31 Ekim 2016 Pazartesi

ELBET GEÇECEK BU KIŞ




Bu gece burada Halloween... Eskiden sadece buradaydı, şimdi her yerde Halloween.

Derdim kolonizasyonla değil, mevzum başka.

Bu gece insanlık tarihinin en eski önemli gecelerinden biri. Kelt kültüründe yeni yıl ya da yeni yıl öncesi karanlık dönem olarak kutlanılan bu gün, aslında karanlık günlerin gelmesi ile alakalı idi. Hasatını yapanın karanlık günlerden korkmayacağını anlatan bir gündü. Germen kültüründe ise gelen soğuklarla ölüler arasında ilişki kurarak “Ölüler Günü” olarak anılıyordu. 

Bu tür günler dinlerin ötesinde tarım takvimine bağlı önemli günlerdir. İnsanlığın en eski kültürüdür. 


Annemler bunu seneler önce Beypazarı'nda kutlarlarmış, kapı kapı gezerlermiş onlar da. Ben bile hatırlıyorum rahmetli Hamdi Dayı'nın kış gecelerinde kılık kıyafet değiştirip bizi korkutmaya çalıştığını. Öyle şekerdi ki, korkmaz gülerdik...Tarihler aynı tarih, evrensel olan neyse, o her yerde, her kıtada aynı...Biz kendi hikayelerimizi neden anlattığımızı unutmadan önceydi bu günler.

Olayın özü şu: bir gün gelecek, karanlık olacak. Ama sen hazırlıklıysan, hasadını yaptıysan, kenara koyacaklarını koyduysan, önlemlerini aldıysan, doğayı anlayarak, sayarak yaşıyorsan, hayat sana güzel... Halloween koymaz adama...

Bu gece ülkemde kara bir gece. Bizim ossuruk göte arpa çöreğini bahane etmeye meraklı hükûmet, Cumhuriyet gazetesini basmış, vs, vs, hikaye hep aynı...Bitmedi hâlâ elimden bırakamadığım gerçeküstü kitap, dön dolaş aynı sayfayı okuyor gibiyim, bütün kitap o tek sayfalık saçmalıktan ibadet sanki, tek sayfaya hapsolmuşuz, ne ileri, ne geri, hikaye anlayana başından belli...

Tek dileğim, aile, okul, devlet üçgeninde paralize olmuş güzel ülkem de aydınlığa çıkacak, bir gün... Bu inancım hiç bitmeyecek. Derslerini alacak, açacak gözünü, kalbini, duyacak bütün sesleri... Tüm kalbimle inanıyorum...

Elbet geçecek kış...
Kutlu olsun Halloween tüm evrene...


20 Ekim 2016 Perşembe

KONUMUZ: CEHALET



Dikkatimi fazla çekti şu Sabahattin Ali’den ömür boyu nefret edecek olan olan spiker kadının hikayesi,  bu nedenle döndüm kendime baktım.

Ben sanat kibirinin neresindeyim dedim kendime.
Zira ben de kendisine epey güldüm. 

İlk benden başka kimsenin hatırlamadığı, sadece sulu fırçayla üstünden geçince renklenen saman kağıdından boyama kitaplarına ışınlandım. Hiç resim yaptım mı, hatırlamadım. Sanırım kendi kendime beş yaşımda okurken, pek aklıma gelmemiş öyle resim falan. ”Kendi kendime”. Bu kandırmacaya  hep güldüm sonradan. Annem tepemde, ben kendi kendime. Kendi kendine piyano çalmak isteyen, bale yapmak isteyen, şu okula, bu dersaneye, diğer üniversiteye kendi kendine gitmek isteyen, kendi kendine 12 yaşında avukat olmak isteyen kızlarda hep kendimi gördüm sonraları. Kendilerini o en acımasız terazi olan "kıyas"ın bir kefesine mahkum etmiş,  çocuklarının önüne hayatın kendilerinden esirgediklerini  yığan ana babalarda gördüm bu "kendi kendine"lerin yarattığı hüzünleri. Bir de gömme dolap kapaklarına tebeşirle karalamacalar geldi aklıma. Resimden bu kadardı ama müzik vardı hep evimizde, meşhur  türklü üçlü: sanat, halk, hafif.

