21 Şubat 2015 Cumartesi

KAHVE BÜYÜSÜ




Kabardı mı için?
Hüpleteceksin, çare yok
Sardı mı endişeler?
Alacaksın bir yudum,
Gözler kapalı, ruhun açık olacak.
Bir yudum her duayla,
Bir yudum her korkuya, 
Bir yudum her hayal kırıklığına...
Yudum yudum içeceksin hayatı.
En uzun son yudumu kalacak  ağzında.
Gözleri açmadan kapatacaksın fincanı,
Bekleyeceksin.
Köpüklerin dilek olup uçmasını…
İçini açmasını…

19 Şubat 2015 Perşembe

DOĞUM GÜNÜMÜN TORONTO ÜSTÜNDEN "SEVGİ İÇİMİZDE"YE BAĞLANIŞI


Bloğumun da yeni yaşı, benim de yeni yaşım bugün doldu. İkimize de hayırlı uğurlu olsun.

Tam bir sene önce başlamıştım, can havliyle, sağda solda dağılmasın yazılarım diye, hepsi yan yana  olsunlar, lüzumlu lüzumsuz yerlere dağılıp unutulmasınlar, bir kenara atılmasınlar diye la havle velâ kuvve diye niyet edip  başlamıştım.

Sevdiğim kelimelere eklemeliyim bu lâ havle velâ kuvveyi. Arapça. Korkmadan kullanıyorum. Eh, insan elliye yaklaşınca kimselerden korkusu kalmıyor. Ben şimdi lâ havle dedim, başım bir derde girer mi, diye korkmuyorum meselâ. Hooop, biri gelir beni “Hadi bakalım Elif Hanım, gir Müslüman’ların kutusuna” der mi, diye korkmuyorum. Karşıda başka bir kutuda Atatürk’çüler tepinmekte, hayal ediyorum. “Ne! Ne! Ne dedi? Ne dedi? Laik cumhuriyetimize yakışmayan bir şey dedi! Zaten ismi de Elif’miş, at onu o kutuya” diye bağırışıyorlar. Bağırırken zıplıyor ve hopluyorlar, isterseniz hoplayıp zıplasınlar, her halikârda komik komik tepiniyorlar.  

Şimdi bana “Tabi korkmazsın, artık Türkiye’de değilsin” denebilir. Kazın ayağı hiç öyle değil arkadaşlar.  Toronto mahallemde de  durum pek farklı değilmiş, şahit olmaktayım. İnsanımızın genetik olarak bölünmeye çok müsait olduğunu buraya gelince daha iyi anlamış durumdayım. Amip gibiyiz kardeşim… Nazım yanılmış, akrep gibi değiliz, amipliğe daha yakınız.

İçim sıkıştı birkaç gündür. Anlatayım, ferahlayayım: 

Biz yarın merhum Özgecan için yürüyeceğiz, vatandan uzakta. Yürüyüşü Kürt ve Alevi dernekleri düzenlemiş. Şu an içinde olduğum , kadınlar için bir şeyler yapmaya çalışan, ve temel prensip olarak insanı ayırmamayı hedef almış grupla birlikte o yürüyüşe katılacağım. Bakın, Kürt dedim, Alevi de dedim. Bir de Ermeni diyeyim, üçleyeyim. 

Üçleme deyince bizim ev  ahalisi  güler. En sevdiğim batıl inançlarımdan birisidir üçlemek. Evde bir şey kırıldı mı, hemen iki tane daha kırarım, üçler rahatlarım. Bunun için üçleme rafım vardır. Evdeki zücaciyelerden bir tane , iki tane kalır ya, nereye koyacağını bilemeyiz biz kadınlar, atsan atılmaz sağlamdır, satsan kime satacaksın, eh ben de hepsini üçleme rafıma koyarım. Zamanı geldiğinde bir ritüelin parçası olsunlar, şakada şukada kırılsınlar, sevaba girsinler diye. 

