30 Ağustos 2015 Pazar

3 340 KOYUNUN AHI NE KADAR TUTAR?




“3 340 metrelik tünel için 3 340 hayvan kurban edilecek.”

Okudum, okudum, bir daha okudum. 

Okurken ışınlandım… Nereye derseniz, kanlı yetmişlere…

Ben kurban kesilen bir ailede büyüdüm. Kesilirken çok gördüm.  Dayanamayıp bakamayanlardan da değilim. Övünülecek bir şey mi bilmem ama, zaten her şeye bakabilir, her şeyi tadabilirim. Ben de iğrenme dürtüsü doğuştan yok. Ta 11 yaşıma, yurtdışına gidene kadar da bizde ve bilumum akrabaların bahçesinde bu dualarla, eşhedülerle yapılan ritüele yakınen şahit oldum. Kimse bakma demedi, kimse bunlar çocuk, yanında olmaz demedi. Bilakis, bu ritüellere ne kadar erkenden bulaştırılırsan, o kadar benimsersin dediler muhtemelen, şimdi düşünüyorum da…

Adı üstünde, ritüeldi bu ve asla  bir katliam olarak görülmemişti hiç, tam tersi, üstüne üstlük kutsal bir vecizeydi. Ben şimdi olanlara uzaktan , mesafemi koyarak bakıyorum: evet, gerçekten de annem , babam, sülâlem için dualarla yapılan bir ritüeldi, zararsız, ve de yararsız… Sonra da leğen leğen, tepsi tepsi eve götürülen, parça pinçik edilerek konuya komşuya, genelde özenle kapıcılara falan dağıtılan (zira bizim bildiğimiz fakirler o zaman sadece kapıcılar, hamallardı. Henüz ne sokakta yatanlardan, ne de dünya nüfusunun bilmem kaçta birinin gözü doymadığı için açlıktan kırılan milyonlardan haberimin olmadığı yıllardı), artanı da kurban kesimini üstlenen, yani getiren, götüren, başında dikilen ve pişirenler tarafından sanki hayatlarında et görmemiş gibi hapır hupur mideye indirilen , yeni kesildiği için zaten tatsız tuzsuz olan, ama herkesin yağına bana bana, ayıla, bayıla gerçekleştirdiği  bir et yeme faaliyetiydi. 

Sonra daha şuursuz olan kısmı ise, komşulardan gelen başka kurban etlerinin buzluklara tıkıştırılması, sen bana, biz size, daha daha kara kediye misali, kimsenin sorgu sual etmediği bir faaliyet.  “Kaptık sevap puanları, götürdük etleri, hadi şimdi gezelim,” tarzı bir tür sosyalleşme.  Önce siz bize, sonra biz size:

-A! Demin Aysel Hanımlardaydık, şimdi hep birlikte Nursel Hanımlara, ha ha, daha daha nasılsınız, onlarda baklava yedik, şimdi sizde kadayıf yemesek, ama ısrar etmeyin, dayanamayız, sizi mi kıracağız, aman az koyun bari! Daha hep birlikte Veysel Hanımlara uğrayacağız! Ha ha ha!

Veysel Hanım şaşırtmaydı, ama o saçma gel git arasında Veysel Hanımlara da gidilse kimse yadırgazdı. Her şey en yükzek dozda absürdü çünkü…

Komşular üst kattan aşağıya mı, yoksa alt kattan yukarıya doğru mu ziyaret edilecek,  ya da birinci, ikinci ve üçüncü günlerde hangi rotayla akrabalar dolaşılacağı  dert etmekten ( malum GPS de yok, kafa patlatmak lâzım), kimsenin o gariban hayvanın titremesine, hemen ölememesine, can çekişmesine, çırpınmasına aldıracak hali yoktu.

Kurban kesme aktivitesi ilk gençlik yıllarımda, yani  dört, beş  yaş civarında kardeşimle birlikte kahramanca seyrettiğimiz bir şeyken, yaşımız  ilerledikçe babamla tartışmaya vesile bir yığın konudan biri  olmaya başlamıştı. Koyuncağızın artık “Hadi bizmillah, doğru cennete,”  diye kandırılıp, sadece mideye gittiğinden emin olduğum yıllar…

O zamanlardan aklımda kalan ise, gayet merhametli  biri olan babamı bu ritüelin kerâmetine inancından vazgeçiremediğimdir. O kurban kesilmesini, keserken hayvana eziyet edilmemesini, ama sadece bayramdan bayrama, o da eğer kişinin  eli bolsa kesilmesini onayladı. Öyle ota boka, hele hele gösteriş sebebiyle  kesilmesine hep kızdı. Parasızlıktan hep ağlayıp, her sene  danaya giren Ümit Teyze’ye hep kızdı.  Kendi kendine inandi, kesebildiğinde kesti, dağıttı, yedi.  Kesemediğinde dert etmedi, cennet takıntısı hiç olmadı, hatta öldüğümüzde gerçekten nereye gidileceğini bildiğini düşünmeye başladım bu aralar.

