29 Mayıs 2014 Perşembe

ÖZLEMEK DEMEK NE DEMEK?


Özlemek derin mesele, iyi anlamak lazım, herkese gerekli, bu nedenle yatırdım masaya…

Bundan sonra her yazımın bir de yazarken dinlediğim müziği olacak...Ben müziksiz yazmıyorum, siz de müziksiz okumayın diye düşündüm...Ve herkes YouTube'a giremiyor diye de güzellik yaptım, başka linkten paylaştım,  link yukarıda resmin altında...You Tube açılana kadar idare edeceğiz.

Ben o harika anne-teyze-annenanne eteği çadırında büyüyenlerdenim. En güvenli çadırdı benim bildiğim, direklerden biri çökse, diğer ikisi sapasağlam kalır sanırdım. Öyle olmadı. Teyzem göçtü gitti. İlk özlemim teyzemdir benim, canım kadar sevdiğim. 6 yaşındaydım beni bırakıp meleklere gittiğinde ve o güne kadar hiç kimseyi özlemek zorunda kalmamıştım. Ama hala tarif edebilirim: öyle bir acı ki sanki daha önce hiç acı çekmemişim gibi. Durup dururken küçücük göğsümde titreyen bir sızı, böyle göğüste başlıyor, sinsice buruna doluyor ve orada bekliyor, bir yere gitmeden. Benimle beraber uykuya giden, uyanır uyanmaz başlayan bir sızı. Benimle her yere gelen, yiyen, içen bir sızı, yerleştiği yerden memnun, bense gayet na-memnun. Teyzem nereye gittiyse  ben de gitmeyi çok istedim, anlatamadılar neden olamayacağını. Bir daha göremeyeceğimi de anlayamadım seneler boyunca.  Gördüm sandım, belki de gerçekten gördüm , sağda solda, rüyalarımda. Açıklamasını yapamadılar bana. Kim yapabilir ki? “Yazık, çok özlüyor,” dediler, o zaman öğrendim hissettiğimin ne olduğunu. Başkalarını bilemem, ama benim çocukken özlemek fiiliyle tanışmam bu şekilde olmuştur. O uzun süre hiç sevemediğim hisle. Özlemenin en baltalı Zagor, yani en vahşi halidir bu......

Sonra yurtdışı maceramız başladı. Şimdi herkes yavrusunu psikolojik travma yaşamasın diye sınıf bile değiştirmeye çekiniyor, ben iki senede bir okul değiştirenlerdenim, miniminnak iken daha. Travmalar benden tırsar oldu bir süre sonra. Bu yıllar özlemin hayatımın önemli bir parçası olduğu yıllar. Kendisine karşı nefretimin azaldığı yıllar. Kendi irademle edindiğim ilk arkadaşlarımdan ayrılmıştım, yaş 11. Neyse hepsi sapasağlamdı bu kez çok şükür. Dönülmeyen bir yere de gitmiyordum görünen o ki, döndüğümde hepsini bulacağımı sanıyordum, o zamanlar bilmiyordum ki maceram seneler sürecek. Hem okumam yazmam da vardı, 6 yaş zavallılığında değildim. Başladı mektuplar, gelen mektup ağlatır, giden ağlatır. Telefonla bile konuşamazsın ki, önce yazdırmak gerekirdi. Zaten temel ihtiyacım olan çekirdek ailem de yanımdaydı. Özlemekle ilk karşılaşmamız kadar berbat değildi hissettiğim şey, keyfine varmaya başladım o yıllarda. Özleyip özleyip, sonrasında kavuşmanın, sarılıp sarmalanmanın keyfini almaya başladım. Bu özlemek bazen güzel bir şey olabilir miydi acaba?

İkişer yıl arayla okul, çevre, arkadaş değiştirdim sonra, ergenliğe denk gelmese iyiydi ama mektup konusunda da uzmanlaşmıştım artık. En damar mektuplar nasıl yazılır çözmüştüm. Aslında birlikteyken çok da yakın olmadığım, ama mektuplar sayesinde perçinlenmiş muhteşem arkadaşlıklarım oldu, dünyanın her yerinden. Ama ilk mektup arkadaşım Gülriz’in yeri bende başkadır. Onunla zaten iyi arkadaştık, beraber ama uzakta büyüdük biz. Hala da öyleyiz, hem uzak, hem hala çok beraber. Muhteşemdir özlemek ve mektup ilişkisi,  yazdıkça daha çok özlediğini düşünürsün, özledikçe daha çok yazasın gelir, muhteşem bir haz vermeye başladığı yıllardır özlemenin. Pul koleksiyonu, PTT, posta kutusu yılları. Bizim çocuklar bu keyfi tanısın çok isterdim, bir mektup için gün saymayı, postacı saatini beklemeyi, özenle açıp, özenle mektup saklamayı, ara ara açıp tekrar tekrar okumayı ucundan tatsınlar isterdim. Heyecanla sms bekliyorlar şimdi çocuklar, nefes tutma süresi. Gün sayardık, o da yaklaşık olarak belirlenirdi, mektubunu alır almaz geri  yazdığı farzedilerek sayılırdı  günler. Özlemenin evcilleşmiş halidir bu hali...

Ben her gün gördüklerime de mektuplar yazardım aslında, saçma gelse de kulağa, ertesi güne kadar insan birini özler mi, özlerdik  işte gençlik yıllarında. Her türlü saçmalık çok gerçektir gençken. Bu da yeni bir çeşit özlemekti, daha öncekilere benzemeyen ve bence en şirini . Sevgililer özlenmeye başlanır o yıllarda, beraber değilken, bir gece uzaklaşınca mesela. Hele o uzun yaz tatilleri, aman allahım, özle özle bitmez. Artık telefon vardı o yıllarda, sabit telefonun yanına çömersin, saatlerce bıdıbıdı, şimdinin watsapı yani, ama sözlüsü. Anne gelir gider kaş göz yapar, kapatıyormuş gibi yaparsın, ama sadece ışığı kapatırsın, fısıltıya geçilir. Sabah saat 4’e saat kurup telefon başı beklemişliğim de vardır, ne o, sevgili askerde. Şirin değil de ne? Kapattığın an tekrar özlemeye başlarsın. En sabırsız özleme şekli budur bence, özlemenin dibi de tabir edilebilir günümüz jargonuyla, dedim ya, en şirini. Mektupların en çok seni özledim, özlüyorum, özleyeceğim, cümlelerini içerdiği durumdur gençlik özlemeleri, başka da cümle kurulmasına gerek kalmamıştır, edebi içerik sıfıra yakın, gerekmez de. “Seni özledim,” yeter, en minimalist halidir özlemenin.

Büyüdükçe, evden barktan uzaklaştıkça, başka şehirlere, diyarlara iş, eş gibi durumlar sebebiyle göçtükçe artık özlemeyi pek de umursamamaya başladım ben korkarım. Sadece harfleri kaldı kelimenin, içeriği ise boşalmaya başladı kim ne derse desin. Ve averaj bir yetişkin, artık o yaşlarda alışır özlemekle yaşamaya. Çünkü hayat artık çok doludur, özlemek için yer açmak gerekir. Öylesine dersin, “özledim”i. Artık bir telefon repliği, ya da sms cümlesidir: “Ay çok özledim, bir görüşelim.” En yalan halidir özlemenin... 

Nereye gitmiştir o güzelim özlemek? Başladığı yere bakın, geldiği noktaya bakın bir de…Yüreklerde titremeyken küçücükken, parmak uçlarındadır yetişkinin, epeyce dışlanmış diyebiliriz bünyeden. Gerçi ben bunlardan pek olamadım, “özledim, özledim,” deyip de görüşmeye yanaşmayanlarla senelerce küstüğüm olmuştur, "arızalısın," derlerdi bana, hatta buna ben bile inanmaya meylettiğim anlar hatırlarım,  ama olay sadece büyürken kendine sahip çıkmakmış, sonradan anladım. Meğer tüm üzüntülerini, kızgınlıklarını kendine kılavuz yapmayı öğrenirsen, hayat çok keyifli bir oyunmuş, allahtan anladım...