İlkokul fabrikasında ise, "şansıma" çok iyi bir öğretmene özenle seçilip verildiğim için, gittiğim orta sınıf mahalle okulunda, iddialı bir sınıfın, iddialı öğrencisi olarak ne müzik, ne resim, ne beden dersim olmadı tabi ki. Halbuki benim neslim, henüz daha absürdleşmemiş, matah olmasa da, en azından “normal”= norm neyse, onlara uygun bir eğitim almaktaydı o zamanlar. Ben, bizim çocuklarımıza denk gelen manyaklığı yetmişlerde yaşadım. Sanat mı, o da ne? Bir kere dördüncü sınıfta öğretmenin yeğeni sınıfa gelmiş, bize “Orada Bir Köy Var Uzakta”yı öğretmişti, dün gibi aklımda o efsane gün. Bir tek piyeslerimiz falan olurdu, nefes aldıran, şarkılı, danslı, ama militer disiplin içersinde yapılan, ama asla hata kabul etmeyen, yanlış yaparsan cetveli kıçına yediğin, strese stres katan.

Kemalettin Tuğcu, Ömer Seyfettin’dir benim ilkokulan hatırladığım. Kütüphane koluydum bir de. Bir küçük dolap, içinde üç, beş kitap, anahtarı da bende. Kimsenin alıp okumadığı kitaplara bekçilik göreviydi bu, kolumda da kırmızı bant. Nazimtrak uygulamalarından biri ilköğretimimizin. "Okumayı sever, zaten kendi kendine de okumuştu" etiketimi pekiştiren bir kol türü. Tatillerde alınıp, özeti çıkarılan, sonrasında kimsenin işi düşmediği şeylerdi kitaplar. Verilen mesaj da şu: kitap alınır, okunur, özetlenir. Sonrasında bu kitap kulüpleri denen sosyalleşme ortamlarını oluşturan, okunanı Tek şekilde anlamaya yönlendiren olguya yol açan şey. Yazar ile okuyucunun arasına insan aklının girmesi. Bana uymadı bu tavır hiç. Zira benim için sanat da, edebiyat da hep sanatçı ile ulaştığı kalp arasında iki yönlü bir iletişim demek. Kalpten kalbe. Aklın devredışı kalabildiği bir "yer" orası.

Evet dağılmayalım, okumayı sevmeye başlamıştım, yalan değildi. Ben ve diğer okumayı sevenler o yıllarda yeşil kaplı Hayat Ansiklopedisi okurduk, başka yazarları oradan öğrenirdik. Ben ansiklopedinin en çok yazarları anlatan sayfalarını severdim, kimi sayfalarda hikayeler de olurdu. Bazen romanlardan alıntı da olurdu, ama öyküleri daha çok severdim, çünkü tamamı olurdu, başını, sonunu merak etmek zorunda kalmazdım. Sait Faik aşkım da o yıllardan kalmadır. Bize ne kitap alınırsa, ya da evde ne varsa onu okurduk biz. Sistem ne verirse, annemiz bize  ne alırsa. Ötesi varmış, bilmezdik bile. Allahtan Milliyet yayınları vardı o yıllarda, küçük kitaplar, gerçek hazineymiş meğer.

Sabahattin'in güzel şiiri Aldırma Gönül Aldırma da o yıllardan hatıra, yetmişli yılların anarşisinin en büyük sorumlularından biriydi o şarkı. Bırak dinlemeyi, benimki gibi ailelerin adını anmayı istemediği şeyler. Zaten Sabahattin Ali de belalı biriydi belli ki, neden hapse falan atsınlar yoksa? Nazım Hikmet, o zamanlar bugünkü Nazım Hikmet değildi rahmetli, kimi evlerde bir anarşistti. Ve vatana millete en büyük fenalık da, anarşist olmaktı.Yasaktı anarşist olmak. Bugünün fena, dünün güzel olduğunu sananlar bir daha düşünse keşke. Keşke dünü görmeyi, bilmeyi tercih etseydik biz akıllılar en azından da, ortamın hiç bir zaman harika olmadığını, sadece kapitalizmin ilk tılsımlarının büyüsüyle her şeyi ışıltılı gördüğümüzü farkedip, o uykuyu bu kadar sevmeseydik. Neyse. Olacakla öleceğe çare yok, anladık büyüyünce. 

