9 Kasım 2016 Çarşamba

DÜNYA YANMAYA DEVAM EDERKEN


Ben küçükken, etrafta olup biten bütün kötü şeylerin ya tarih kitaplarında, ya da filmlerde olduğunu zannederken, dahil olduğum bütün her şeyin harika  kahramanlık ve zafer öyküleriyle dolu olduğuna inandırıldığım zamanlarda, hep kızardım: kimse kılını kıpırdatmadı mı zamanının bütün kötülükleri karşısında diye.

Bütün dünya neden Hitler’in kapısına dayanmadı, “Bak oğlum, bu yaptığın iş değil, ayıptır! Olacak şey değildir!” demedi diye. Ya da Fransızlar Cezayirlileri kesip biçerken, neden başka “medeni” Avrupa ülkesi hiç kulağını çekmedi diye merak ederdim. Hadi farzedelim, Amerika kızılderilileri deşerken, uzaklardı, haberi olmadı kimsenin.  Ama bu yakın tarihte olan biten fenalıklara neden kimse engel olmadı, herkes evinde güzel güzel yaşadı durdu diye hayıflanırdım. Hindistan’da insanları İngilizlerle romantik romantik yaşarlar sanırdım. Herkes mutluydu seyrettiğim filmlerde. Medeniyet götürmüşlerdi bütün sömürgeciler gittikleri “ilkel” yerlere. Hem biz de sonunu tasvip etmesek de, harika bir imparatorluktan yadigârdık. Avrupa, Asya, Afrika, dünya kadar yeri fethetmiş, kimseye kötülük yapmamıştık. Kitaplar böyle derdi. 

Kimseleri kesmemiş, katletmemiştik biz -çok istisnai durumlar haricinde. Bizim de biraz katliamımız, kan dökmelerimiz olduğunu idraka başladığımda ise, şuna inanmam istendiğini farketmiştim: "E canım, onlar da kaşınmıştı"... Eğer birilerinin canını yaktıysak sebebi vardı. Toplumca suçlamalara verdiğimiz en baba tepki de bundandır zaten: birilerini katlettiğimize inanmak ağırımıza gitmiştir. Biz hep iyiydik, diğerleri ise kötü. Çocuğunun ağzını burnunu kırıp, sonra pişman olan ana baba gibi hissetmeyi tercih ettik hep: bir fenalık yaptıysak, ya “eh, haketmiştir,” ya da “elimizden kaçmıştır”. Bunu hissetmek için vatanını sevmek yeterdi. Sonradan çok sorguladım o "vatan sevgisi" virüsünü.

Sonrasında, büyüyüp “insan, kadın, engelli, hayvan hakları”, “adalet”, “doğruluk”, “dürüstlük”, “susma, susarsan sıra sana gelecek” olduğum yıllarda ise, elimden geldiğince, karınca kararınca, bağırmış, çağırmış, protestomu etmiş, tavrımı göstermiş, sokaklara dökülmüş, sistem karşıtı gazetelerde, dergilerde boy boy görünen endamımı anam babamdan gizlemiş, hep bir “doğruluk” peşinde koştuğumu sanmışım. Bu yakın zamanda daha kolaylaşmıştı, zira sokağa dökülmeden, adliye, gazete vs önlerine gitmeden, olduğum yerde “tık, tık” tepkimi göstermekten imtina etmemiş, cömertçe, özveriyle sürdürmüştüm dünyayı daha güzel bir yer yapma arzumu dile getirmeyi. Ekran başından. Biraz sivil toplum örgütü destekçiliği, bolca tweet...

Şu an durduğum yerden bakayım dedim bu tarihi sabahta. 8 Kasım 2016. Olmaz dediğimiz şeylerin olabileceğini görmüş ben, dünyanın "daha da neler! Asla olmaz," dediği şeylere uyandığı başka bir sabahta bir durayım da dillendireyim hislerimi dedim.

O ben ki, bütün kendimce karınca kararınca çabalarımın kendimi iyi hissetmekten başka bir boka yaramadığına idrak etmiş, elli yaşımda, muhtemelen bir elli daha görmeyecek ben... Dünyadaki kötülüğü kabullenemeyen ben, taşlanmış kot, hayvan üstünde deney yapılan ürün almayan, çöplerini ayırmayanlara bozulan, musluğu hep az açan, kutup ayıları ölmesin diye elektiriği idareli kullanan, bir şeyi eskimeden yenisini almayan, hatta son iki senedir sayılı eşya alan, bir eşyası eskimeden yenisine asla bakmayan, çevreci sabun kullanmaya çalışan, (ama şöyleee salınacağım bir yere gideceğimde buklelerim güzel olsun diye ara ara bundan kaytaran)...Her change.org kampanyasını  imzalayan, felek vurmuş dilencilere para vermediğinde kendine mazeret yaratmakta usta ben...O hep daha “iyi” , daha “adil”, daha “doğru” olma çabasındaki ben...

Şimdi anlıyorum o çocukken kınadıklarımı...Sadece kendime geçermiş hükmüm.

Kahramanlar, kurbanlar yalanmış. Neden kendi yaşadığımız çağı “medeni” varsayıp, bazı şeylerin imkansız olduğuna inanmışız ki?

İnsan denen şeyi hayvanlardan ayıran en büyük özellik kitle halinde hareket edebilmesi, hepimiz biliyoruz bunu. Sistem kriterlerine göre medeni varsaydığımız  insanın da kendini insani değerlerden çok uzaklaştırmış, kendi uydurup, kendinin fazlasıyla inandığı hikayeleri var. Ekonomi, dolar, borsa, vatan, millet, Sakarya tarzı hikayeler bunlar. Medeni insan bu hikayelere inandığı sürece biz Türkiye’de, onlar başka kıtada, benzer komplikasyonları yaşamaya devam edeceğiz. Her şeyin, her daim değişken olduğuna inancım sonsuz, ama ben değiştiremedim diye kendimi dövmeye son veriyorum artık.

Kendi hikayelerim var benim ve o hep inandığım o hikayelere daha fazla sarılacağım, kendi etki alanıma bakmayı tercih edeceğim geri kalanında hayatımın. Kendimce şimdiye kadar yaptığım küçük şeylerde titizlenmeye devam edeceğim, o da alışkanlık olduğu için, bir ego tatmini olduğunu bilsem de, alışkanlık haline gelmiş çoğu zaten. Kalsın, zararı yok, belki ufak bir katkısı vardır, her şeye rağmen.

Bir başka zamanda , belki başka çocuklar geriye dönüp bugüne baktıklarında, benim zamanında içine düştüğüm tuzağa düşmeyecekler...Ve zaten her şey o gün bambaşka olacak, kendi doğruları ve yanlışlarıyla bir bütün olarak.

Dünyaya ait değişmesini arzu ettiğim şeyleri kendi bünyemde tesbit edip,  değiştirmeye çalışacağım.  Elimden gelen küçük şeyleri ardıma koymamaya devam edeceğim.

Güzel küçük dünyamız için artık farz olan değişimin sanki resmi başlangıcı olan bugün bunları demek geldi içimden, naçizane köşemde...

Dünya daha epey bir süre yanmaya devam edecek sanırım.


Ben ise her sabah kalkıp saçımı tararken, bunları hatırlamaya niyetliyim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder