14 Aralık 2014 Pazar

DUA


yumsam gözümü,
yok olur mu?
tıksam içime,
kaybolur mu?
saklansam yedi kat yerin dibine,
benimle gömülür mü?
bir gece ne kadar kalındır? 
örtse üstünü
fırlatsam çöllere,
döner beni bulur mu?
şaşırtma beni ey hayat,
kaybettirme yolumu...

9 Aralık 2014 Salı

HER ŞEY ÇOK UZAK



çok tüttün be bu akşam İstanbul
kim koydu o rakıları,midye dolmaları
Kokular gelmeyince anladım uzakları

dünya tek oda sanıyor insan
bi köşe burası, ha deyince orası
ellerim uzanamayınca anladım uzakları

bi nefes mesafesi demiştim ne olacak ki
hesaba katmamışım güneşi, ayı
sesleri duyamayınca anladım uzakları


8 Aralık 2014 Pazartesi

AŞIK VEYSEL ÜZERİNDEN İLHAMA BAKIŞ

Fotoğraf Ara Güler'den


“İLHAM:  Esin; Tanrı'nın, peygamberlerin yüreğine doldurduğu tanrısal âleme özgü duygu ve düşünceler”. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “ilham” sözüğünün karşısında yazan anlam bu.

Esin’in karşısında yazan ise aynen şöyle: “Etkilenme, çağrışım veya içe doğmayla akla gelen yaratıcı duygu, düşünce, ilham”

İlham’ın kökenine bakınca Arapça lhm kökünden geldiğini (Arapçada kelimeler üç adet sessiz harften oluşan mastarlardan türer, buradaki üç sessiz de l,h,ve m sessizleridir), yutma, yiyip bitirme anlamındaki fiilden türediğini görüyoruz.  Yani bir tür içe atma söz konusu, kastedilen kalbe atma. İngilizcede ve Fransızcada ise kökeni nefese uzanıyor, bu da ilginç, çünkü nefes de, üfleme de, hep mistik duygular taşıyor. 

“İlham” ve “Esin” aynı şey gibi görünmekle birlikte, ilhamın içeriğinde bir tanrısallık mevcut. TDK’nın anlamında var olan tanrısallık boyutu, sanırım çoğumuzun hissettiği, ama açıklamakta zorlandığı ilhamı esinden farklı kılan bu nüansı dile getiriyor.

“İnsan ruhunu ele geçiren tanrısal güç.” Bu tanım, zaten anlaşılmaz olan konuyu iyice “aman benden uzak dursun”a dahi getirebilir. Bazı insanlarda olup, bazılarında olmayan bu “şey” ne tür bir farklılıktır? Bunu kurcalamak yaradılışın en derin dehlizlerinde kaybettirebilir insanı.

“Hepimiz aslında kardeşiz”  dünyamızın geldiği bu “benim dinim seninkini döver” ortamında insan “Tanrı” kelimesini kullanırken kırk kere düşünmeye başlamışken, büyük eserler bırakmış kişilerin ortak noktasının bu “tanrısal güç”  olduğunda genel bir ortak görüş olması sanatın ve sanatçının ilahi durumu hakkında hemfikirlik olması enteresandır. Ben tanrının o herkesin üstünde tartışarak birbirine düştüğü kutsal kitaplar yoluyla değil de, “ilham” denen şey üzerinden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Neticede kitaplarda bahsedilen de tanrısal güç, ilhamda bahsi geçen de aynı güç. Biri dünyanın birbirini yemesine vesile oluyorken, diğeri hiçbir şey olmasa dahi, güzellikler sunuyor.

Ben bunu kendim için kurcalayadururken, sizlerle topraklarımızda yetişmiş büyük sanatçılardan birinin, Aşık Veysel’in “tanrısal gücü” ile, ilhamıyla  bu konu etrafında buluşturmayı uygun gördüm. “Büyük sanatçı”dan kastım, insanlara çok büyük bir yalınlıkla ulaşan, hümanizmi herkes tarafından hissedilebilen, parlaklığı çeperinden değil, kalbinden yansıyan sanatçılarımızı incelersek, bu tanrısallığı anlamaya az da olsa yaklaşabiliriz diye düşünüyorum. Hayatlarından küçük ipuçları bizi belki bir yerlere götürür. 

Aşık Veysel bahsettiğim dehaya en çarpıcı örnek. Çünkü hiçbir konuda eğitim almamış, en büyük şansı o eğitilmediği için saf kalan ruhu olmuş. Her şeyi aklıyla değil de kalbiyle yapmış. Öğretmeni hayat olmuş, sadık yari toprakla  yolunun sonuna kadar farklı bir bağ kurmuş. Çok şanssız bir başlangıç yapmış, ama her  eksikliği hayata büyük artılar katabilmesine vesile olmuş. Öbür tarafı bilemem ama bu dünyayı rehberi, öğretmeni, gurusu olmadan anlamış, ve anlatabilme şansına ermiş. Bir yerden bir destek almış olması gerek ki o da dizelerine yansımış: ilham denen şey, şüphe götürmez, kendisine uğramış. 

Büyük ozanın hayat hikayesini dileyen zaten Google hazretlerine danışabilir, herkesin birbirinden kopyaladığı Aşık Veysel hayatını okuyabilir. Ben yine de size genel  bir özet yapayım: Veysel Şatıroğlu 1894- 1973 yılları arasında yaşamış, memleketi Sivas. 7 yaşında bir gözünü çiçekten, diğerini ise sopa girdiği için kaybetmiş. Umutsuz ve mutsuz gençlik günlerinde babasının teşviğiyle sazla tanışmış, hayatının tüm dramlarında ona sarılmış. Bir çocuğunu on günlükken toprağa vermiş, ilk karısı Veysel’i kızıyla bırakıp başka biriyle kaçmış, sonra o kız çocuğunu da kaybetmiş, neyse ki ikinci karısından günyüzü görmüş.  Şair Ahmet Kutsi Tecer’in desteğiyle Köy Enstitülerinde saz hocalığı yapmış, ve sonrasında Mustafa Kemal’e yazdığı bir destanı kendisine bizzat okumak için yollara düşmüş, ama başaramamış. Yine de bu destanın tesadüfler sonucu fark edilip basılmasıyla birlikte beş parasız geldikleri Ankara’dan, tüm Türkiye’nin tanıyacağı bir şair olarak dönmüş. Sonrasında TBMM tarafından maaşa da bağlanmış.

Veysel gençliğinde askere gidemediğine çok yanmış. Herkes harbe gittiğinde, gençliğinde, bir o kalmış sazıyla. Hem arkadaşları cephede, hem sefalet, bu dönemi oldukça münzevi geçirmiş. Ağaç altlarında yatmış, kalkmış. Ne olduysa sanırım o esnada olmuş. İlham onu hep sazıyla, hep yalnız, hep dertleşme halinde bu ağaç altlarında keşfetmiş. Bu münzevi hayatın yansıması da eserlerinde insanın içine işleyen şey olmuş. Veysel de toprakla kurduğu bu ilişkinin hayatının sonuna kadar kadrini bilmiş.

İlk karısı kendisini terk ettiğinde ardından "Anılmazdı Veysel adı, o sana aşık olmasa" diyebilmiş. Bir rivayet de, karısının kendisini terk edeceğini hissettiği gece, karısının ayakkabısının içine para bırakmış. Karısının onun hakkında ne düşündüğünden ziyade, kendi aşkıyla alakadarmış Aşık Veysel, karşılık beklemeden sevmiş sahiden de. Tasavvufta bahsi geçen Aşk’ı kimseler ona öğretmeden biliyormuş. Hoşgörülü, olgun ve saygılı. Aşk’la, aşk acısıyla olma ve olgunlaşma, insanın kamil olma halinin en güzel örneği anlayana.

Yaratıcılığın yanı sıra mevcut tevazu hali de gerçek sanatçıları diğerlerinden ayırıyor. “Yaratmak” fiilinin içermesi gerektiği düşünülen kuvvetli ego, fark ediyoruz ki aslında çoğunluğa derinden dokunan sanatçı kişiliklerde tamamen kontrollü bir halde barınıyor, havalarda savrularak sağa sola zarar vermiyor. 