Devam ediyoruz, özlemenin birinci dereceden anlamı yaş ilerledikçe başka hal almaya başlamıştır. Çoluğa çocuğa karışınca birden yüz seksen derece dönüş yapar bu özlemek. Orta yaş kapıdadır. O dopdolu yaşandığı sanılan hayatların, satın almaların, sahip olunan ” her şeyin en iyisi” nden beklenen hazzın dolduramadığı içler bu kez yuvadan uçan kuşlar için duyulan özlemle dolmaya başlar. Evlat özlemiyle birlikte özlemenin kaybettiği itibar geri döner.  Etraf bir anda çocuklarının özlemiyle yanıp tutuşanlarla dolmuştur. Sabah evden çıkıp, öğlen çocuğunu özleyen insan tanıyorum, yemin ederim.  İş seyahatlerinin en baş konusu olabilir yavru özlemi, karılar kocalar aynı derecede özlenmeyebilinir, sorun yok. Ama çocuğunu özlemeyeni Allah çarpar misali, herkes uzaklaşan yavruyu çıldırmışçasına özlemeye başlar bu yaşlarda. Çocuktan da aynı performans beklenir mümkünse. İki gün ayrı kalmak büyük travmadır, çocuğunu uğurlarken ağlamayana da yan gözle bakılır. Çocuk da ağlarsa ne ala, tuhaf bir hazla teselli edilir. Anneler bu konuda daha ön plandadır, ağlamayan babalarsa kendilerine zaten doğuştan biçilen paye “erkekler ağlamaz” olduğundan yadırganmaz. Ben de böyle olmaya meyilliydim vallahi, ucundan döndüm. Ayşe ilk seyahatine giderken bütün çocuklar ağladı, bizimkisi sadece el salladı diye epey bozulduğum anı dün gibi hatırlarım. O 10 yaşındaydı. Bense kendisinde ayrılırken üzülünmeyen bedbaht anne! Büyük utanç! Hep gülsün isterken ağlamadı diye bozulmak, ne yaman çelişki, anlayana tabi…Halbuki kocaman nefsimmiş beni orada üzen, yeni anladık bin şükür…Buyurun, özlemenin en bencil hali de budur...

Ben şimdi kronolojik olarak orta yaş özlemelerinde  bir yerlerdeyim, gitme arifesinde özlemekle ilgili epey kafa patlattığım anlaşılıyor sanırım.  Bu yaşta, çok şükür ki bu kafayla özlem denilince geldiğim nokta şudur: eğer bir birliktelik sağlamsa - bu çocuk, çoluk, eş, aşık, arkadaş her ne tür ilişki olursa olsun - eğer bu ilişki sağlamsa, yani herhangi bir bağımlılık ilişkisi içermiyorsa , özlemek çok hoş bir histir. Sevdiklerimizle zaten en kuvvetli bağ olan sevgi bağıyla bağlıyız, daha ne ister insan. Güzel sevebilenler, güzel güzel de ayrılabilir, ferah ferah ayrı kalabilir. Sıralı ölümlerle ayrıldıklarım var, onlar için de benzer düşünüyorum. Güzel şeyler paylaşıldıysa, ayrılmalar da çok  keyifle kabulleniliyor.  Eğer ayrılıklar acı içeriyorsa, o zaman azıcık dönüp içlerimize bakılması gerekebilir demektir, bilen bilir, en sevdiğim cümledir bu. Neredeydi o acıtan şey diye aranılacak, taranılacak, sebebi bulunup mümkünse imha edilecek. Mümkünse herkes hayattayken herkesle helalleşilecek.  Etekler dökülecek, diğer tarafa bir şey götürülmeyecek, sırat köprüsü ağırlık sevmiyormuş diyorlar…

Çok sevdiğim arkadaşlarım uzaklara saçıldı, özlüyor muyum? Evet, bir şekilde özlüyorum. İyi olduklarını biliyorsam ne mutlu. Benim onlardaki yerimin bile artık önemi yok, onların bendeki yeri nedir biliyorsam ne mutlu. İstediğim zaman haber alabiliyorsam ne mutlu, haber yollayana da ne mutlu, alamıyorsam da o kendi seçimimizdir bu teknoloji sağnağında. Artık o yalan özlemelerden çok uzakta bir yaştayız...yani olsak iyi olur... 

Altı yaşımda nefret ettiğim o hissi artık tanıyorum, neden kaynaklandığını, aslında neyi beslediğini çok iyi biliyorum. O altı yaşındaki  Elif’in hissettiği sızıyı hatırlar gibi olabilirim belki yine de, o göğüs ortasında başlayıp, burun direğinde bir titremeyle sonlanan hissi, belli mi olur, zaman zaman. Hayat bu bilinmez, çok iddialı olmamak lazım. Ve insan nefsi öyle yılmaz bir savaşçı ki, belli mi olur meydanı boş bulur, bana da her an : “Bak özlemezsen olmaz ama, özleyeceksin ki, acı çekeceksin ki hayatın anlam bulsun,” diyebilir. Ama eminim ki beni artık tanıyan daha keyifli hasretler hemen sıraya diziliverecekler  ve hooopp, “Bi çekil sen aradan,” diyecekler o sızıya. “Çekil oradan, biz geldik. Sen çekil, çünkü senin zamanın doldu, biletler yandı. Çekil aradan, biz güzel güzel yaşamayı öğrendik, güzel güzel de ayrılmayı biliriz, zaten hepimiz her zaman hep beraberiz.” 

