16 Eylül 2014 Salı

"EN"LERİN ANATOMİSİ: BÜNYEYE HANÇER


Eskiden beri bu EN ile ilişkim karışık olmuştur. Bir şeyin “EN iyisi, EN güzeli, EN kalitelisi. En varsa başında, içim bir karışır, hemen gardımı alırdım:

-“Dikkat, dikkat! EN bir şey geliyor!

EN hayırlarla gelmez genelde, hep ezer de gelir. Eğer EN akıllıdan bahsediliyorsa, demektir ki geri kalan herşey, herkes ondan daha salaktır veya zenginlikten bahsediliyorsa o EN  ortamdaki herkesi fukaralar. Aynı şekilde EN yetenekli bir durum varsa meydanda, sadece bir kişiye bahşedilmiş bu ayrıcalık karşısında, geri kalanlar dizilir çöp kutusu kuyruğuna...

Eğer siz o  EN’in tamamladığı cümlenin öznesiyseniz, o zaman her şey "ne âlâ, muâllâ" sanırsınız, değil mi? Öyle değil işte, o zaman da farklısınızdır işte, genelde farklılıklar sevilmez hayatta. Hele de küçükken. EN çalışkansanız, bu sadece ana,baba,eş, dost, akraba sınırlarında hoştur. Bunun arkadaş sınırları içindeki hali inekliktir, ve pek sevilesi değildir. Eğer EN bir şeyseniz, fark etmez ne olduğunuz, genelde her övgünün ardından maşallahlamak gerekir, özellikle bizim toplumumuzda, ki hep bilinmeyen bir şeyler köşeden çıkacak da saldırıverecekmiş hissinden kurtulmak kolay değildir. 

Yani anlayacağınız, beni çocukluğumdan beri rahatsız eden bu EN hakkında çok düşünmüşümdür. Neden beni tırmalar durur diye, demek o zamanlar da döner bakarmışım az da olsa kendime…Bu rahatsız durumdan ötürü de, Ayşe’me hamileyken hep  standart olsun diye dua etmiştim, gayrı ihtiyari. İtirazlarla karşılaşmadım mı? Tabi ki saçma geldi herkese, dua işte, iste EN akıllısını, EN güzelini, EN uslusunu, EN yeteneklisini, değil mi? Bizim neyimiz eksik? 

O zamanlar tam açıklayamasam da ben kendimi hazırlarmışım meğer bu EN esaretinden kurtarmaya. 

Şimdi de kim özellikle bir çocuk için EN bir şey diyecek olsa, içimde bir kalkan kalkıveriyor, o çocuğu korumak istercesine.  

Öyle bir anlam yükleniyor ki o EN ile birlikte kişiye, dünyanın en büyük ağırlığı konuyor üstündeki semere… Semer dediysem, kimselere eşek demek istemedim tabi ki, haddim değil. Semer insanın nefsi, egosu. Ve semer güzel ifade ediyor  üstüne yüklenen  şeylerin kişiyi ehlileştirmek, topluma uyum sağlamasını kolaylaştırmak  için tüm donatılan şeylerin aslında nasıl da  yük olduğunu.

Önce hoşuna gidiyor o yük insanın bayıla bayıla taşıyabiliyor, ama adı üstünde yük. Eninde sonunda ağırlaşıyor.  EN olmak kadar EN kalmak da gerek tabi. Bakınız bir Ajda Pekkan, kolay mı EN süperstar kalmak, ne bedeller ödeniyor o uğurda. Dalga geçmiyorum kendisiyle, bir ömür bağışlamış o uğurda kadıncağız, aynada bile kendisini unutmuş, kolay mıdır sizce?

EN varsa, kıyas kaçınılmaz oluyor, aşağıyla veya yukarıyla kıyas. Bu kıyas mekanizması bünyeye EN’lerle sızıyor, ve ENler  hayat boyu  çalışacak bir mekanizmayı tetikliyor. Durdurulması istense bile çok zor olabilecek bir mekanizma bu.  O semer, yani ego, ister çiçeklerden, yemişlerden övgüler de taşısa , ister çerden çöpten, en dikenlisinden yermeleri de yüklense, aynı hazla taşıyor o yükü. Bünye çok hasar görüyor. 