Aşıklar bayramına çağırılan aşıklara bir sertifikayla birlikte 10’ar lira verildiğinde, diğer aşıkların beğenmediği harcırahı Veysel’in almak istememesi, “Bizi buraya çağırıp dinlemeniz bizim için en büyük ödül budur” demesi üzerine şair Ahmet Kutsi Tecer’in dikkatini çekmiş ve bu tevazusu ona sonradan çok destek olacak bir dostluğun başlangıcı olmuş. Şiirlerini de ondan sonra yazmaya başlamış. Ahmet Kutsi Tecer Köy Enstitülerinde saz dersi vermeye başlamasına, Türkiye’yi bu sayede dolaşmasına sebep olmuş. Küçük dünyasının farkındaymış, ama ilhamını nereden aldığını ne zaman fark etti, ya da fark etti mi, bilmek isterdim.

“…Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kafidir
Görenler dar görür geniştir bana
Sohbetim ülfetim bana kafidir…”

Atatürk’e yazdığı destanı dinletmek için çıktığı sefer de, tüm Türkiye’nin kendisinden haberdar olmasına vesile olan bir gazete haberiyle sonuçlanmış. Atatürk’ü göremediğine hep yanmış. Ama kısmet başka şeyeymiş, Türkiye onu görmüş. 

Türkiye karıştığında, altmışlı yıllarda ise taraf olmamış, olmadan da Türkiye kalbine basmış onu, sağcısı, solcusu sevmiş: “Ben körüm, sağa sola saparsam bir çukura düşerim”, demiş, kalbine fısıldananı yazmış:

“…Kurana bak İncile bak 
Dört kitabın dördü de hak 
Hakir görüp ırk ayırmak 
Hakikatte yüz karası… 

…Veysel sapma sağa sola 
Sen Allah'tan birlik dile 
İkilikten gelir bela 
Dava insanlık davası “ 

Meşhur olup köyüne döndüğünde ise Sivrialan'da ilk meyve bahçesini herkesin dalga geçmesine rağmen ilk o yetiştirmiş, ve bu da kendisiyle dalga geçen köylüsüne iyi bir ders olmuş, utançla kör bir adamın daha fazla şey görmeye muktedir olduğunu kabul etmişler. Meyve ağaçlarının elleriyle gider gider okşarmış. Annesinin dediğine göre, bir tek kırmızıyı hatırlamış sonrasında hayatı boyunca. Kan rengi kırmızıyı. Bir de siyahı, ama siyahı parlak bir renk olarak tasvir ediyor. Ve yeşilleri de elleriyle hissedermiş, yeşile ayrı bir düşkünlüğü varmış. Aşık Veysel başkalarının göremediğini görebilmiş ve o belgelere geçen meyve bahçesinin, yörenin ilk meyve ağaçlarının sebebi olmuş. Gözleri görenlerin, gözünün önündeki nimetlerin farkında olmadığı bir çoğunlukla paylaştığımız bu dünyayı mı alırdınız, yoksa kalbindeki yeşile takılıp, yaşadığı yeri yeşertmeye çalışanlarla dolu olanı mı tercih ederdiniz? Hangisi “görmek”? Hangisi “bilmek”? Hangisi “anlamak”? Ve bu algı, nasıl bir bilincin meyvesi olabiliyor, akılla mantıkla açıklanabilecek şeyler değil bunlar, sözüm her şeyi mantıkla anlamaya, anlatmaya çalışanlara.

“…Havaya bakarsam hava alırım 
Toprağa bakarsam dua alırım 
Topraktan ayrılsam nerde kalırım 
Benim sâdık yârim kara topraktır… 

…Hakikat ararsan açık bir nokta 
Allah kula yakın kul da Allah'a 
Hakkın gizli hazinesi toprakta 
Benim sâdık yârim kara topraktır…”

Bu sıradışı yaratıcılarda kendilerinin bile belki farkında olmadan yaşadıkları bu tanrısallığı hissetmek için, sadece satırlar arasında gezinmek çok şey ifade edebiliyor insana, ve bu anlatım ne kadar yalın, o kadar etkileyici oluyor bünyede:

“Uzun ince bir yoldayım 
Gidiyorum gündüz gece 
Bilmiyorum ne haldeyim 
Gidiyorum gündüz gece 

Dünyaya geldiğim anda 
Yürüdüm aynı zamanda 
İki kapılı bir handa 
Gidiyorum gündüz gece…”

Hayat dediğimiz biri giriş, diğeri çıkış olan bir hatta yolculuk, en yalın anlatımıyla…
Dizeler arasına girince de, dipsiz kuyu misali, yolculuk derinleşiyor. 

Çıkış kapısına yaklaştığında ise vasiyeti şu olmuş:

“Gözlerim görseydi toprağı göremeyecektim, özelliklerini bilmeyecektim…Mezarıma taş koymayın, üstümü toprak örtsün, otlar bitsin, çiçekler büyüsün. Üstünde biten otu koyun kuzu yesin, üstümü kapatmayın taşla, sadık yarim toprağa koyun beni, üstümü taşla örtmeyin. Rica ediyorum.”

“Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum”

Nur içinde yatasın Aşık Veysel...



Aşık Veysel şiirleri
www.antaloji.com
www.asikveysel.com
Ümit Yaşar Oğuzcan
Can Dündar’ın Aşık Veysel belgeseli




HAY SİZİN DİNİNİZE! ÇOK LAZIMSA BENİMKİNİ VEREYİM...


"Bir yalanı yeteri kadar tekrar ederseniz,  din olur, politika olur" BANKSKY


Hay sizin dininize! 

Demek istiyorum…

Sonra bir ses geliyor içimden: “Şşşş! Yakışıyor mu Elif?”

Onların dini anamın, babamın, anneanneminkiyle aynı. Bende de sadece üç kuluvalla kalmıştı, o da acil durumda pencereyi  kırınız misaliydi… Onsuz olmuyordu, onunla ya da onsuz olunması da gerekmiyordu. Şimdi o üç kuluvallanın bir anlamının olduğunu, o anlamın da "müslüman" hissetsen de , hissetmesen de, tek ve evrensel bir anlamı olduğunu, ve onu anlamanın herkese nasip olmadığını az buçuk idrak ettiğimden beri bütün mevzu değişti bende...

“Dinden imandan soğuttular adamı” durumu ahanda tam da budur. 

Minnak kalplere inanç kisvesi altında doldur çöplüğü, ezberlet korkunun kanunlarını. Korkudan altlarına işesinler geceleri.

Hacı kızıyım. Babama katılmadığım binlerce şey vardı zamanında, şimdi haksızlık ettiğimi düşündüğüm hatta. 

Ben küçükken de çok geveze(YD)im. Yatarken dua ederdim, hep de ettim, hâlâ da ederim. Ama yatınca da susmazdım, Murat’la aynı odada yattığımız zamanlardı, onu da uyutmazdım. Bana derlerdi ki: “Bak dua ettikten sonra konuşma, günahtır.” Masum bir annece önlem, napsın, sabah okul mokul var, uyumam lazım.  Ben de dayanamazdım, konuşurdum, sonra tekrar dua ederdim, sonra tekrar konuşurdum, tekrar tekrar dua ederdim. Ne ızdırap! Dön dolaş dua et, yorulup  sızana kadar . Neden korktuğumu tam da bilmeden bir şeyden korkardım. Şimdi düşünüyorum korktuğum şey hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ölüm değildi, canavarlar, ateşler, cehennem falan değildi. Bilmediğim bir şeyden korkardım. En fenası. 

O minnacık kalplerin hepsinin hissedeceğini biliyorum.  Benim sadece birkaç günah korkum vardı. Allahtan. Bizim evin günahları basitti:

-kedi, köpeğe, hayvanlara eziyet : şırıngayla sineklere su sıkıp patlattığımızda öğrenmiştik bunu,

-yemek beğenmemek, artırmak, dökmek: bizim nesil tabakta kalan  pirinçleri saymayı iyi bilir, çocuk hesabı buna göre yapılırdı eskiden,

-bilerek kötülük yapmak, hep bilmeden yapardık zaten,

-dedikodu yapmak, iftira atmak= hassas çizgi vardır arada. Zaten hiç dedikodu yapmazdık, babamın dedikodu dediği şeyler hep gözlemdi bize göre. İftiraya gelince,  zaten atmayız sanırdık, gözlem kisvesi altında yorumun, yargının ağababası yapılırdı. Hâlâ da üzerinde en çok uğraştığım konumdur: yorumsuzluk, yargısızlık,

-çalmak=senin olmayan bir şeyi almak, zordu çünkü ne senin, ne senin değil karıştığı olurdu. Hak görür insan kolaycacık. Düşünmez. İlk işimden eve post-it getirdiğimde çıkan kıyameti size anlatsam, bunun gerçek bir günah olduğunu anlardınız. Gitmeme gerek kalmamış,  cehennem bizim eve gelmişti.  Görmemişiz napalım, sarı sarı, küçücük, çaldığımı düşünmeden almıştım. Bir kez  de 13 yaşımdaydım.Cezayir’de tuvalet kağıdı enderdi, bulunca stoklardık. Bir ara yine hiç yok piyasada, biz de yemek yemeye güzel bir otele gitmişiz. Tuvalete bir girdik, ne görelim: dizi dizi tuvalet kağıtları! Çok sevdiğim Seta Abla'mla birlikte bir sürüsünü çantaya indirip eve gelince  sürpriz yapmaya kalkmıştık. Babam dellenmiş, hepsini çöpe atmıştı. Annem de “Bari olan olmuş, çöpe atmasaydık, kullansaydık,” diye yalvarmıştı. Ama tabi ki muavvafak olamamıştı, tuvalet kağıtsız, ama aynı zamanda günahsız kalmıştık, 

-intihar etmek – bu uyması en kolay olanıydı, çünkü neden intihar edecektim ki? Sebep? Ayıptır demesi, intihara teşebbüsüm hiç olmadı.