Ortaokula başladığımda, TRT 3 ile dünyaya açıldığımı hatırlıyorum. Bir de mahalle dışında bir okuldaydım artık, bir sürü farklı sosyo ekomonik sınıftan çocukla birlikte. Annesi piyanist olan bile vardı. Piyanistler falan, kitaplardan çıkmış, hayata karışmıştı yani. Gülay Uğurata'nın kızı Yasemin arkadaşım olmuştu mesela. Nomaldi yani. Bazı akrabalarımın (evet, itiraf ediyorum, faşist akrabalarım olduğu gibi,  böyle "cahil" dediklerinizden de akrabalarım var, kimiyle hala görüştüğüm, kimiyle yollarımızın ayrıldığı)  "entel"(=bize özgü bir aşağılama sıfatı) diye dalga geçtiği kişiler de gayet normaldi yani, bizden bir farkları yoktu. Sadece başka şeyler dinliyor, çalıyor, okuyor falandılar. Başka başka müzikler, ezgiler, bambaşka notalar vardı o okulda, seslerim çoğalmaya başlamıştı.

Ben ilk resim dersini 11 yaşımda Cezayir’deki okulumda gördüm, bir resim atölyesi gördüm hayatımda, bir sürü malzeme gördüm, dinlemediğim müzikler eşliğinde resim dersleri yapılırmış gördüm, okuldan sonra istersen saatlerce kalabildiğim bir atölye ortamı, her yaptığımı önemseyen öğretmenler gördüm. "Ne yaparsan yap, sanat lazım sana, önemse" diyenler vardı etrafta. Ama yaptığım resimlerden sadece ödül aldıklarımı, yani başkalarının “bu iyidir” dediklerini getirmiş anneciğim geriye Türkiye’ye. Benim yaparken yaşadığım büyük aşkı bırakmışız diğer bıraktıklarımızla. Annem doğru bildiğini yapmış o zaman. Çağdaş olmanın yolunun margarin kullanmaktan geçtiğine inandırılmış bir kuşaktır onunkisi. Levi's kot ceket, Wrangler pantalonla başlayan süreçtir bu. Sonrakiler bu işin margarinle olmayacağını anlayıp, başka şeylere yöneldiler, bu çağdaşlığın günümüzde vardığı nokta jeepler ve güvenlikli sitelerdir.  Elâlemin onay verdiğini "değerler" , o yıllarda zerkedilmişti bir kere içime. Ve buraya not düşeceğim,: sanırım elâlem kadınların cehennemi en çok. 

Zira diğer tarafta, Cezayir'de yaşarken, daha ucuz diye Roma'dan gelip hem de  alışveriş yapılması gerek diye düşünen, "Ayol, her sene ne bu kadar para döküyorsun bu Paris'lere, Londra'lara" diye aile huzurumuzu bozmak isteyen, içimize nifak sokmaya ve her şeye karışmaya meraklı elâleme aldırmayıp, bizi her sene bambaşka ülkelerden aktarıp memlekete getiren babam rahmetlidir dünyamızın kapısını "başka" inceliklere aralayan. Müzeler, konserler, müzikaller. El becerisi büyüktü, resim, heykel yapardı, kıymet verirdi sanata. Biz küçüken hep uzaklardaydı, babam hayatıma biz Cezayir'e gidince girdi. Sabahattin Ali'yi pek tasvip etmezdi, zira kendince vatanseverdi. Hem vatan, hem de bazı insanlar babam için aynı anda sevilemezdi. Yılmaz Güney'i de sevmezdi, vatanın huzurunu kaçıranlardan biriydi o da. Bence gelişmiş bir ruh olan babam için yanlış olan şeyler, şu an benim doğrularım. Babam rahmetli, doğrularından, yanlışlarından ayıklasam, ben bugün ben olur muydum acaba?