İste özlemenin benimle büyüyüp geldiği son hali budur, ve de şimdilik en sevdiğim hali...tastamam Elif'cesi...

27 Mayıs 2014 Salı

BENİ GÜZEL HATIRLASIN İSTİYORUM




“Bir çok anne çocukları için her şeyi yapar, kendileri olmalarına izin vermek dışında.”

Bana hayatında sana en çok şey söyleyen cümleyi kur deseydiniz, bunu kurmak isterdim, ama önce başkasından duydum, Mercan Dede’m paylaşmış geçenlerde sosyal medyada, Banksy’yi etiketleyerek. Banksy, bir İngiliz sokak sanatçısı. Gördüğümde gülümsedim. “Bak,” dedim, “Bu da benim gibi annesinden muzdaripti muhtemelen, sonu sokaklar olmuş… ” Dünyanın en meşhur sokak sanatçılarından olmuş. Annem onu da beğenmezdi muhtemelen . 

Bir kişi böyle cümle kurabiliyorsa, demektir ki  yırtmış, hatta öyle yırtmış ki, anne korkusu falan hak getire… Sokaklarda ilan edecek hale gelmiş durumu…Dünya aleme…Neyse ben de fena sayılmam, artık içimden atmaya cesaret edebiliyorum…Çünkü anneme çok şey borçlu olduğumun farkındayım sonunda, ona da söyleyebiliyorum, bu da çok  kıymetli  bir detay.

Dünya iyisi, çocukları için her şeyi yapan  annelere sahip herkes için ve annelerinin onların hep iyiliğini düşündüğüne tam kalp inanan arkadaşlarım için yazmaya başladım zaten, sonsuza kadar da yazmak istiyorum bunu. Çünkü ne acıdır ki o arkadaşlarım şu an kendi çocukları için her şeyi yapmaya adadılar kendilerini…Ve o çocukların çoğunu çok seviyorum, annelerini sevdiğim kadar. Hayatlarını anneleriyle sembiyotik bir halde yaşamalarına müsaade etmemek için elimden geleni yapacağım.

Hepsinin önüne kendimi siper etmek istiyorum. “Heyyyt uleyynn, çekilin leynnn” , demek istiyorum. “Leave the kids alone!” Bu cümle nedense İngilizce daha şık duruyor, rahat bırakın hepsini! Daha büyümeden bıkmaya başladılar bile onlar için en iyisini istemenizden, onlar için her şeyi yapmanızdan, yeri geldiğinde ehilce kafalarına kakmanızdan. Onlar sadece ve sadece kendilerini bulmak istiyorlar, ve mümkünse bunu erkenden yapmak istiyorlar, benim gibi 47’yi beklemeden. 

Ben hayatımda ilk kez  geçen sene başladım anneme duymak istemediği şeyleri onun duymak isteyeceği şekilde söylememeye başlamaya. Cümleyi zor kurdum valla,  bana da karışık geldi, özetle şunu dedim: yalan söylememeye yeni başladım. Allahın işi! Eskiden yalan söylerken inanıyordu, şimdi doğrularıma inanmamakta ayak diriyor. Ona da söyledim bunu. Ne yalanlar söyledim, bilseniz beni ayağımdan sallandırırdınız…Ama hayat öyle kolaydı. Yolumu böyle bulmuştum. Doğru söylemek demek, ona kendimi  ucundan göstermek demekti. Oysa onun inandığı Elif, kendi yoğurduğu Elif’di. Yani “mikemmel evlat elif”, ve bu mükemmel evlatlıktan haz alan Elif’di. Nefsini bundan besleyen, kendini tüm evlatlarla kıyasladığında gayet iyi bulan Elif. Gel gör ki, o Elif bir yığın takıntılarla boğuşan, hele bir de  annesi bir şeyini beğenmezse, diş gıcırtılarıyla, bel ağrılarıyla, sırt ağrılarıyla, bin bir türlü huzursuzlukla, mutsuzlukla, bir yığın kocaman “YİNE BECEREMEDİN!!!!” lerle, “ BİR BOK OLAMADIN!!!!” larla, bir yığın değirmenle savaşan, ve bu savaşlardan hep malup ve bitik çıkan bir Elif’di. Hayatının tümüne bulaşmış  sakız gibi bir şey yani, sen kurtulmaya çalıştıkça, her şey her yerine yapışıyormuş hissi, hep bağlısın o sakız gibi şeyle annene, hep seni geri çekiyor, sen çekiştirmezsen rahat rahat duruyor yerinde aynı yapış yapışlıkla, ama uzaklaşmana asla müsaade etmiyor. Vıcık vıcık, yapış yapış. Her yerinde. Her an.