Bu kadardı normal bir Müslüman ailenin günahları. İçki, domuz yemek  falan da pek net bir şekilde  girmezdi bunların arasına. Babam içmezdi, yemezdi o ayrı. Ama teferruata takılınmazdı. Biz de Murat’la misafirlerin içtiği rakıların şişe diplerini dikerdik kafaya. O şişeler firijiderin  yanına dizilirdi, ertesi gün, ertesi gün hep içine bir iki damla süzülür, tekrar tekrar dikerdin kafaya. Rakıya düşkünlüğüm çocukluktan kalmadır. Alkol, bizim, yani babamın kâle aldığımız günahlardan değildi demek ki. Görmezden gelinebilecek günahlardı. büyüdüğümüzde de içmemiz söylenirdi sadece. Gidereke daha az içiyorum zaten, babam görüyor, seviniyordur eminim.

Hacıydı babam dedim ya, dahası var mı? Bizim hacılı hocalısından  dinimiz bundan ibaretti. Bizim evdeki Allah pek cezacı değildi. İstersen verirdi, cömertti hep. Hâlâ da öyledir kerata… Bakın , korkmuyorum, kerata diyorum kendisine. Çünkü aldırmaz öyle şeylere. Güler bile. Ben hâlâ insanın ermişini hemencecik anlarım: esprili olurlar, hiç de hayal ettiğiniz gibi "ağır abi" takılmazlar. Bir de darda olunca yetişirdi. Biz hiç darda kalkmazdık bu nedenle. Biz  kendisine bok atsak da, babamdan torpilliydik  o zamanlar, hep iyiliğimizi isterdi. Sonra miras kaldı sanırım bu torpil. Kötü şeyler de olurdu evimizde. Olmaz mı? Her evin derdi tasası bar kendince. Ama dua ederdik akşamları, ferahlardık. Rica ederdik, isterdik, hayrımızaysa yapardı, değilse beklerdik zamanını. 

Dünyanın tüm güzellikleri onun sayesindeydi. Bu da anneannemden öğrendiğimdir. Çiçekler, böcekler, okyanuslar. Kendisi bir Jacques Cousteau hayranıydı. Bir tek onları seyrettiğini hatırlıyorum. Bir de beraber Heidi'yi seyrederdik. Heidi de benimle aynı dinden, bu arada...Bütün çocuklar aynı dinden aslında, ta ki ana-babaları, okulları onlara sen "en şu dindensin, briki ötekinden" diyene kadar.

Büyüdükçe kötülüklerin farkına daha çok vardıkça araya mesafe koydum. Kendisinden bir müddet soğudum. Öğreniyordum. Hayatı. Kafam karışıyordu öğrendiklerimden. Ama benimkisi cilveymiş… Asla sevgimiz bitmemiş.  Adını koyduktan sonra mevzunun, aradan dini  kaldırınca aramız düzeldi.

Bu nedenledir işte:  “Hay sizin dininize!” 

Ben “Hay sizin devletinize!” de karşı böyle hisler taşıyorum…

“Hay sizin bir kağıda tapan düzeninize!” de boş değilim…

Yerine benimkileri öneriyorum hep...

...de, kitlem küçük…

“Sorgusuz sualsiz yaşa” diyor sistem. Tek gereken koyun kafalar, ki çark tıkır tıkır işlesin. 
Din önemli bir bölümü. Tap bir şeye, fark etmez ne olduğu: güneş, çiçek, böcek, kutlu insan, peygamber. Taptığın şeyden korkmak ise esas. 

Korkma diyeceğim, ama ademoğlu korkmadan yapamıyor . Allahtan kork, günahtan kork, cehennemden kork, mikroptan falan da kork ara sıra, hasta olmaktan, kaybetmekten kork, ölümden kork… kork ki çark işlesin. Tıkır tıkır işlesin… İtici gücü korku o makinanın.

İşsiz kalmaktan kork, evsiz kalmaktan kork, şeriattan kork, “çocuklar ya okumazsa”dan kork. Düzeninin bozulmasından kork. Alıştığını kaybetmekten kork, değişimden kork. Korkunun hayal gücü geniş. Kork ki işe yara. Korkmazsan , yönetilemezsin.

Ben nasıl güveniyorum hayata, herkes de güvenebilirmiş gibi geliyor.  

Devlete  değil, hayata güven.

Aileye, eşe, dosta falan değil,  hayata güven. Kendine güven. 

İçinde rahat ettiğin düzene değil, hayatın kendisine güven.

Dinine, dinsizliğine değil... Sadece güven...

Biz korkmayı kesersek bunların oyunu bozulacak. Belki neticeleri uzun vadede göreceğiz, ama buna kalpten inanıyorum.

Ve ağzık dolu dolu diyorum ki: 

Hay sizin dininize! Çok lazımsa, benimkini vereyim...Korkmayın, alın tepe tepe güvenin...

3 Aralık 2014 Çarşamba

BEN KİME ÇEKMİŞİM, BİLİN BAKALIM?

yaşasın engelliler günümüz...



ÇOK SEVDİĞİM AMCAMA...

Eskiden, o sadece şeker ve kurban bayramlarımız olduğu günlerde, geri kalan günlerin gayet sıradan anlamları varken, saatli  maarif takviminde cemreler düşer,  fırtınalar olur , sıcaklar artarken, biz daha başka özel gün bilmezken, kimselere engelli demez, kör, çolak, topal, sağır falan derken, ben daha çocukken benim hayatımı derinden etkileyen bir akrabam vardı. 

Hala da var çok şükür.

Benim bir kör amcam var.

Birkaç senedir sosyal medyada yoğun ve hoş bir şekilde kutladığımız bu günde, her seferinde anarım kendisini. Hep güzel anarım. 

Bu kez yazayım da herkes bilsin istedim. En çok da kendisi bilsin istedim. Bendeki yerini bilsin.

Amcama kör dedim, evet neredeyse doğuştan kör. Engelli lafını sevmez, sözcük ilk popüler olduğunda çok dalga geçmişti. “Kör” sözcüğünden hiç rahatsız olmadı. Biz de olmadık. Sadece aileye yeni bebekler geldiğinde önce az şaşırdılar, onlar da kısa sürede de alıştılar.

Ben de sevmiyorum bu “engelli” kelimesini. Sevmediğim kelimelerin listesine de başlayayım hemen. Çünkü amcam sadece görmüyor. Toplumumuz sosyal medya hassasiyetini gerçek hayata da uyarlayabilseydi, onların farklılıkları engel olmaktan çıkacaktı. Ben eminim o körlere yürürken kılavuz olsun diye tasarlanan taşları ibiş gibi ağaçların ortasından geçirten sorumluların karıları, çocukları falan da kutlamıştır bugün engelliler gününü hararetle, belki de en duygusalından bir görselle. Kendileri bile kutlamış olabilirler vallahi, ya da onların bu ibişlikte parmağı olduğunu bilen ama ses çıkarmayan arkadaşları, eşleri dostları. Bizde herkes her şeyi görür, karanlık işlerde parmağı olanlar bilinir, ama  hep kol kırılır yen içinde kalır. Sıçtığımın yeni.. .Pardon, ağzımı bozdum, ama bu “yen” konusu da roman olur. Örtbas etmenin kibarcası. Örtbas edilme fiili varsa, ortada kabahât da vardır. Engel  kabahât çağrıştırıyor, ondan sevmiyorum amcama engelli denmesini  (kabahât suçtan daha çok sevdiğim bir  kelimedir). 