Hatta bir anımız var, bizim Cezayir’deyken Ankara’daki evimizde Arap kiracılarımız vardı. Bu Araplar (gayet ırkçı bir şekilde kendilerini  hep  “bizim Araplar,” diye andık, aslen nereliydiler hatırlamıyorum bile), bu bizim Araplar , sen tut bayramda balkonda mı, banyoda mı ne kurban kesmişler, apartman şikayetçi olmuştu. Biz de kendilerini kınamıştık, ve “Geri zekalılar” deyip arkalarından gülmüştük… O dönem  ateist  takılan Elif için cennete giriş  rüşveti  olarak algılanan bir ritüeldi bu, dolayısıyla bütün aktivite sanki  çok akla mantığa uygundu da, katliam mekânı olarak  balkon veya banyo seçilince saçmalaşıyordu… O Elif için geri zekalı ve çağdışı Araplar tamamen salaktı, ne yaptıklarını, ne de nerede yapacaklarını biliyorlardı… 

Yıllar geçti, babamı kaybettikten sonra annemi  kurban kesmek yerine bağış yapmaya ikna etmek daha kolay oldu. Devir değişti dedik, eskidendi o dedik, o da zaten kim uğraşacak, dedi…Akıllıca bir çözümdü bulunan…

Sonra biraz daha büyüdüm. Yaradan inancı bol bir ailede büyümekten olabilir, ya da başka sebepten bilemem, “inanç“ algım değişti.  Bana uysa da uymasa da, insanların inançları sebebiyle yaptıkları hareketlere bakış açım değişti. Benim Araplarla dalga geçmem gençliğimde kaldı. Gerçi her konuyla dalga geçmeden önce bir durup esaslıca düşünmek lâzım,  ama mevzu inançla ilgiliyse hepten hassas olmak gerek bence. Ve mâlesef tartışmaya en kapalı konu da bu konu, hele hele tek bir öğretinin peşinden "mutlak doğru" diye  giden dışarıya kapalı zihinler için. 

Bu bakış açıma rağmen kurbanı kabul edemememin sebebi şudur: can söz konusu olduğunda, o "can"  her şeyin üstündedir...Kutsal sanılan her şeyin üstünde bir mertebededir.

Ve üstelik öyle bir nokta var ki “3 340 metrelik tünel için 3 340 hayvan kurban edilecek,” konusunda, bizim Arapların balkonda kurban kesmesi gibi bir nokta, orada top yekün  ses çıkarılması gerek diye düşünüyorum.  Her ritüel maksadından sapmaya görsün, çok sapkın yerlere gidebilir.

Hele hele çocukluğumdan yadigâr saçmalık: ayranı yoktur içmeye, keser kurbanı, keser danayı. Hele hele şu dana konusu! Bir tür mal varlığı beyanıdır kesilenin adedi, ebadı. Dedikodusu yapılır günlerce… Yok filancanın kuzusu, falancanın danası… Cennet bahane, komşular için kesilir bizde hayvancıklar senelerdir… Göstermeye kesilir, hava atmaya kesilir çoğunlukla. Türk’ün elâlemle imtihanlarından birdir… 

Görünce haberi, şaşırmama şaşırdım.  

“Ne şaşarsın Elif , “ dedim… Ve geçmiş bayramları hatırlamam yetti…

“İnsanlığa faydası olacak  değerleri yaşatmaya çaba göstermek  yerine, kimsenin  sorgulamadan devam ettirdiği bir dolu saçmalığa "kutlama" kisvesiyle hâlâ sıkı sıkı tutunan insanların yaşadığı bir coğrafyadansın. 3 340 metrenin her bir metresine kurban kesmeyi kurgulayabilen bir zihniyete ne şaşarsın!”