Çoğumuz o çirkin, alt yarısı pırıl pırıl yağlı, üstü kireç çirkin kışlamtrak binalarda okuduk, hangi estetik duygumuz  gelişsin o süreçte. Az gelişmiş ülke ezikliği içersinde, bolca doktor, mühendis, avukat yetiştirmeye odaklı, çok bilinmeyenli, asla çözülemeyen, çözülmek istenmeyen denklemdir yıllardır eğitim sistemimiz. İmam Hatip’e isyan ediyoruz, ne fayda, eski hali matah mıydı sanki okulların, test sistemli, saçma hedefli, ezberci eğitim sistemimizin? Her şeyden önce marşlarla büyüdük biz okullarda, halk ezgileriyle değil, hangi kulak, hangi kalp gelişsin, sorarım sizlere, diyorum ama bir yandan da bu "sanatla eğitilen güzeldir, hoştur" klişesini sorguluyorum : Hitler gaz odalarında insanlara kıyarken, Beethoven çalarmış. Yani Sabahattin Ali okuyanların, kitabını bilenlerin hepsi mi örnek insan sanki? Örnek insan var mı ki zaten? Bir sadece kendimiz olmayı dilesek keşke. Günahımızla, sevabımızla. Cehaletlerimizle, salt kendimiz için donandıklarımızla.

Yani üstünde düşününce, mevzu insan ruhunun zenginliği nedeniyle içinden çıkılmaz hal alıyor. İyi nedir, kötü nedir, nerede başlar, nerede sonlanır sorgulanmaya başladığında vardığım yer şu: ne iyi, ne kötü, ne doğru, ne yanlış var ortada. Sadece "olan" var. Ceryan etmekte olan...

Memlekete dönecek olursak, kapitalizmin kırbaçlamasıyla "en iyi"nin, "en kaliteli"nin, "en özel"in esirgenmedi çocuklarımızın, esasen o televizyondaki kadının tarzının hızla çoğaldığı bir Türkiye'ye hazırlandığını, ve hatta o  dökülen servetlerle bugünün Türkiye'sinin hazırladıklarını görmek istemedik sanırım. Daha çok para istedi herkes, daha fazla almak için, hep "en iyi"sine sahip olmak için. En iyi var mı ki, diye sorgulanmadan. Benim "cahil" denilen akrabalarım gibileri çoğalırken, herkes çağdaşlaşmayı kapitalizmin tüketim şekillerinde aramakla meşgul olduğu  için, görmemeye direndiğimizi şimdi gözümüze sokuyor o  kilitlenilen ekranlar. Olmamız gerekeni, yapmamız gerekeni, bilmemiz gerekeni bize anlatan ekranlar.

Ben sadece kendime bakarken bile bir zamanlar gerçek sandıklarımın karmaşıklığı karşısında bocalıyorum. Hiç bir şey ne beyaz, ne siyah. Arada binlerce ton var.  O kadın ve diğerleri, onun içinden geçtikleri, bizim verdiğimiz tepkiyi hazırlayan süreç ve esasen şu an içinde olduğumuz süreç. Hepsi bizim vatanımızın gerçeği. "Bizim" saymadığımız gerçekler. "Ötekiler" dediklerimizin.

Aslında bütünün tam da gereken parçası.

Bütün olduğumuzu idrak edemezsek, paramparça olmak cabası.

NOT: Sabahattin Ali severim, yıllardır televizyon seyretmiyorum, ama senelerce dizi seyrettim, hala da  Kıvanç Tatlıtuğ hastasıyım. Kendimi çok kültürlü sanırdım, cehaletimle yeni yeni tanışıyorum.


15 Ekim 2016 Cumartesi

ZIPLAYAN SOMONLAR, VE UNUTTURULAN MASALLAR



vidyo benden...zıplayan somon vidyosu, blogda da dursun şöyle bir köşede
müzik: Evgeny Grinko, Vals


Buranın bir suyu, bir havası güzel...

Kerem’in geyiğidir bu, herkes köyü için der ya... Herkese kendi köyü güzel...

“Bir havası, bir de suyu var ki, sorma!”