Ailenizde “engelli” varsa, hele kör varsa şanslısınızdır. Farklılıklara takılmamayı erkenden öğrenirsiniz. Sonradan öğrenmek gibi üstte eğreti durmaz o zaman. Biz şanslıydık. 

Bir kere çok küçük yaşta başka bir dil öğrenmiştik. Amcam Braille alfabesini yazmayı okumayı öğretmişti bize. Kimsenin anlamadığı bir dil gibi bir şeydi. Metal plakalarla, ucu iğneli kalemle yazardık. İmtihan ederdi bizi. Yani beni, çünkü kardeşim daha küçüktü emin değilim onun öğrenip öğrenmediğinden, çünkü Murat eğitim hayatının başlarında öğrenmeye çok direnmişti . Sonrasında da, akıllıymış,  benden önce eğitim karşıtı oldu.

Bana hep “Bunun zekası amcasına çekmiş, “ derlerdi. Yani amcam çok ama çok akıllıydı. Sonra onun da ailemizin ve genelde tüm ailelerin yaşlanmaya başlayanları gibi pek tasvip etmediğim hareketleri oldu ama o kadar olur. Şaka şaka, amcamı kızdırmak için yazdım bunu. 

Amcam nerdeyse doğuştan kör. Yedi yaşına kadar ışığı varmış, sonra tümden kararmış gözleri. Ama o içini hep aydınlık tutabilmiş ender insanlardandır. Hep neşeliydi, hep komikti. Hele körlüğü üzerine yaptığı espriler herkesi kahkahadan kıvrandırırdı.

Hukuk üzerine Amerika’dan burs alıp, gidip master yapmıştı. 

Benim için amcam, keşfe aşık öncü birlik gibiydi hep. Benim için tüm  ilklerde hep onun izi vardır. 

Sonradan poposunu delip çiş yapan bebek yapmaya kalkıştığım çok sevdiğim ilk uzun saçlı , yumuşak etli bebeğim: Amerika’ya  giderken Belçika  aktarmasından yollamıştı.

Plastik poşet bile bilemzken,  bakkallar kesekağıdı kullanırken, teknoloji harikasıi ilk kırmızı plastik yağmurluğum: Amerika’dandı. 

Herkes örgü mayo giyerken ilk sapsarı mayom, nasıl güzel bir renkti, hala gözümün önünde, kör kör seçtiği renk güneş rengiydi: Amerika’dandı.

Siyah beyaz küçük ebatta fotoğrafa sadece meraklısı aşinayken, ilk renkli fotoğraf: Amerika'da okulunda kızlarla çimenlere yatmış fotoğrafları vardı.  

Yeşil minik lambalı, açtığında ısınmadan çalmayan radyodan başka şey bilmezken, ilk kahverengi önü ızgaralı Grundig radyo teyp. İlk kaset.

İlk satranç öğretmenim. Amcam ve arkadaşları kafadan oynarlardı. Tahtasız. Bana ve kardeşime O öğretti satrancı. Taşların altlarında çivileri vardı, kareler de alçaklı yüksekliydi. Kardeşim sonra aldı yürüdü, yarışmalara falan katıldı Murat. Hâlâ da bakıyorum facebookta satranç dedikoduları paylaşıyor. Öğrenmekte zorlanmadığı ilk şey oldu sanırım satranç, ve bu sayede rüştünü ispatladı. Çünkü eğer satranç girmeseydi hayatına, adı çıkmıştı dokuza…

Amcamdır ailede tek müzik enstrümanı çalan. Cümbüşü vardı. Makamlardan anlardı. Müzisyen başka arkadaşları vardı. Müzisyen kör deyince bizim çocuklar ya Stevie Wonder’ı ya da belediyenin sokaklarda şarkı söyleyip, para toplamalarına müsaade ettiği ağlak kör şarkıcıları biliyorlar. Arası yok. Çünkü devletin deyimleriyle “engelli” ye duyarlılık böyle bir şey bizde. Duygu sömürüsü üstünden. 

Bir de telefon, adres, her şeyi ezbere bilirdi. Kimse kağıt kalem kullanmaz, not almaz, herkes her şeyi ona sorardı, eskiden Hz. Google yokken. 

Hatırlıyorum Ankara’da işine yürüyerek giderdi. Gidebilirdi. O “engelli” leri senede bir gün bile anmayan eski günlerde bu mümkündü. Sokakta bastonuyla yürüyebilirdi. Bugünse kendi başına çıkması imkansız. 

Şanslıysanız , ailede böyle biri varsa, çok küçük yaşlarda başlıyorsunuz insan ayırmamaya. Gerçekten ayırmamaya. Ayırmıyormuş gibi yapmak kolay, gerçekten ayırmamak zor olan. Farklı olanı kabullenmek ve normal karşılamak size en normal olan şeymiş gibi geliyor. Başka rengi, ırkı, başka huyu, suyu, güzelliği, çirkinliği, eksiklikleri, fazlalıklar ayırmamak çok zor. “Sevgi içimizde”.  Evet. Ama facebook dışında, gerçekten  içimizde olması gerekirken, engellilere bir günü ayrırarak  bu ayırımcılığa çanak tutuyoruz. ” Engellilere dikkat çekmek” ne demek allahaşkına? 

Engeli mengeli yoktu amcamın. Kabahâti  de yoktu. Sadece farklıydı. 

Gözünde ışığı yoktu, ama renkleri öyle kuvvetliydi ki, ben ilk renkli insan onu gördüm.

Bir şeyi eksikti belki, ama başkalarına göre çoğu  şeyi de  fazlaydı. 

Tüm engelli dedikleriniz de böyle. İstisnasız böyle . Kimi şeyleri eksik, kimileri fazla. 

Sizin gözünüze eksik görünüyorsa birileri, o zaman en sevdiğim cümle geliyor, hazır olun: siz ne kadar tamamsınız önce ona bakacaksınız. 

İşine gelmeyen kimseleri iplemediği gibi, sakatını da iplemeyen güzel memleketimin bu konudaki basiretsizliğinin üstesinden gelmeye çalışan bir dolu kuruluşu var,  Allah’tan var. 

Normal hayattan ayırıp evlere hapsettiği bir dolu bireyine karşı saymakla bitmez bin bir kabahâti var ülkemin. Yönetenlerinin. Bizim. Hepimizin. Biz engelsiz görünenlerin. 

Kimde esas engel= kabahât sizce dersiniz? İşte böyle düşününce esas, Engelliler Günümüz kutlu olsun. 

Şimdi bana kızacak, "Kerata aramıyorsun," diye. Amca, yarın takı partim var, öbür gün arayacağım...  



30 Kasım 2014 Pazar

HUZUR SOSYAL MEDYADA


"Kendimizle barışana dek, dış dünyayla asla barış sağlayamayız"
DALAI LAMA


Tüm dünyanın yegane dileği barış ve huzur şu sosyal medyaya bakınca… Her yere serpilmiş güzel söylemler, sevgiler, güzel dilekler. Bayılıyorum, kinaye değil gerçekten seviyorum karşıma orada güzel şeylerin çıkmasını.  

Başından beri sevdim ben sosyal medyayı, bilen bilir. (Bu bilen bilir lafı da sevdiklerimden, bir liste yapmaya başladım “Elif’in sevdiği  sözler” ) Hiç sahte olduğunu düşünmedim. Ben hep gerçek hayat gibi olduğunu düşündüm. Siz sanır mısınız ki herkes gerçekten “ kendisi” gerçek hayatta, ki gerçek olsun sanal hayatta da? Kendisi olmaktan korkmayan, ve bunu göstermekte bir tuhaflık görmeyenler her yerde olduğu gibi orada da şeffaf. Ya da nasıl görünmek istiyorsa öyle görünmek için çaba gösterenlerin çırpınışları da aynı gerçek hayatta olduğu gibi orada.  Veya ne olduğunun kendi de farkında olmayanlar da öyle okunuyor uzaktan, okuyabilene. Bunu hayatta okuyabiliyorsanız, sosyal medyada da okuyorsunuz.