Şimdi Kürt, Alevi ve Ermeni de buraların meşhur üçlemesi anladım ben. Bir tanesini zikredince ( zikir dedim, bu da sakat, mevzuyu direk Sufi’lere bağlar, oradan da istenirse yine İslam âleminin üstünden dolaştırılır, dini ayine vardırılır, hooop yine gir Elif kutuya olabiliriz maazallah, ama sanırım zaten İslam kutusundaydım en son bıraktıklarında,)  ne diyordum, bu triodan bir tanesini zikredince hoop diğer ikisi de tonton tonton yanına ekleniyor ve üçleme tamamlanıyor. Bugün bir toplulukta Kürt ve Alevi dedim, biri çok kızdı, ortamı terk etti. Beni de acaba Alevi kutusuna mı , Kürt kutusuna mı attı, sormak mümkün olmadı, çünkü çok sinirlendi.

Bu yaşıma geldim, hâlâ anlayamadım bu insanlardaki bölünme merakını, kutulama, kategorize etme merakını, önden yargılama merakını. Yahu gelmişim ellimize, dünyanın gidişatını az çok anlamışız, birlerini kontrol edebilmek için, idare edebilmek için bir diğerinin öcüleştirilmesine alışmışız, politika denen şeyin koca bir insan uydurması şey olduğunu anlamışız, neden hâlâ bu çağda Ermeni’yle, Yunan’la, Kürt’le derdimiz olması gerektiğine inanıyoruz? Kalbimizde yokken bu, nasıl beynimizde olabiliyor?  Üstelik de hepimizin dilinde “Aslında benim ne Ermeni’yle, ne Kürt’lerle bir derdim yok,“ lar uçuşurken, Türkiye mozayiğinde herkesin farklı inanışlardan konusu, komşusu, eşi, dostu varken, ve ek olarak Mevlâna gibi hele son zamanlarda daha bir çok sevdiğimiz, her lafını her an zikreder olduğumuz bir hümanizm üstadının toprağıyken… Üstüne üstlük, Türkiye’nin baş döndürücü, can yakıcı kaos ortamından uzaklaşıp her şeye daha sakin bir kafayla bakma şansı yakalamışken…

“Yemişim politikasını!” demek geliyor içimden. Burada üniversitelerde gençler bu lobicilik faaliyetleriyle meşgul ediliyor. "Yapmayın, bu gençlerin dünyaları daha büyük, onları da kaplara alıştırmaya çalışmayın," diye haykırmak geliyor içimden.Bu çağda çocukları böyle nefretlerle büyütmenin de günah olduğunu savunuyorum. Memleket sevgisi böyle bir nefretten beslenemez, zira nefret bir besin kaynağı değildir, tam tersi en yıkıcı şeydir hayatta. Bana inanmıyorsanız facebooka inanın…Yer gök hümanizm! Buda, Mevlana, Şems özlü sözleri insan kaçmaya çalışsa dahi insanın içine içine akıyor. Ben kaçanlardan değilim, bu net. Şimdi bu insan sevgisiyle dolu gürûh,  neden vatan sevgisi  ve insan sevgisi arasında kalmak zorunda kalsın ki? Vatanını sevmek için neden Kürt’lere, Ermeniler’e , ya da bunların türevlerine gıcık olmak zorunda hissetsin ki? Geçelim bunları, diyorum, insanlığın daha anlamlı  mücâdelelere ihtiyacı var. Zaman kaybetmeyelim ıvır zıvır birilerinin ekmeğine yağ süren mevzularla. Dünyanın hiç bir konjonktürü bu inanışın önüne geçmemeli. 

Bir sene olmuş bu bloğa başlayalı. Bir sene önceki Elif’e selamlarımı yolluyorum . Bir senede çok şey geçer bir hayattan.  Bana da öyle oldu. Yepisyeni bir hayatım var. Doğru bildiklerimle, yanlış hissediyorum dediklerim yer değiştirdi. Aynı zamanda da bende iyice pekişen bir eski ben var. Kimilerinin saf, kimilerinin tuhaf, kimilerini hayâlperest (John Lennon "Imagine" deyince herkes bayılıyo ama hatırlatırım) , kimilerinin daha da ileri gideyim anormal bulduğu bir ben var, artık ortalarda sergilemekten sıkılmadığım. Bu Elif kimselerden nefret etmeden, gıcık olmadan yaşanabileceğine inanıyor. Her zaman başaramıyor, hatta bazen olmadık yerlerde yakalanıyor, bazen de belgeleniyor, (hiç ısrar etmeyin detay veremem).  Ama yılmıyor, buna uğraşıyor, bunu anlatmaktan sıkılmıyor. Bu bazen arkadaşların kendisine sinir olup kimi bahaneler üreterek yanından uzamasına neden oluyor, ama o zaman anlatmayı biraz kesse de, yine de hâlâ tam olarak kendine hâkim olamıyor. Başka yazı konusu yapayım bunu. 