Buranın suları bana üç senedir ilaç. Gölleri, nehirleri... Geçen sene bir arkadaşım götürmüştü göçen somonları görmeye, Mississauga taraflarına. Zıplayan somonların hikayesini orada öğrenmiştim. Bu balıklar, doğdukları yere yumurtlamaya geri dönüyorlar. Yol o denli uzun ve zorlu ki, sadece yumurtlamaya enerjileri kalıyor ve çoğaldıktan sonra sizlere ömür hepsi...Hayatları bir ileri, bir geri sizin anlayacağınız, bir seferlik gidiş-dönüşten ibaret bir yol...

Bu hikaye çoğumuza üzücü geliyor . Ölüm bize korkunç bir son diye yutturulmuş da ondan üzücü geliyor....Binlerce senelik masalları çoktan terkettiğimiz, dönüp yüzüne dahi bakmadığımız için korkunç geliyor çoğumuza...Tek tanrılı dinlerin egolara kurban edilmiş hallerinin uzantısının kapısını açtığı ,bitmez tükenmez yarışlar, savaşlar, mücadeleler ile beslenen, hayatı bir filozof gibi yaşamayı alçaltan  kapitalist sistemin öcülerinden biri ölüm.

Günahlarla korkutmuşlar insanları önce...Ölünce cehenneme gitmekle tehdit var o kitapların en sığ anlamlarına kananlar için. Oysa o kitaplardan çok öncelerinde anlatılmaya başlayan hikayelerde, mitlerde, ölüm bir son değil. Her ölen, başka şeye doğuyor destanlarda. Bu nordik mitolojide de böyle, kızılderilisinde de böyle, uzaklara doğuya gidince de böyle, afrikanın balta girmemiş ormanlarındaki hikayelerde de böyle. Hatta, ölüm metaforu, yeniden doğabilmek için gerekli bir şey. 

Şimdi bu kadar farklı coğrafyada yaşayan, ve iphonu, kablosuz interneti olmayan o toplumların nasıl oluyor da  hikayeleri benzeşiyor? İnanılmaz değil de ne? Herkesin hikayeleri aynı o zamanlar, tek kaynağı doğa olan toplumlar bunlar. Ayı aynı, güneşi aynı, havası, suyu aynı . Tepsi gibi, ya da değil, tek bir dünyayı paylaştığının idrakında, bizim bugünümüzün paralı, pullu, emniyetli, ilimli, bilimli “gelişmişliği” ile ilkel diye nitelendirdiğimiz topluluklar. Masalları aynı olan insanlar bunlar...

Anksiyeteden, panik ataktan, hastalıklardan, mikroplardan muzdarip gelişmiş toplumumuz neden Tayyip gibi, Trump gibilerini  başlarına layık görüyor,  şaşırmamıza şaşırıyorum ben de...Korka korka gelmişiz bu hallere. Hikayelerin değişmesine göz yummuşuz senelerce. Yaşlanmaktan, hastalanmaktan, ölmekten o kadar korkar olmuşuz ki, her sonun yeniliklere gebe olduğunu, her şeyin değişip, sürekli dönüştüğünü, bir kış, bir bahar olduğunu,  her şeyin sırası olduğunu, geçici olduğunu unutmuşuz.

Salt doğrunun, adilin, iyinin peşinde koşar olmuşuz.  O kutsal kitapların sığ anlamlarıyla girmiş hayatımıza kötülerle, iyiler arasındaki net ayrım. Cennete iyiler, cehenneme kötüler, hadi yallah! Oysa o binlerce yıllık masalları hala anlatıyor olsaymışız, kötüyle iyinin ne kadar içiçe olduğunu unutmaz, kahramanların sadece iyiyi, doğruyu, adili arayanlar değil de, bu düaliteleri bünyesinde dengeleyebilen, her koşulda sadece ve sadece  gerekeni, üzerine düşeni  yapanlar olduğunu öğretebilirmişiz çocuklarımıza. O ulaşılamayan "mükemmeller" mahvetmedi mi hepimizi? Ondan değil midir herkesin görünür yerlerde mükemmel olma telaşının sebebi? Herkesin duyarlıyım, herkesin vicdanlıyım, herkesin iyiyim ben , iyiyim, gencim, güzelim, gelişmişim, akıllıyım, hatta bu aralar bir de ermişim, diye bağrışması...Sonra unuttuğu kendini kuytularda araması...