Yani her şey normal… Her yerde ve her zaman olduğu gibi. Geçenlerde bir arkadaşım “Artık çıkacağım buralardan”, yazmış. Çık. Ne olacak ki, hayatta da her şey aynı. Öyle kolay değil çıkıp gitmek , öteki kapının yanına korkudan yaklaşamıyor millet. Ölüm kapısından bahsediyorum. Facebooktan log off olmak gibi değil hayatın kapısını çıkıp çıkmak, bir gidip kendine kahve koyamazsın “Oh be rahatladım, “ diye. Gerçi pek de bilmiyoruz belki açık büfeyle karşılanıyoruzdur, kim bilir. Kahveler yemenden olur olsa olsa, Starbuks’çılar ayvayı yedi yani. 

Yani oyunbozanlık yok arkadaşlar! Ne yapıyor insanlar genelde gerçek hayatta hoşlanmadıkları insanların ardından? İlk seçenek görüşmemek gibi görünüyor. Zaten bu yolda birlikte yol almak istediklerinin dışındakilerle ne görüşür insan değil mi? İş nedeniyle, sorunlu aile bağları sebebiyle görüşür muhtemelen. Yani mecburen bir arada olmamız gereken kişiler, bizi rahatsız da etse mecburuzdur görüşmeye. Sonrasında genelde daralınır, sıkılınır, ferahlamak için dedikoduları yapılabilinir, hatta etrafa üç beş tane de her dediğinize he diyecek , sizi kızgınken daha da cilalayacak üç beş “hakikatli dost” topladınız mı, tadından yenmez…Sanırsınız…

Hiç öyle olmaz… O sıkıntı, sinir, daralmalar, bunalmalar anlattıkça çoğalır, insanın içini çirkin bir şeyle kaplar. O sinir, o kin, o hırs insanı sarar sarmalar. Aynı facebookta birisine sinirlendiğinizde olduğu  gibi. Dedikodu da var , duvarlarda rastlıyorum. Çok şirin. Hızlar alınamıyor, girişiliniyor. Nerede kaldı arada hızla akan Mevlana sözleri, güzel dilekler, tüm dünyaya dilenen huzur, anlayış, hoşgörü? Hoşuna gitmeyince en dandik şeyden bile insanlar sanal alemlerde dahi birbirine giriyorsa, nerede dünya barışı özlemleri? 

Bu facebook ne kadar barış yanlısı olduğunuzu anlamak için bir Richter ölçeği bence. Herkesi kendi evinde gözlemleyeceğimize göre, ortalarda inceleyeceğiz demek ki. Evde gözlemek iyi bir şey, çünkü en doğal halimiz evimizdeki halimiz, en ayıpsız alan o çünkü. Ama RTÜK cihazı değiliz evlere giremeyiz şimdi. Sadece oyun alanımızdayız,  sosyal medyadayız. Bu facebook vs dünya barışı için nasıl kullanilabilir onu diyeceğim sizlere. 

Uygulamayı kendi üzerimden anlatıyorum: Benim için gerçek oyun alanı sosyal medya, zira bir şeye gıcık oluyorsam, hemen bir silkiniyorum. Neden sinirim bozuldu şimdi, diye. Çünkü kimse içinde olmayan bir duyguyu fark etmiyor dışarıda. Bizde ne varsa, direk karşımızda ilk onu görüyoruz. Ve zaten o an kendime yoğunlaştığımda, ilk hissetiğim “şey” neyse hemen hafifliyor. Bir dalgakıran etkisi oluyor bünyemde.  Sonrasında, bazen hemen, bazen sonra eninde sonunda buluyorum bende neden o etkiyi uyandırdığını. Etrafımda buna itiraz eden epey bir arkadaş kütlem olsa da, ben kendime olan faydasını gördüğümden beri bu oyuna şevkle devam ediyorum. 

Çünkü ben gerçekten huzur istiyorum, hem kendimde, hem yakın çevremde, hem de tüm dünyada… 

Her koşulda hep kendine bakınca, kimseler daha salak, kimseler daha sorunlu, kimseler daha cahil görünmüyor o zaman insanın gözüne. Sadece herkes farklı görünüyor. Herkes farklı. Herkes farklı düşünüyor. Herkesin farklı alışkanlıkları var, adetleri var, acıları var, yaşanmışlıkları, özlemleri var, hayalleri var.  Gerçekten sorunlu insan yok hayatta. Sadece aynalardan yansıyanlar var. Herkesin öğretildiği şeyler var, çok ciddiye aldıkları, bilgileri var, sorgulamadıkları. 

Sorgulamak en önemli konu, herkes için. Kalpte sevgiyle, objektifçe sorgulamak her şeyi, tüm hayatı önemli. Neler öğretilebiliyor insanlara, da gidip canlı canlı kendilerini patlatıyorlar, bir düşünün. Bir de bize bugüne kadar öğretilenler ne kadar doğru diye düşünün. Sistemin düzgün işleyebilmesi için gerekli bilgilerle donatıldık biz de, bizim gibi olanlar gibi. Ne farkı var kendini patlatmaya yeltenenle, kendini açlığa mahkum edebilen genç kızların? İkisi de yok etmeye tereddüt etmiyor kendisini.  Biri öbür tarafta saygı görmek için yapıyor yaptığını, diğeri bu dünyada itibarı olsun diye. Biri patlarken tanımadıklarını  götürüyor yanında, diğerininki daha beter, sevdiklerini  kahrediyor.

Yani demek ki, öğretilen şeyler farklı herkese. Farklılıklar bundan kaynaklanıyor. Ama hisler aynı, duygular aynı, içgüdüsel tepkiler aynı. Herkes insan. Herkes etten ve ruhtan, öğretilen ıvır zıvırı çıkarınca. Akılları eğitenlere ve ruhları eğitenlere itibar etmeden bakınca , herkes eşit, herkes sevilesi.

Binlerce dünya bir aradayız şu evrende. Eğer uyum istiyorsak, en küçük birimden başlamak gerekiyormuş sahiden de.

Kendimizden.

Sonra ailemizden.

Sonra mahallemizden, şehrimizden, ülkemizden.

O çok dilenen huzur ve barışa önce herkes kendi içinde bir alan açacak.

Ve bunun için çok muhteşem bir ayna sosyal medya. 

İnsan sadece kendisi gibi olanlarla elbet mutlu olur. Ama o zaman da işte kendisi gibi olanların bir aralara toplanmaları daha mübah oluyor. Araplar bir tarafa, Yahudiler bir tarafa, dinsizler bir tarafa… Ya da sonradan görmeler bir tarafa, entelektüeller bir tarafa, okumamışları da şuraya alalım… Öyle olmuyor işte. Herkesin herkesi kabullenmesi gerekiyor. Bu dünyada hepimizin varlığının bir nedeni olduğunu kabullenmesi gerekiyor. “Yok artık, ona da mı katlanacağım” demek yerine, “Bana ne anlatıyor bu hayat bu can sıkıntısının üzerinden?” derse kişi, bir arpa boyu yol alabiliyor. Yoksa hep sinir, hep sıkıntı, hep can sıkıntısı. İnsanın kendine hayrı olmaya takadi mi kalıyor sonra? Tüm enerjisi hapır hupur yendikten sonra?

“Kabul” en büyük hayat dersi. Ve bana sorarsanız “yargı” ile birlikte anlaması ve geçmesi en zor derslerden biri. Tek kolaylaştıran şey bu dersi, barış ve huzur isteği. Her şeyle barış. Kendinle barış, dünyayla barış. Kendini kabul, dünyayı kabul. Savaşlar hükûmetler, dinler yüzünden çıkmıyor. Savaşlar kendisiyle kavgası dinemeyen insanoğlunun kendine layık gördüğü, içinde yaşamayı tercih ettiği , kurulmasına izin verdiği insan uydurması , son derece yapay, doğamıza aykırı düzenler yüzünden çıkıyor. 

Bugüne kadar beni en çok üzenler meğer bana en büyük iyiliği yapanlarmış, öyle üzüldüm ki hayatımdaki kimi şeylere, artık daha fazla üzülmek istemememle başladı her şey. Sadece çok istedim üzülmemeyi, kızmamayı, çünkü hasta olmak istemiyordum. Hep aklımdaydı anneannemin lafı: “Kızım üzülme, orandan burandan çıkar sonra.”

Üzüntü, sinir fark etmiyor, insanın dengesini  bozan her türlü his kontrol edilebiliyormuş. Benden demesi. Kendini mutlak kabul ise işte öyle aynalarda kendini bula bula, göre göre, şaşıra şaşıra oluyormuş.