Korku tüneli mübârek… Her bir koyunun âhı yeter o tüneli lânetlemeye be!
Kesilen her ağacın âhı gibi...
Bozulan her dengenin âhı gibi...
Bugüne kadar topraklarımızda gerçekleşmiş her zulmün âhı gibi...

Elbet çıkar bir yerden...



24 Ağustos 2015 Pazartesi

ONLAR - BİZLER DİYE DİYE...


 Sting'den Bach eşliğinde Alessandra Ferri,


Bu güzelliği seyrederken neler geldi aklıma.. 

Yaşım 14-15 civarı. Gelmişiz Cezayir'den. Öyle bir şeyleri beğenmediğim yaşlardayım, hele hele gelmişim ecnebi okullardan, memleket Ferdi'yle, Sezen'le yıkılıyor...Akrabaların bir kanadı var, aslında iki taraftan iki kanat bunlar. Bunlar benim dinlediklerimle, seyrettiklerimle, sevdiklerimle dalga geçip dururken, ben babamı dinleyip tüm tacizlere sessiz kalıyorum. Neden? Edepli olacağız çünkü. Bİze Allah'ın verdiği şans onlara verilmediği için onlar başka şekilde büyümekteler. Zevklerimiz tabi ki aynı olmayacak.

Biz tevâzu adı altında, yine başka bir kibir versiyonuyla onların her iğnelemesini sineye çekeceğiz. Çektik de.. Baleyle dalga geçtiler, "bale mi, o da ne gâvur icadı, biz atarız göbeğimiz" dediler, şakkıdı şakkıdı attılar..."Police mi? , öyle şarkıcı adı mı olur , ne o öyle, bizim Ümit Besen' imiz var", dediler, koydular rakıları böğüre böğüre ağladılar nikahına gidemediği sevgilisine...O beğenmedikleri batının ithal Marlboro'suyla hava atmayı bildiler ama.. Çoraplarının içinden şşşrraakkk! masaya çıkartıp paketi vurarak... Klasik müziğe, konsere hep dudaklarının bir ucu yerlerde baktılar... "Koy kızım şöyle bir uzun hava, da içimiz açılsın". Biz bize diretilenden başka bir dünyanın farkına varmaya başlamışken, onlar geleneklerin, göreneklerinin hümanist taraflarına değil, kendilerini hapsedecek yanlarına övgüler yağdırdılar. Kendileri gibi olmayanları hep iğneleyerek, aşağılayarak, tiksinerek...

İşte onların hepsi büyüdü şimdi, bebeler belikler okudu, hepsi paralandı, çağdaşlaştı. Ama sadece tüketme şekilleri çağdaşlaştı: Artık yer sofrasında yemek yemek övülmez oldu, İstanbul'un pahalı restoranlarına, güzel mahallelerine eriştiler. O İtalya'dan aldığım yazlık kırmızı çizmelerle dalga geçen tayfa, moda dergisinden çıkmış gibi yaşamaya başladı...Bize benzediler görüntüde...İçleri hala aynı iğnelerle dolu...Ve her yerdeler... Ve kendileri gibi olmayandan daha fazla nefret ederek her yere yayıldılar.

Onlar bizi kabul etmezken, biz onları kabul etmeye zorlandık. Bizi hep susturdu babam. Bakın içimde kalmış yüzlerine haykırmadıklarım. Bunu seyrederken hatırladım bir daha...
Onların yaptıklarını yapmayarak yol alırsak memleket için umut olacak...Şimdi çoğu arkadaşım aynı şeyi yapmakta: kendisi gibi olmayandan şiddetle nefret etmekte... Dünyanın tüm güzelliklerinin farkında olan bir tayfa üstelik bu. Doğayı, sanatı, incelikleri hissedebilen bir tayfa.. Ama içleri bizi bu hale getirenlere karşı korkunç bir öfkeyle dolu.
Budur üstesinden gelmemiz gereken. Onların nefretini anlarsak, bizi saran endişeyi anlayabileceğiz. Ben kendi adıma çok düşünüyorum bunu. İçimi her Tayyip nefreti sardığında düşünüyorum. Her çocuk bok yoluna gittiğinde düşünüyorum...Her öfke krizini kapıda hissettiğimde duruyorum ve düşünüyorum...

Bizim akrabalar üstünden düşününce daha kolay oluyor anlamam...

Seyredin bir daha bu güzelliği.. Ve sonra siz de bir düşünün... Her nefret anında düşünün, her umutsuzluk anında ise güzel bir şey seyredin.. Ya da dinleyin...

İşe yarıyor inanın...