Şimdinin  karşısında kendisi gibi olmayanı rahatça ve hunharca “kötü”, ya da "az gelişmiş", ya da "cahil" ilan edebilen, hurraa saldır moduna rahatça geçebilen toplumlarda dengede kalabilmeye çalışan bireyler yerine, hayatın anlamını nesillerden nesillere aktarabilen topluluklar olabilirdik belki de. Doğanın bize anlattığı hikayeleri aktarmayı tercih etseydik yavrularımıza keşke...Oysa, gelecek nesillere aktarılacak miraslarla, yatırım niyetine alınan o başa geldi gelecek Trump'lardan, Ağaoğlu'ndan takdir ederek aldığımız güvenlikli, bizi koruyacak akıllı evlerle barklarla, biriktirdiğimiz mallarla mülklerle, sadece alındığı anda mutlu eden, hemen yenisi çıktığında kenara attığımız oyuncaklarla oyalanıp durmuşuz. Ekranlar önünde, tek elden çıkma, sistemin "bu iyi", "şu kötü" diye belirlediği, şâşâlı ödüllerle süslenmiş hikayelere kilitlenmiş kalbimiz, nehirleri, balıkları, doğayı unutmuşuz... Hep mutlu olmayı, mutlu etmeyi hedeflerken, seminer, seminer koşup , bilgiyle doldurduğumuz aklımızın dümen suyunun esaretinde akacağız diye bir hal olmuşuz.

Zıplayan somonlara giderseniz, üzülmeyin sakın. Tek hikayeleri var tüm somonların...Ve hepsi hikayeye hakim bence...

14 Ekim 2016 Cuma

BAZEN






bazen neşen gider
kalkar aşure yaparsın
ya da helva
kahve de olur

iki çiçek sularsın

olmadı
kaçarsın

kendinin deliklerine

5 Ekim 2016 Çarşamba

YAKIŞSA DA, YAKIŞMASA DA...



Bana yakıştıramamışlar elimdeki sigarayı...Beni seven bir kaç kişi...

“Sana hiç yakıştıramadık”

Oldu. Peki.

Yakıştırdığınız şeyleri yaptım elli sene, de ne oldu?

Olanı diyeyim size: kendim neydim unuttum.

Bana yakışan şeyleri ben sandım. Sıfatlar karıştı birbirine.

Akıllı elif  almış tüm saçmalıklarımı elimden. Aptalları dizdi karşıma, kudurdum...Geri dönüp baktığımda ne aptal gördüklerim bana en büyük öğretmen olmuş, sustum oturdum.

Mükemmel elif almış hata yapma hakkımı benden.   En basit hatada kendimi yerden yere vurdum. Cesaretimi köreltmiş, neredeyse adım atamaz olmuşum.

Yardımsever elif almış beni elimden. Benden bir şey talep etmeyen başkaları için kendimce çırpınıp durmuşum. Derman oluyorum sanırken, nice kalpleri soğutmuşum. Kaçtıkça başkalarına, kendimden yorulmuşum.

Adil elif şaşırtmış terazimi, kabullenmeyi unutmuşum.  Hak vardır sanıp ararken bir de baktım ki, en büyük haksızlığım kendimeymiş, yargıçlarımı suçlayıp, mahkemelerimde boğulmuşum.

İyi kalpli elif almış tüm kötü de olabilmenin lüksünü  benden, gündüz içime sakladıklarımı, gece rüyalarda kusmuşum.

Sanatçı elif  almış tevâzumu benden. İnsan ayırmam derken, insan ruhunun etiketlenmiş haline itibar eder olmuşum. Bu dünyaya her kalbin güzellik sunduğunu neredeyse unutmuşum. En büyük kibirlerin, en zarif paketlerde saklandığını farkedince  durulmuşum.

Bana yakıştıramadıklarıyla sevdiklerimin karşısındayım.

Makyajsız, maskesiz, yargıladıklarımızla sınandığımızın ziyadesiyle farkında, kime ne yakışmış ne  yakışmamış diye düşünmeden iyisiyle, kötüsüyle, kendini ve tüm dünyayı olduğu gibi kabullenmeye niyetli ben...


Günahıyla sevabıyla insanoğluyuz bir müddet ne de olsa...

Yakışana da, yakışmayana da olay bundan ibaret...