İyisi kötüsü yokmuş ne insanın, ne başka şeyin, sadece olması gereken varmış…Her durumu olduğu gibi kabul edebilmek varmış. Başkalarında bulduğun her dikenin kendindeki aksini temizleyip, bazen birlikte, bazen ayrı, yoluna devam ettiğin sürece insana huzur varmış. 

Yani, kıssadan hisse derim ki sosyal medya, doğru kullanılırsa çok şeye kadir aslında, çünkü bu kadar bol çeşit ayna yok başka yerde. Kıymetini iyi bilelim…

27 Kasım 2014 Perşembe

EBEDİ CEREYAN





gideceksen

dünyayı çarpmayacaksın ardından

o gürültü, o ses,

döneceksin demektir  her an

gideceksen, 

sessizce sıvışacaksın,

yankılanmayacak arkandan

ki

habire dönüp esmesin  sırtından

18 Kasım 2014 Salı

GEL EY ELLİ


Gel ey elli…

Kim tırsar senden?

Sen kork ellisini seven kadından!

Ne elalemi kalmıştır, ne umuru ellisinde bir kadının. Çoktan bırakmıştır meraklı gözleri ardında.

Kendisini daha çok görebildikçe, başkalarına görünme yükü azalmıştır.Bu sayede görünmez olmuştur kazayakları. 

Hayattaki yegâne adaletin yılların tekelinde olduğunu anlamıştır. Hamarata da eşittir elli, genel müdüre de, beceriksizine de… Akıllısına da, bilgilisine de, ve hatta güzeline de, çirkinine de.

“Aaa! Nasıl olur!” diyenleri azalmış, “Amaaan, siktir et,” diyenleri çoğalmıştır. 

Yargıçlarının hepsi emekli olmuştur, bazıları müşavirlikte dirense de.

Hesaplar kapanmış, muhasebeciler de yazlıklara yollanmıştır.

Saçma düzenlerin saçma kuralları, kanunları karşısında Jean d’Arc’tır artık.

Kulakları daha iyi duyar, çünkü sesleri azalır ellisinde kadının. 

Gözleri daha iyi görür, nereye bakacağını bilir çünkü.

Varsın erisin kemikler, her şeye karşı daha diktir omuzları, çünkü dayanılamayacak acı yoktur, çoktan öğrenmiştir.

Bundandır çoğu kadın ellisinden sonra renklere bürünür, çoluğu çocuğu şaşırır.

Saturn vız gelir, mars tırıs gider. Bırak dünyayı, esas yıldızlarla barışmıştır- ki bu en önemlisidir, bilen bilir…

Dünyayı kurtarmasa da olur artık… Küçücük dokunuşların ufacık alanları aydınlatmaya yettiğini anlamıştır.

Bir güzel temizlemiştir kalbini, artık kendi başının tacıdır.

Tasdiksiz, kanıtsız, kendine yeter... Hayatın içinden almıştır alacağını.


Bir elli daha şansı var mıdır, artık merak etmez. Gerekmez ne öncesi, ne sonrası.

Bundan sonra ona tek gerekeni bilir: bu kadarın yettiğinin ziyadesiyle idrakı…

Bir de aynası...


Asla aynasız çıkmayan oyun arkadaşlarıma...

6 Kasım 2014 Perşembe

TAYYİP'İN DE EVİNDE BİR ODA EKSİK


“Kime sorsan evinde bir oda eksik” 

Özdemir Asaf’ın ilk sevdiğim şiiridir bu dize.  Çok sevmiştim. Küçüktüm. “Ne çok şeye uyuyor ,” demiştim…

Babamın bir şey istediğimizde: “Kanaatkâr olun!” demesine sinir olduğum yıllardan bahsediyorum. Dilinden “Her şeyimiz var çok şükür,”ü düşürmezdi. Cezayir’de şirketin en üst düzey yöneticisiydi, Fransa’ya gidilir araba alınırdı o zamanlar. Biz heyecanla herkesteki gibi bir araba beklerken, gidip kendisine Renault 4 almıştı. Bir klasik! Yaşı yetenler hatırlar, bir  Louis de Funes filmlerinde,  bir de bizde vardı. Koltukları şezlong kumaşındandı, arkada kımıldamadan oturmamız gerekirdi, yoksa habire şoförü dürterdi dizimiz, yerdik zılgıtı. Biz kendimizi ezik hissedip vızıldığındandığımızda ise (genelleme özellikle yapılmıştır, kalp kırmamak içindir, anlayan anlar) “Dört teker değil mi? Bu yeter,” derdi.

Ona her şey yeterdi. Ve bu yeter  denen şey genetik sanırım. Fazlası genel olarak hep batmıştır bir yerlerimize. Herkese o “yettiği kadar” yetse keşke… 

Bu nedenle bu dize çok işlemiştir içime. Bizim her şeyimiz tamamdı, ama kime sorsan evinde bir oda eksikti.

Büyüdüm. Bu eksik, hep eksik olarak kaldı. 

Ademoğlu eksiği nerede arayacağını bilemez.

İki çocuk, bir ana-babalı ailelere 4 katlı ev gerekir mesela. Yetirmeye çalışılır. Bir yere götürülmeyen eşyalarla doldurulur. Alınır, alınır, alınır. Atılmaz. Verilmez. Saklanır. Büyük ev, atılmayan eşya emniyet demektir. Arada eş dost meclislerinde şikayet edilir, “Şekerim işi de bitmiyor,”lar uçuşur. Bitmez. Ne işi biter, ne eksiği.

Küçük araba almaz kimse, büyük olsun tercihtir. “Şekerim küçük araba şehirde olmaz, emniyetsizdir, Allah muhafaza!” lar uçuşur.  Küçük sevilmez, çünkü herkeste büyüğü vardır. Büyük jipler, İstanbul gibi bir şehire kesinlikle en gereken şeydir. Herkes güvenli güvenli dolaşsın diye. Çevre katili jiplerle inanılmaz güvenli hissedilir. 

Herkes kendini koyduğu sosyal kefeye uygun büyüklükte “şey” lerle doldurur hayatını. Onlar için yırtınır durur. Eline geçen ilk fırsatta da, kendisini gerekliliğine inandırarak ,edinir o ıvır zıvırları. Ev ve arabada duruyorum, öyle uzun bir listedir ki o gereken şeyler. Asla yetmeyen ayakkabılar, çantalar, elbiseler...En kalitelilerinden, zira kalitesizler dayanmaz. Gerçekten dayanmalı mı, sorgulanmaz. Aslında dayanıklılıkları nedeniyle değil, içinde bulunulan kefeye ait gereklilikler olduğu için alındıkları inkar edilir, sorgulanmaz.

Büyük ev, büyük araba, büyük ekran uyuşturucu, büyük bahçe, daha büyük, daha büyük… İçine içine tıkar gibi, tıktıkça insanın içi büyür gibi. 

Ama tam tersi olur, içine giden yol tıkanır halbuki.

Şimdi amcam kendini  koyduğu kefeye uygun büyüklükte ev yaptırmış. Kendini koyduğu kefeye uygun bir taşıt alacakmış.

Şaşırdık hepimiz. Dünya şaşırdı.

Ama ben de Özdemir Asaf gibi düşünüyorum: Tayyib’e sor, onun da evinde bir oda eksik. Tamamlamaya çalışır garibim. 

Ona kimse “Oğlum, yettiği kadar,”da dememiş belli. Yeterlilik ölçüsünü kendi belirlemiş.
Ama yetiremiyor işte. 

O eksik odanın nerede olduğunu anlayana dek, kimseye yetmez. 

Sarayın da olsa yetmez.

Anlayın işte...

25 Ekim 2014 Cumartesi

REALİTEMİZ = DÜALİTEMİZ


Kafamda deli sorular, sağa sola çarpıp duruyorlar. Diyorlar düşünme… Nasıl düşünmez insan? 

Hayat dualitelerle dolu diyorlar… İyi-kötü, güzel- çirkin… bana bunlardan bahsediyorlar…

Ben diyorum , sizin dediğiniz gibi değil o düalite…

Bir Ortadoğulu için , bu dedikleriniz değil düalite diyorum..

Birim realitemiz de başka, düalitemiz de…

Bizim düalitemiz bizim çocuklar- çağdaş çocuklar, veya bizim kızlar- çağdaş kızlar, veya bizim komşular- çağdaş komşular, veya bizim adamlar- çağdaş adamlar… bizim hayatlar- çağdaş hayatlar, bizim ölümler- çağdaş ölümler. 

Daha binlercesini sayarım bu düalitelerden…

Bizim askerler- çağdaş askerler mesela.