Velhâsıl (bakın bu da Arapça), iyi ki de başlamışım bloğumda yazmaya. Canım istediği gibi yazıyorum. Canım istediği zaman yazıyorum.  Beğenen okur, beğenmeyen ister öteye, ister karşı köşeye…

Kutlu olsun ikimizin de doğum günü…

Türkiye’de barış, dünyada barış, Toronto’da barış vesselâm, diye de bitireyim. Yakışır hepsine...

12 Şubat 2015 Perşembe

İNANAN ELİF'İ ŞAŞKIN ETTİN BE TÜRKİYE!


İnanan biriyim. 

Neye inandığımı merak ettiyseniz, şöyle özetleyeyim: her şeye inanırım. Başıma bugüne kadar bir şey gelmemiş olması tamamen evrenin bir lütfudur. Eskiden çok utandığım bu bana has durum, artık birlikte yaşamaya alıştığım bir şey olduğundan pek de umursamıyorum. Çünkü arkamdan "değişik" diye konuşup bana alışamayanlar zaten teker teker düştü, bu matrak durumu benimle birlikte eğlenerek yaşayanlar kaldı sadece benimle. Gerisi yaprak dökümü.... Kimler geldi, kimler geçti hayatımdan her şeyin doğrusunu kendisi bildiğini sanan...

Neyse bu mevzu başka bahara kalsın.. Biz dönelim Elif The Saftoroz'un maceralarına. Kerem beni bir seferinde sakladığı yerde gözümle gördüğüm, elimle tuttuğum, bana aldığı ve sürpriz maksatlı sakladığı bir yüzüğü kaşla göz arasında yok edip, o yüzüğün aslında hiç var olmadığına inandırmıştı. O da, ben de hâlâ şaşarız bu hikayenin absürdlüğüne. 

Güvendiğim biriyse eğer beni işleten, sonuna kadar inanmaya hazırımdır. 

Bu hayatta güvendiğim insanlara inanmayı, gerçeklere kanmaya tercih ettim . Masalları wikipedik gerçeklere, uçsuz bucaksız rüyalara inanmayı hep uyanık olmanın darlığına tercih ettim. Müsbet ilim insanı sayılmam. Hissettiklerimi daima gözümle gördüklerime tercih ettim. İlk Bartın'da gördüğüm gökkuşağının (kimse inanmıyor buna, çünkü çok küçükmüşüm, imkansız hatırlaman diyorlar ama ben hatırlıyorum) elle tutulamayan renk cümbüşünün sihrini renksizliğin risksizliğine tercih ettim.

Amma velâkin bu aralar inanç sıkıntısı yaşıyorum. Ve kendime yabancılaşıyor muyum diyorum. İstanbul'un bizim mahalle dediğimiz yerinde , Erenköy'de  bir sürü arkadaşımın okulu olan binada gelmiş bir iki yüzlü, başına geleceklerden habersiz kadın, önce duvarlara öğretmenlerin yapmış olduğu resimleri, Atatürk resimlerini yok etmiş, hadi buna aşinâlaştık. Hepsinin yerine padişah resimleri astırmış. Yok daha neler! Devlet dairelerine tâlimat gitmiş, herkes "osmanlıca for beginners"a mecbur tutulmuş. Daha daha neler! 

Arkadaşlar tembih etmişlerdi ben buralara gelirken. "Aman dilini, kültürünü unutma sakın ha!" demişlerdi. Gülüşmüştük. Korkarım ben döndüğümde ne dil kalacak, kültür zaten hepten yolcu. 

Tövbe allahım, diyorum. Memlekette son senelerde alıştığımız gerçeküstü durumlardan öte yepisyeni fantaziler sergilenmekte.  Yepisyeniye çok bilmişler takılmasın, tamamen benim kelimemdir, ve en sevdiklerimdendir.

Ve ben, her şeye inanan Elif, bunlara şaşırıyorum, ve sürekli "Yok daha neler!" derken buluyorum kendimi...

Hayra alâmet bulmuyorum kendimi.

Değişen Türkiye, hu sana söylüyorum! Beni sarsa sarsa değişiyorsun, azıcık yavaşla be!