Böyle annelerle mücadeleye kararlı herkese deneyimimlerim açık, binlerce saat anlatabilirim. Böyle anneleri olup da , kaçmayı, göçmeyi, kafalarını kumlara gömmeyi tercih edenler, “Bu saten sonra annem değişmez,” diyenlere tek sözüm şu: Anneler değişmez tabi, kimseler değişmez… Sen değişeceksin, eğer bir kişi başarabildiyse bunu, “zaten yarıyı da geçtim ne olacak,” diye boş vermeyip uğraştıysa, herkes yapabilir.  Zira kendinin farkına varmaya başlamak sizlere yemin ediyorum, gerçek cennet. Ucundan bile bunu hissetmek, bir vaha! 

Ayrıca şu da var, böyle annelerin evlatları, anneleri gibi olmaya meylediyorlar, ki en fena durum bu. 

Bu annelik mevzusu aslında başlı başına ansiklopedilik bana sorarsanız, bir Meydan Anne ansiklopedisi kaç yılda yazılır acaba? Başlasam ömrüm yetmeyebilir.  Öyle hain tuzaklarla doludur ki annelik müessesesi-bu kelime de en sevdiklerimden, ondan kurum demiyorum-  imkan yok hayatınızın sonuna  kadar anlamayabilirsiniz tuzaklara düşe kalka ilerlediğinizi. 

Bir kere ,”Annelik kutsaldır”,  konusu var…Eyvallah, öyle olsun diyelim… Ama hatırlatayım: kutsal olan çoğu şeyin sorgulanamazlığı var. Sorgulamak,  bence insan olmanın ön koşulu. Netice: evlatlar sorgulamasın, maazallah çarpılırlar. Bu ilk büyük tuzak.  Hazreti Anne olayı yani. Dokunulmazlık, söylenilemezlik, şikayet edilemezlik hali. Peki neden bu diktatörlük hali? Çünkü sorgularsan cevapları bulabilirsin. Ve bu da Hazreti Anne için tehlike arzeder.


Sonra” “Anne olmayan bilemez,” var. Buna da çok gülüyorum. Anne olduğun an sanki içine bir “şey” giriyor ve tatatataaammm değişiyor kadın. Eskiden normal, sonrasında yüce.

Eskiden averaj, sonradan  seviye atlamış. Level 2. Anneanne olunca daha mı ilerleniyor? Level 3? Nedir yahu, içine evet bir şey giriyor, ama o giren şey dışarı çıktığında kadın aynı kadın. Öyle halalar, teyzeler tanıyorum ki, annelere bin basar. Hatta hep diyorum kendilerine: “Siz gerçekten karşılıksız sevmeyi mecburiyetten öğrendiğiniz için böyle güzel seviyorsunuz”. Çünkü  anne değiller ya, yeğenler onları sevmek zorunda değiller. Bir çocuk  sıkıysa şunu desin: “ Ben annemi sevmiyorum .“ Teyzeler, halalar sevilmeyebilir çünkü bu müesseseler doğuştan kutsal değil. Dolayısıyla, yeğenle arada oluşan bağ gayet bağımsız. Ve genelde bu halalar ve teyzelerin beklentileri anneler kadar  yüksek olmadığı için, daha zarif seviyorlar.  Beklemeden seviyorlar. Karşılıksız seviyorlar. Gerçekten bilerek seviyorlar. Evet anne olmayan bilemiyor sahiden, anne olmanın nasıl bir nefs mücadelesi olmadığını bilmiyorlar. Anneliğin egoyu en fazla ve kolay besleyen bir olgu olduğunu itiraf etmek kolay değil şişik bünyelere.