O yüklerden kurtulsa bile, herkes gibi olma fikri çok ürkütücü geliyor insana. 

-Herkes gibi mi! Alelade yani… Nolamaz, nayır! 

Bunun yerine o yük taşınmaya devam ediliyor, sadece EN o hissetmek adına.

Farketmeden ben Ayşe’mi içten içten korumaya çalışmışım, daha dünyaya gelmeden. 

-En güzelini, en akıllısını, en beceriklisini sevmek kolay, sen gel de alelade olanını sev demişim kendi kendime.

Farketmeden.  Farketmeden bir kabulleniş taahhütünde bulunmuşum .

İnsanın bir şeyde en bir şey olmasında sorun yok tabi, ama bunun telafuz edilmesini, sık tekrarlanmasını, genel meclislerde çok dillendirilmesine tepki gösteriyor içim. Bu yavrular üzerinde büyük bir yük. Sanki EN bir şey olunca mutluluk garanti. EN, övgüleri  bir besin kaynağı yapıyor. Ve her adım övgü toplamak için atılmaya başlanıyor, gel buyur dış onaylı yaşama hoş geldiniz! Sonra gelsin terapiler... O sonsuz mutsuzluk, o sosyal medyada dalga geçtiğimiz "Beni gör!" ler. "Beni duy!"lar, "Yaptığımı,ettiğimi, dediğimi, beni beğen" lerin abartılması... 

Hayat boyunca hep daha bir EN'ler olduğunu farkedip, çıtayı yükselte yükselte hayatın gerçek anlamını hep yukarılarda aramalar, yukarda görmediklerini hep yermeler, aşağılamalar, aslında neye sinir olduğunu anlamadan hep bir şeylere kızmalar. 

Velhasıl, EN dediğin ruha hançer...Kimselerle kıyaslanmadan, sadece kendin gibi olmanın aslında gerçek ve tek haz olduğu gerçeğini bazen sonsuza dek bünyeden kazıyabilen bir silah. 

Elimde olsa ben de tüm lügatlardan kazırdım bu EN'i...Hiç bir çocuğun hayallerine müdahale etmesin diye...Ondan beklenileni değil de, kendi hayallerini kursun diye...

*Görsel: BANKSY



8 Eylül 2014 Pazartesi

BEKLEMELERE DAİR



Tüm istasyonla birlikte beklemesi gerekecekti. Aksama varmış seferlerde yine. Derin bir nefes aldı, yogada yaptıkları gibi. Derin derin nefes al, karnına karnına. Nefes içine soldan sağa, sağdan sola geniş geniş yayılınca kıkırdadı.

- Nasıl da havaya giriyorum ulan, dedi. Bir de yoga yapıyor olsam havamdan geçilmez, üç aya kendimi Buda sanmaya başlarım ben!

Daha sadece niyet etmişti yogaya başlamaya, kulaktan dolma birkaç bilgiyle de “derin derin nefes al, ver” , hemen hayatına sokmuştu. Fikren girmesi yeterdi bir şeyin bünyesine, yarısından çoğunu istila ederdi hemencecik. Daha yoga stüdyosunun kapısından girmemişti, ama sadece başlayacağını aklına getirmek bile yürüyüşünü, duruşunu, tüm edasını kırk yıllık yogacı haline sokuvermeye yetmişti. 

-Çık çık çık havadan, hemen bir yer bul otur , belli ki ağacız burada yine, diye silkeledi kendisini.

Bir an acaba metrodan çıksa, bir otobüse atlasa mı, diye düşündüyse de vaz geçti, birkaç nefes yetmişti bünyeyi sakinleştirmeye. 