Üç genç ölmüş bugün.

Ben çocuktum… Onlar ölüyordu…

Ben ergendim…Ölüyorlardı…

Ellimdeyim… Hala ölmekteler…

Bizden uzakta ölüyorlardı. Onları görünmez yapan tek şey buydu… Ancak şöyle kırkı, ellisi bir arada ölecekti ki, kafamızı doğuya az çevirelim bakalım… 

Burada bir asker öldü.  Sadece bir tane… Tövbe ama dalga geçesi geliyor insanın!  "Bir taneden olay mı olur?" diye. Alışmışız onlarcasının sessiz sessiz gömülmesine.

Ne diyeyim daha? 

Tek düaliteye indireyim dilerseniz olayı: 

Bizim insanımız- çağdaş insan: iki apayrı uçta...

Çağdaşız çağdaşız, kendimiz kandırdık durduk. Yemişim çağdaşlığını  Türkiye’min… Ben size diyorum yaşım ELLİ! Delikanlılar hep ölüyordu… Kızlar hep çocuk gelin oluyordu, gençler  saçma sapan şekillerde kayboluyordu, kadınlar hep sokaklarda kurşunlanıyordu… Biz ise hep konu komşuyla alakalıydık…Annemin döneminde yılanderileriyle, incileriyle, bizim dönemde Burberry'leriyle, Hunter'larıyla, Prada'larıyla…Aldıklarıyla, yedikleriyle, içtikleriyle…

Onlar hep ölüyorlardı!!! 

Biz ise sadece ve sadece ekonominin ne alemde olduğuyla alakadardık… Toplum insandan ibaret, paradan puldan değil, anlatmaya çalıştığında ise ekonomi tahsilin yoksa kimse kale dahi almazdı…Bir toplumda en itibar gören meslek bankacılık olur mu ya? Benim ilk çalışma yıllarım buna denk geldi, annem  bile beni hep banka müdürü görmeyi hayal etti…” Ya anne mimardan banka müdürü nasıl olsun?” dedikçe, yılmadı beni her bankaya mimar olarak sokmaya çalıştı işe yaramayan torpilleriyle… 

Bankacı arkadaşlarım alınmasın, her meslek saygıdeğer, ama kabul etsinler ki, o gelişmekte olduğunu sandığımız ekonomimizin en parlak sanılan Özal döneminin en rağbet gören, en kıymetli mesleğiydi bankacılık… Muhtar Kent de en emrenilen lider… "Dünyanın ağzına sıçan “şey” in en baba simgesinin başında olmak nasıl imrenilecek bir şey olabilir?", diyenlere "Bu da bir boktan anlamıyor!" gözüyle bakılırdı...

Nasıl olabilir de hep en zenginler "başarılı" sıfatına layık görülürdü? Yanıt basit: Sadece ve sadece daha çok “para” istenirse görülür. Daha çok para ne için? Daha çok satın alacağız, mesela avokadoyu beş ayrı şekilde kesen bıçağımız olacak, çağdaşlık gereği…

Oysa diyorum size: Delikanlılar hep ölüyordu… Kızlar hep çocuk gelin oluyordu, gençler saçma sapan şekillerde kayboluyordu, kadınlar hep sokaklarda kurşunlanıyordu…

Biz çağdaşlığı yeni kaybetmedik, hiç bulamadık ki kaybedelim… Sadece onlarca yıldır boyun tutulmasından, kafayı sağa sola  çevirmeyi unuttuğumuzdan görmemekte ısrar ettiğimiz  her şey anca bu kadar gözümüze sokulması gerektiği için fark ettik…

Kendi kuşağıma sözüm… Üç beş dil konuşmayı çağdaşlık sananlara… Bir ayağı Avrupa’da olmayı çağdaşlık sananlara… O zorla girilen üniversite sıralarının kıymetini bilmeyip,  o sıralarda olmaya çok ihtiyacı olan bir kızın hakkını yiyen ve bundan şu an kendini sorumlu hissetmeyen  hemcinslerime… Güzel restoranlarımız olmasını çağdaşlık sananlara,  ya da rezidanslarda oturmayı, evlerinde kimselerde olmayan alet edevat çöplüğüyle gurur duyanlara.

Herkes borçlu o ölen delikanlılara, 12’sinde gerdeğe giren kızlara, gözaltında kaybolan çocuklara, sokakta kurşunlanan kadınlara.

Düalitenin "çağdaş" tarafına geçmek adına. 

Bir insanın bir dünya kadar değerli olduğu yerde başlıyor çağdaşlık, kendin kadar değerli olduğunda. Bir "can"ın kıymetinin, tüm toplumun kıymetini yansıttığını anladığında, sorumluluğunu hissettiğinde başlıyor. 

Herkesin elinde  bir şey gelir, yeter ki olanlardan az da olsa kendini sorumlu hissetsin, en azından bu saatten sonra.



8 Ekim 2014 Çarşamba

KEÇİNİN ŞAŞKINLIĞIYLA, SAVAŞIN ACISIYLA YAZILMIŞ TUHAF BİR YAZI



“Balkondan keçi düştü, altında kalan çocuk öldü”

Çocukken kim, nerede, nasıl oynardık, bir öncekinin ne yazdığını kimse bilmezdi,  absürd cümleler kurulurdu. Absürdün ne olduğunu bilmezdik, ama gülmeyi bilirdik.  İşte sanki bu oyundan bir cümleydi bu.  Keçi, balkon ve çocuk kelimeleri  gayet normal bir şeymiş gibi, yan yana dizilmişler, ekrandan bana bakıyorlardı iki gün önce aval aval… Gözlerimi kaçırmak istedim, hani görmemem gereken bir şeyi görmüşüm de birden ne yapacağımı bilememişim gibi. Bünyem otomatik tepki veremedi, parazit yaptı. Hazin bir parazit.

Eskiden olsa “Ha ha ha! Habere bak!” diyeceğim türdendi. Severiz bu haberleri milletçe. Aziz Nesin olmamak ayıp güzel ülkemde. Ama bu kez gülemedim,  “Ne şaşırıyorum ki,” dedim…

Daha absürdü sergilenmekte aylardır topraklarımızda dedim…

Kaç gündür içim yana yana izliyorum olanı biteni. Kızmıyorum artık, o kalmadı hiç. Ama iç sızısı daha derine daha derine gitmekte. Sanki bir bıçak böyle yavaş yavaş kanırta kanırta girmekte kalbime . Eminim çoğumuz aynı histeyiz. Kızanlar da zaten üzüntüden sapıtmış halde, herkesin tepki şekli farklı.

Ben de size içimi az dökeceğim, uzaktan hele hepten zormuş. Buradan üzülmekle, oradan üzülmek aynı değil inanın. Daha sakin oluyor uzaktan üzülmek, daha bir hazin oluyor…Yani bana öyle oluyor diyeyim, genellemeden uzak. 

Neyse, düşünecek çok vaktim var burada. Ben de düşündüm, “Ulan, dedim, şu toplaşıp balkonda oynaşan güruha bir bak Elif!” Ve baktım hepsine. İşte bu keçi, çocuk ve balkon misali, bence sapır saçma bir sürü şey  yan yana dizilmişler karşıma aval aval, neler gördüysem aynen yazdım, buyurun size balkondakiler:

-IŞİD: Müslümanlıkla alakası olmayan, bunu dünya alem bilse de kimselerin bir türlü toplaşıp “Hadi len! İşinize! Uzayın, gidin ötede bayılın, çok oldunuz!” diyemediği bir Işid. Kara saçlı, kara gözlü, kara kalpli. Kaç çocuklu, yok yoksul ailelerden muhtemelen, ana babalarının gözlerinden kaçmış, bir köşede oynaşırken birilerinin dikkatini çekmiş, “Bunlardan iyi öldüren silah olur!” denip, koyun gibi toplanmış, aynı kazana konup beyinleri yıkanmış,”Hadi  önce giden kazanıyor, bir an evvel ölün de cennetten yer kapın” diye kandırılmış bir dolu delikanlı. Bilgisayar oyunu hastası gibiler gözümde, ama Tamogachi besleyenlerden… Bence gelmiş geçmiş en sapık oyun oydu, en kanlısından bile daha acımasızdı. Sanal hayvanlar pıtı pıtır pıtır ölüyorlar, yenisi alınıyordu, hatırlarsınız. Bu “üç kuruşa hayat”  oyununun anormal olduğunu çok az kişi idrak etti zamanında ki best seller olabildi o oyun. İşte normalleşen vahşetin ortadoğudaki tezahürü oğlan çocukları benim gözümde Işid. Zavallı oğlan çocukları, kızlar o kadar kolay kandırılamıyor…O nedenle dertler hep kızlarla. Neyse bu ayrı konu.