Üstüne bir de “Annelerin hakkı ödenmez “var. Şimdi buralarda muhtemelen bir sürü tatlı anneyi sinirlendirme ihtimalim var, farkındayım. Ama elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin, sizi olduğunuz halinizle benimseyememiş bir annenin buradaki durumu nedir? Benimsemek de çeşit çeşit tabi… Bir hiç kabullenmeyip agresifleşen tür var, ki bu aktif tür çok can yakıcı olabiliyor. Bir benimsemiş numarasına yatıp her türlü duygu sömürüsüyle sizi sinsi sinsi ezen tür var… Pasif tür diyebileceğimiz bu tür de en az diğeri kadar tehlikeli. Pasif taarruz da benimsememeye giriyor, yani kerhen kabullenen annelere sesleniyorum burada…

Kullanma kılavuzuyla gelmiyor annelik. Aslında bir kılavuz oluşturulmuş, ama bu kılavuz genelde konu, komşu, büyükler ve her şeyi çok bilen çocuk eğitimcileri tarafından oluşturulmuş fazla dillendirilmeyen bir kılavuz. Ortak bileşen şu: “Anneler en iyisini bilir.” Burada “çok bilir,” diyesim var affınıza sığınarak, aslında başka şey yazmıştım ama kendime yakıştıramadım, annem de yakıştırmazdı diye düşünüp harf değişikliğini uygun gördüm.  Başımıza ne geliyorsa o bilinen “en iyi”nin kriterlerinin bu saydığım kurul tarafından belirlenmiş olması, ve daha da önemlisi, temel ilkesinin “çocuğun ne olduğu, kim olduğu, talepleri, hisleri, ne olduğu, ne olmadığının hiç iplenmemesi esası” üzerine kurulu olması. Anneler kutsal ünvanları (Hz.)  sebebiyle çocukları için her şeyin en iyisini bilen kişidir ve sorgusu suali en azından belli bir yaşa kadar olmaz. Bazı bünyeler hiç sorgu suale yeltenmez çünkü onlar da “her şeyi en iyi bilenin en iyiyi bilen yavrusu”na dönüşmeye başlamışlardır, ve bu haz egolarını ufak ufak dokunuşlarla okşamaya başlamıştır.. Bu his vazgeçilmez olur bir süre sonra.  Bundandır etrafta çok fazla her şeyi bilenin oluşu, ki ben de onlardan biriydim, hatta mükemmele yakın  bir örnektim, ta ki neden bunalıp bunalıp her şeyi elime yüzüme bulaştırdığımı kendime sormaya başlayana kadar…

Hem en iyisi diye bir şey yok hayatta. Ne tam iyiler var , ne tam kötüler. Ne çok iyi anneler var, ne çok kötüler. Ya da evlatlar...Sadece olanı kabullenmek var edebiyle. Benim için de böyle, başkaları için de. 

Annelik başlı başına bir sınav. Ama çalışana zor değil aslında. Benim hayalimdeki , olmaya çalıştığım anneyi size anlatayım:
Mevzuyu abartmayan, anne oldum diye havaya girmeyen, dokunulmazlığı, ayrıcalığı olmayan bir anne olmaya çalışıyorum.  “Çocukları için her şeyi yapan” yerine,  çocuklar istediğinde yanında olan anne olmayı seçiyorum. Hiçbir şey beklemeden sevmeye çalışmayı tercih ediyorum. Endişe mazeretlerinin arkasına sığınmak yerine, göğsümü gere gere ona ve hayatın on getireceklerine  güvenmeyi seçiyorum. Yaşadıklarından ders almayı öğreten bir rehber olmayı seçiyorum, ve o dersleri kafasına tıkmak yerine yanında durup kendi anlamasına yardımcı olmayı seçiyorum. Ve ne olursa olsun, kim olursa olsun hep koşulsuzca sevmeye çalışmayı seçiyorum.

Çünkü bebekken ona yeteri kadar oyuncak muamelesi yaptım, eğlenceliydi,  yedirdim, içirdim, hoplattım, zıplattım, hatta süsleyip püsleyip hava da attım, işin raconunda var. Ama bitti. Ne oyuncağım, ne de organım. Bana izin verilmedi, ama ben ona kendisi olmasına izin vermeyi seçiyorum. 

Çünkü beni hep güzel hatırlasın istiyorum.

*Görsel: BANKSY