-Cümbür cemaat beklemedeyiz,  beklenen tek. Ama bekleyenlere bak, çeşit çeşit. O “tek “ şey herkese bambaşka anlamlarla gelecek.

Nefesler gerçekten işe yaramadıysa da placebo etkisi çok hızlıydı, ya da gerçekten çok yorgundu. Pelte gibi hissetmekten bunu ayırt edemedi.

-Pelte hali de beklemek için en ideal haldir zaten, deyip bir bankın ortasına sıkıştı,  iki irikıyım kadının ortasına büzüştü. Sırtını da dayayabilmişti.  Pelte halinde olmazsan beklemek ızdırap olur, bu sebeple bünyede en  ideal bekleme hali pelte halidir. Daha diri olursan, ajitasyonu artar beklemenin, hareketlenir beklemek, ki tadını kaçırır beklemenin, içine telaşı sokar. Kıpır kıpır beklersen, beklenen şey daha bir gelmez olur…Orta yaş için ideal bekleme halidir pelte hali.

Göz gezdirdi istasyona. Pelte olabildiğine şükretti. Yaşlanmakta olduğuna şükretti. Ya hep o gençlik enerjisinde olsaydı! Uzun yaşamazdı kesin.

iyice gevşemişti. Gözlerini kapadı. Geçmişe uzandı içindeki bekleme hali. Alaaddinin cini misali süzüldü istasyona, kocaman bir perde oldu. Perdede bir havaalanı canlandı, içi kıkırdadı bu hatırayla. Hayatının en saçma beklemesini hatırladı. En telaşlı beklemesini…

-Liste başı bu dedi. Buradaki tüm bekleyenlerin tüm hayatlarının beklemeleri içinde bu kadar saçma sapanı yoktur. Keşke bir yarışmada olsaydık, geçti içinden. 

Beklenenin, beklendiğini bilmediği, bekleyenin ise beklemesinin telaşıyla hiç gerek olmadığı halde kendisine hakim olamayıp nerede bekleyeceğini şaşırmasıyla vuku bulmuş bir saçmalıktı yıllar öncesine dair. Öyle bir heyecanla olayı arapsaçına döndürmüştü ki, “Çok şükür şu ‘derin nefes al,  ver’ icat oldu da, böyle bir saçmalığa bir kaç nefesle aklını havalandırıp, cesaret edemeyecek kadar büyüdüm” diye düşündü. Beklenen gelmemişti, çünkü başka yere gitmişti. Ama zaten o esas beklenmesi gereken yere gidecekti, bekleyen olduğu yerde beklese, daha kolay kavuşulunacaktı. Bekleyen bünyenin diri olmasının yol açabileceği en taraji komik durumdu bu. 

Birden yanındakilerin bakışlarını sağlı, sollu üstünde hissetti. Sesli mi gülmüştü? Biraz kızardığını hissetti. Kendisine gülümseyen gözlere sağlı, sollu selam verdi. 

-Herkesin böyle unutulmaz bekleme anıları olmalı, diye düşündü, beklerken oyalanacak. Standart beklemelerden farklı bir tane hiç olmazsa, tek bir anı yeter diye düşündü tekrar tekrar düşünülerek tüm beklemeleri eğlenceli kılacak.

“Eğlenceli” kelimesinin derin nefeslerle  havalanmış aklından geçmesiyle oluşan cereyandan içi serinledi, bu serinliğin iyi geldiğini ayrımsadı. Beklemenin en büyük can kırığı halini hatırlamanın hiçbir yerine batmadığını fark etti. 

-Şebnem Ferah’a da yazmalıyım diye düşündü, bilmesi lazım hikayenin sonunu…Ne yanağımdan süzülenler, ne içinde yüzdüğüm deniz, hiç biri eski anlamlarında değil, diye düşündü. 

Herkes o gelecek tek şeyi, treni bambaşka hallerde beklerken düşündü bunları. 