-SURİYE: Arızaların bol olduğu bir apartmandaki komşular  misali, biz ve Suriye…  İş düştüğünde methiyelerin havada raksettiği, ama genelde apartmana hakim olan fırtınalı havadan nasibini alanın “Yok senin böreğin, benim veledim, yok onun kocası, bunun gürültüsü…” bahane edip kapısını açanın yüzüne tükürmeye hazır beklediği, kimin kimden yana olduğu asla bilinmediği , o benim dahi seyretmediğim dizilerdeki türden ilişkiler…(Bir zamanlar dizilerden kendimi alamazdım, bilen bilir, reklam aralarında bile yerimden kımıldamadan seyrederdim) Ama içsesim hep bunları dinleme, bunları seyretme demiş bana, ki bin şükür öyle komşu olmadım hiç. Birbirini hep kıskanan, pastada, börekte, temizlikte hep en iyisi olmayı hedefleyen , en korktuğu şey altta kalmak olan, müteahhitin zengin hanımına hep yaranmaya çalışan komşular…

-KÜRTLER: Benim çocukluğumun üçlüleri meşhurdu. Bunların eğlencelileri Üçhüreller, Cici Kızlar, Modern Folk Üçlüsü , Mazhar-Fuat-Özkan iken bir de korkulan bir üçlü vardı:  PKK- Öcalan- Kürtler üçlüsü. Diğer üçlüler genelde Türkiye’deki yerlerini hep korurlarken , bu sonuncusunun algısı zaman içinde çok değişmiştir, Einstein nur içinde yatsın, zaman boyutu bunu epey etkilemiştir. Çocukluğuma ışınlanıyorum:  bizim bildiğimiz Öcalan, asla Öcalan diye anılmazdı bir kere, onun bizdeki adı Bölücübaşı Öcalan’dı. Bu ona  benim memleketimin vermiş olduğu sıfattı. Televizyon spikerler hep öyle derdi. Başa her gelen bizde eskiden fazla şey bırakmamaya özen gösterirdi, tüm kadrolar hep yenilenirdi, buna alışığız biz, ama hiçbir dönemde esen rüzgar bu kadar kasırgamsı olmamıştı. Şimdi Bölücübaşı gitti malum Sayın Öcalan oldu. PKK hep kakaydı. Hep terör örgütüydü, ve her Kürt işimize gelmediğinde potansiyel  PKK olarak görülebilirdi, bu ayıp bir şey değildi. Konu hassas, bu nedenle memlekette  o zamanlar hakim olması istenen algıdan bahsettiğimin altını çiziyorum. Öğretilen tarihin aslında  iktidardakilerin tarihi olduğunu bilmediğim zamanlardan…  Ve sanırım Kürtlerin birbirlerine anlattığı hikayeler de başkaymış. Bu hep karşılıklıymış. Bunu büyüdükten sonra o yöreye yaptığım  bir dolu seyahatten, bir dolu kürt dostum olduktan sonra anladım. Oralarda neler olup bittiğini anladıktan sonra anladım.  Gün oldu devran döndü, dünya küçüldü, çoğumuz anladık ki aynı dünyayı , havayı, suyu paylaştığımız herkes gibi onlar da etten, kemikten, kalpten insanlarmış. Onlar da yavrularını bizim sevdiğimiz gibi sever, onlar da bizler gibi aşık olur, onlar da bizim gibi doğar ve ölürmüş. Çoğumuz anladı sanırdım, ama bazılarımız ayıp olmasın diye anlamış gibi yaparmış…

-AMERİKA: Ortadoğulu’yu Ortadoğulu’dan daha iyi tanımasıyla ünlü bir tür mikser.  Sadece zayıf halkalardan beslenen, aklı en çok fitne fücüre çalışan, şekerli bir içeceği dünyaya şifa diye kakalamayı becerdikten sonra, “allasam pullasam anamı bile satarım” mantığının işe yaradığını fark edip, önüne geleni satmayı hayat amacı yapmış bir tür satıcıdır, bizim dilimizdeki karşılığı ise çok okkalıdır, ama neme lazım, blogda yaş sınırı yok, telafuz etmeyeyim. Bu da Einstein’ın teorisine tabidir gözümde, zaman içinde çok değişen bir algısı olmuştur bende. Uzun süredir, insanlarını tenzih ederek söylüyorum bunu,  devlet sıfatıyla   tamamen   dış kapının mandalıdır gözümde. Ama öyle bir mandal ki, maymuncuğa dönüşebiliyor ve nereyi isterse, te oralardan üşenmiyor, zort diye dalabiliyor içeri. Zorba yani bildiğiniz… Anthony Queen kadar da yakışıklı değil bence…

-TÜRKİYE HÜKÜMETİ:  Türkiye demedim, zira bunlar başka bir klan . Bunlar biz değiliz hepimiz biliyoruz, ama bunlar o kendilerinden saydıklarından da değiller aslında. Bunlar uzaydan diyeceğim, uzaylılara ayıp olacak… Devlet desen devlet değil, ne desen , o değil…Ben aslında devletlere  ehemmiyet vermem, inanmam, insan uydurması derim, bana her “Ama düzen, nizam, intizam,” diyene de, hadi oradan derim, sınır sevmem, sınır seveni de sevmem. Ben insan seveni severim, insanı önemseyeni, herkese selam verebileni severim, talep etmeden verebileni severim, böcek dahi öldürmeyeni, yemek yerken şükredeni, inanan, inanmayan herkesi kucaklayabileni, ortalık karıştırmayanı, kendini bilmese bile başkasını yermeyeni, ayırmayanı,  tüm bunları yapamasa bile, ben misal, yapma gayreti içinde olanı, bir gün yapabilme hayaliyle yaşayanı  severim… Sınır sevmem, sınırlarının her anlamda can yakıcılığını sevmem. Bu sebepten bu başımızdaki tayfa hakkında tek söyleyeceğim şey: bunları gusülhanede iyice paklamak gerekiyor, herkesi kırklıyorlarsa, bunları yüzkırklamak falan gerekiyor…öyle bir pislenmişler ki, öbür tarafa almazlarsa ne yapacağız bilemiyorum…Zaten biz bilemeyiz, onu da Allah bilir deyip geçeyim.

Haklarında  yazmak ya da konuşmak  hiç içimden gelmiyor, sebebi dönüp dönüp kendimizde arasam da bu  da tamamen beni ilgilendiriyor. Sebebi dışarıda aramanın sadece kısır döngünün ivmesini arttırdığını düşünüyorum... Ve inanın çok düşünüyorum, içimden gelen sesler beni öyle gerçek olmayan maceralara atmasın diye biraz daha durulmayı bekliyorum… Önce herkes kendisiyle barışacak, bundan her geçen gün daha emin oluyorum. Çağdaşlığın rol modeli Muhtar Kent, Steve Jobs gibiler değil de, Gandhi olduğu gün dünya bir adım atmaya başlamış olacak. Yol uzun, ve meşakkatli... Peygamber de gelmeyeceğine göre bu saatten sonra, dönüp kendine bakanlar birleşecek, başka yolu yok...Tamam konuyu  daha da açmıyorum, bu başka yazı konusu olabilir ya da olmaz bilemem, ne zaman bunu desem hep eşten dosttan fırça yiyorum, ama yaşadığımız her şeyden mesul hissetmenin gelişimin ilk kuralı olduğunu düşünüyorum, başka bir dönüşüm şekli bilmiyorum henüz. Zaten ikinci kuralı da henüz  bilmiyorum... 

Neyse…

İşte bunların hepsi bir balkonda haybeye  itişip kakışırken , balkon tepe taklak oluyor…hoop cumburlop, kasap, keçi, günahtı, sevaptı, Işid’di, Suriye’ydi, Kürt’tü, yok cennete kim gidecekti, hurileri, toprakları, petrolleri kim kapacaktı derken olan aşağıdakine oluyor. Yukarıda saydığım ve aynı cümle içinde neden bir arada bulundukları ilk bakışta pek de net anlaşılamayan “şey”lerin altında kalan, kafasına keçi düşen çocuk da benim zavallı güzel ülkem oluyor…

GÖRSEL: Beyaz Ev Ağva'dan, Rengin'in  boyadığı, benim bayıldığım huzur taşları