediyorlar, dünya faşizme inat güzelliklerini her sabah özeye bezeye sunuyor insanlığa.


Bütün İstanbul kafelerde yaşıyor...Menüler harika, hizmet süper. Masalara şarj aleti hizmeti var bir de benim için yenilik. Ahtapot gibi, bir sürü faklı uçlu kablosu olan. Aman kaçmasın dünya!

Kanada köyünden gidince, ayrıca dikkatini çekiyor insanın bu teknoloji merakı.  

Herkes şık, herkes havalı.


Can arkadaşlarım, hepsi kendilerini oyalayan uğraşlarda. Sohbet ortamlarında, burada konuştuğumuz kadar Türkiye konuşulmuyor. Biri iyi, diğeri kötü olarak söylemiyorum bunu. Sadece gözlem. Konuşularak çare bulunacak bir şey değil zaten bu hızlı değişim.


Televizyonu hiç açmadım, Ufak Tefek Cinayetler haricinde, bu nedenle medya faşizmi hakkında bilgi veremeyeceğim. Ama ara sıra göz ucuyla şahit olduğum kadarıyla, ekranlarda eğlence gırla. Hayatımıza “Bu iş bende tatlım!” girmiş bir de. Alışmalı. Alışırız. Hep alıştık. İnsana bahşedilmiş en harika yeti.


Benim ne hissettiğime gelince: değişime epey açık biri olduğumu düşünmüşümdür hep. Her şey değişir, adapte olursan iyi olur, yoksa hep direnişle yaşarsın, ve de sonunda sıçarsın...Beni çok gıdıklayan bir değişim bu. Rahatsızım. Hep kıpır kıpırım. Bu da dengede kalmayı zorlaştırıyor, dolayısıyla, tam da kimseleri yargılamamaya ahdettiğim bir zamanda, o kadar yargılayan, ayıklayan, seni oraya, beni buraya koymaya çalışan bir yerde yaşamayı gönlüm istemiyor. İçine çekiliyorsun istemesen de. İki boş koltuk varsa, sana benzeyenin yanına oturmayı tercih ediyorsun, ve bunu doğru bulmadığım halde yapmak zorunda kalmak beni yoruyor.


Ne kadar vatansever olduğum tartışılır olsa da, memleketten ayrıldığım anda içime yerleşen huzur hissi de ağır geliyor bana. Bu soğuk ülkeye, çirkin şehre gelirken hissettiğim iç ferahlığı, güven hissi de bana tam olarak iyi gelemiyor.

Nesini seviyorum diyorum bu ülkenin, Kanada’nın?

Anavatanım, bana ben olma hakkını vermediğinden, dar alanlara sıkıştırmak istediğinden, kendim olabilmenin insana iyi gelen hafifliğini tercih ediyorum. İnsanım neticede.


Haksız yere evden alınıp götürülen, zaten suçsuz olan  kuzenimin mahkemede aklandığı haberine sevindiğimiz bir ülke orası. Sabahın dördünde, apartmanın bütün zillerinin çalınarak götürmüşlerdi kızı. İki gün nerede olduğundan haber alınamamıştı. Yazsa roman olur diyeceğim ama, nadir bir olay değil bizde…Bugün farkettim Boğaziçi Üniversitesinde lokum dağıttılar diye alınan gençleri...Orada yaşasam dahi, haberleri seyretmesem dahi, kimselerle bu konuları tartışmasam dahi, asla unutmayacağım ülkemin faşist ve bağnaz gelmiş, faşist ve bağnaz gidecek olduğunu, üstelik bir çok konuda, ve farklı görüşlerde...Ve bana memleket nasıl diye soranlara yanıtım hep aynı olacak:


Ne olacak işte, hep bildiğiniz gibi...Artık kim nasıl bilmeyi tercih ediyorsa...