Ve bir sürü telaşlı, içi kıpır kıpır müteakip beklemeler belirdi cinli ekranda, istasyonda. Hepsi sükunetle hatırlandı, gülümsemeler ardarda tren oldu, çuh çuh geldi önünde durdu.



Kadın kalktı banktan, usulca trene bindi  arkasına bakmadan. Beklemeler yer açtı, kadın ferahça oturdu.

3 Eylül 2014 Çarşamba

İLK ÖĞRETMEN, İYİ ÖĞRETMEN



“Okulun en iyi öğretmeniymiş, Tomris zaten başkasına vermez kızı”

Sıradayız, tepede karbeyaz kafam kadar bir kurdele, mini önlük. Annem önlüğün altına asla pantalon giydirmeyen annelerden , çünkü çirkin görünür. Çırpı bacaklar fora, bacaklarımın çırpı popomun da büyük olduğunu biliyorum, babaanneme çekmişim. Dantelli çorap bilek hizasında. Ayakkabılarım rugan, herkesinki gibi değil. Önlüğüm de parlak, herkesinki gibi değil.  Çünkü mat olanlar daha özensiz, daha bir fakir gösteriyor, muhtemelen de daha ucuz. Parlak daha güzel. Çünkü benim babam ecnebilerle çalışıyor. Ecnebiler bir ırk, bizim gibi olmayan demek. Beyaz yaka da dantelsiz falan, dümdüz, çünkü dantelliler daha bir demode. Dümdüz olanlar daha modern, mini, altında pantolon olmayan önlüğe en yakışan odur. 

Ama biz niye bu kadar azız? Parlak önlüklüler niçin az? Hoşuma gitmedi bu…

Sıradayız, ellerimize bu bayrakları da niye verdiyseler, zaten bir elde mavi bavul. Annem çanta diyor ama alenen bavul bu. Rengi de mavi, güzel bir renk de,  bu kadar ağır olmasa. İçinde küçük mavi beyaz kareli kumaşla kaplı defterler. Herkes anneme “Sen deli misin, o defterler kumaşla kaplanır mı?”  dedi ama annem hepsinden zevkli, bu nedenle benim defter kılıflarım farklı. Başkaları gibi değiliz biz. Annem zevkli, ben akıllı. O kumaş pötikareymiş. Annem dedi. Küçük kare değil onlar pötikare. 

Bir de petitbeurre kutumuz var, o evde , banyoda çamaşır makinesinin üstünde, içinde annemin süsleri püsleri var. Üstünde okusam da bir şey anlamadığım şeyler yazıyor. Yazıldığı gibi okunmuyormuş üstündekiler, pötibör okunuyor dedi babam. Çok saçma geldi, ben her şeyi doğru okuyabiliyorum, bir bunları okuyamıyorum.  Ecnebi dildeymiş de ondan okuyamıyormuşum. Çok seviyorum okumayı, gazeteleri, mecmuaları, plak üstlerini, ve bütün kutu üstlerini. Ama en çok misafirlerin yanında okumaya bayılıyorum. Bayılıyorum aferinlere.  Pöti güzel, pek kelimeye benzemiyor ama yine de güzel. Pöti pöti pöti. Ecnebi dilde de okuyabiliyorum bence. 

Şimdi sınıfa gireceğiz. Bitse şu fotoğraf çekmece. Hatıra olacakmış, annem diyor. Bir elde bayrak, hatıra daha güzel olsun diye. Öğretmenimiz bu herkesle fotoğraf çektiren koca gözlüklü şişman kadınmış. Annemle arası iyi, ben de sıranın en önündeyim zaten. Başka parlak önlüklü birkaç çocuk daha var. Anneleri annem gibi, annem de pek güzel hani. Saçlarını yapmış. Bayılıyorum annem saçlarını yapınca. Bir gece önceden sarınca, bu demek ki ertesi gün eğlence var. Dün de sardı, demek ki okul eğlence demek. Zaten durmadan gülüyor da. Öğretmen de gülüyor. İçim rahat.

O ne dik merdiven, o ne uzun koridor! Hiç bizim apartmanınkine benzemiyor. İçerisi eskiymiş. Olsun. Eğlence varsa sorun yok. Zaten okuyorum da, benim için sorun değil. Ama ya canım sıkılırsa dedi annem. Bir üst sınıfa gitmeliymişim, ama bir üst sınıfta bizim koca gözlüklü kadar iyi öğretmen yokmuş. Sınıflar da eski püskü. Zaten herkesin önlüğü de parlak değil. Birkaç çocuğun önlüğü de pek küçük.  Duvarlar iki renk, altı başka üstü başka. Tahta da kocaman.Ben evde tebeşirle gömme dolabın kapağına yazıyorum . Bu tahta çok büyük. Ne çok şey asmışlar duvarlara! Ne çok gürültü yapıyor bu çocuklar! Hepsi avaz avaz.

Öğretmenin sesi de az gür değilmiş ha! Zaten kendi de kocaman. Gözlükleri de kocaman… Neyse çıkarıyor. Aaa! Annemler de geldi. Oh neyse! 

Çok sert mi bakıyor bana mı öyle geldi bu kadın? Neyse bana pek öyle bakmıyor. Öne de oturttu, ohhh!!! Annem de öğretmen gibi ha! Başka kadınlar da var, ama bazı çocukların anneleri yok gibi. Ya da ilgisizlerdir. Benim annem çok ilgilidir. Şanslıyım. Zaten en iyi öğretmen de buymuş. Ama niye itip kaktı o kızı? Önlüğünün  altına pantolon da giymiş. Kızı en arkaya oturttu, kız ağlamaya başladı. Yazık. Annesi de yok galiba sınıfta. Neyse benimki burada, şanslıyım. 

Şimdi de bir oğlana bağırdı, o ağlamaya başladı. Üf, çok fena bir yer burası, kadın bağırıyor, çocuklar ağlıyor! Kadın daha çok bağırıyor, gözlüklerini de taksa daha iyi, gözlükler çirkin ama o bakışlarını görmesek. İyi öğretmen ama, iyiliğinden yapıyordur, yoksa niye kızsın ki hemen? Çocukların bir şey yaptığını da görmedim, niye kızdı hiç anlamadım. Ama bir şey yapsalar da, anneleri yok ki yanlarında, onlar da korkmuşlardır belki  gözlüklerini çikardığında. Bence de çok korkunç, masal cadılarına benziyor. Neler düşünüyorum ben yahu! O okulun en iyi öğretmeni.

Anneme bakayım en iyisi. Diğer kadınlarla gülüşüyorlar. Şu kızcağıza baksalar ya biraz. Bir şey yapmıştır ama mutlaka ben görmediysem de. Ay!!! Sümükleri de aktı, böyk! Annesi olsa silerdi. Belki vardı aşağıdayken, sonra gitti. 

Üf! Sevmedim burayı ben… İyi öğretmen benim başımı okşadı, sakinleşti derken döndü tekrar kızı azarladı “Sussana sümüklü!”

Sümüklü diyene kadar silsene burnunu kızın, zaten  annesi de yok yanında…

Üf! 

Sevmedim burayı…

Ama iyi öğretmen bu, annem beni kötüsüne vermez ki…


Kızın adı Gülsüm, oğlanın adı Mete'ydi. Bir sürü arkadaşımın ismini hatırlamıyorum ilkokuldan. Ama bu iki isim kalbime kazındı. Gülsüm ile Mete düzenli olarak dayak yerdi, kafalarını tahtaya vurarak dövdüğünü hatırlıyorum. Sınıfın, hatta belki de okulun en garibanlarındandı ikisi de, en fakirleriydi. Sonradan dahi ne zaman seni anlamaya çalışsam, başka şeylerini unutsam da, Gülsüm ve Mete hep aklıma geldi. Nefretim kalmadı belki, ama seni hiç sevemedim Meliha Kudal. Öğrencilerini ayırdığın için hiç sevmedim.