Ben küçükken, etrafta olup biten bütün kötü şeylerin ya
tarih kitaplarında, ya da filmlerde olduğunu zannederken, dahil olduğum bütün
her şeyin harika kahramanlık ve zafer
öyküleriyle dolu olduğuna inandırıldığım zamanlarda, hep kızardım: kimse kılını
kıpırdatmadı mı zamanının bütün kötülükleri karşısında diye.
Bütün dünya neden Hitler’in kapısına dayanmadı, “Bak oğlum,
bu yaptığın iş değil, ayıptır! Olacak şey değildir!” demedi diye. Ya da
Fransızlar Cezayirlileri kesip biçerken, neden başka “medeni” Avrupa ülkesi hiç
kulağını çekmedi diye merak ederdim. Hadi farzedelim, Amerika kızılderilileri deşerken, uzaklardı, haberi olmadı kimsenin. Ama bu yakın
tarihte olan biten fenalıklara neden kimse engel olmadı, herkes evinde güzel
güzel yaşadı durdu diye hayıflanırdım. Hindistan’da insanları İngilizlerle
romantik romantik yaşarlar sanırdım. Herkes mutluydu seyrettiğim filmlerde.
Medeniyet götürmüşlerdi bütün sömürgeciler gittikleri “ilkel” yerlere. Hem biz
de sonunu tasvip etmesek de, harika bir imparatorluktan yadigârdık. Avrupa, Asya, Afrika, dünya kadar
yeri fethetmiş, kimseye kötülük yapmamıştık. Kitaplar böyle derdi.
Kimseleri
kesmemiş, katletmemiştik biz -çok istisnai durumlar haricinde. Bizim de biraz katliamımız, kan dökmelerimiz olduğunu idraka
başladığımda ise, şuna inanmam istendiğini farketmiştim: "E canım, onlar da
kaşınmıştı"... Eğer birilerinin canını yaktıysak sebebi vardı. Toplumca suçlamalara
verdiğimiz en baba tepki de bundandır zaten: birilerini katlettiğimize inanmak ağırımıza gitmiştir.
Biz hep iyiydik, diğerleri ise kötü. Çocuğunun ağzını burnunu kırıp, sonra pişman olan ana baba gibi hissetmeyi tercih ettik hep: bir fenalık yaptıysak, ya “eh, haketmiştir,” ya da “elimizden kaçmıştır”. Bunu hissetmek için vatanını sevmek yeterdi. Sonradan çok sorguladım o "vatan sevgisi" virüsünü.
Sonrasında, büyüyüp “insan, kadın, engelli, hayvan hakları”, “adalet”,
“doğruluk”, “dürüstlük”, “susma, susarsan sıra sana gelecek” olduğum yıllarda
ise, elimden geldiğince, karınca kararınca, bağırmış, çağırmış, protestomu
etmiş, tavrımı göstermiş, sokaklara dökülmüş, sistem karşıtı gazetelerde,
dergilerde boy boy görünen endamımı anam babamdan gizlemiş, hep bir “doğruluk”
peşinde koştuğumu sanmışım. Bu yakın zamanda daha kolaylaşmıştı, zira sokağa
dökülmeden, adliye, gazete vs önlerine gitmeden, olduğum yerde “tık, tık”
tepkimi göstermekten imtina etmemiş, cömertçe, özveriyle sürdürmüştüm dünyayı
daha güzel bir yer yapma arzumu dile getirmeyi. Ekran başından. Biraz sivil toplum örgütü destekçiliği, bolca tweet...
Şu an durduğum yerden bakayım dedim bu tarihi sabahta. 8
Kasım 2016. Olmaz dediğimiz şeylerin olabileceğini görmüş ben, dünyanın "daha da neler! Asla olmaz," dediği şeylere uyandığı başka bir sabahta bir durayım da dillendireyim
hislerimi dedim.
O ben ki, bütün kendimce karınca kararınca çabalarımın
kendimi iyi hissetmekten başka bir boka yaramadığına idrak etmiş, elli yaşımda,
muhtemelen bir elli daha görmeyecek ben... Dünyadaki kötülüğü kabullenemeyen
ben, taşlanmış kot, hayvan üstünde deney yapılan ürün almayan, çöplerini
ayırmayanlara bozulan, musluğu hep az açan, kutup ayıları ölmesin diye elektiriği
idareli kullanan, bir şeyi eskimeden yenisini almayan, hatta son iki senedir
sayılı eşya alan, bir eşyası eskimeden yenisine asla bakmayan, çevreci sabun
kullanmaya çalışan, (ama şöyleee salınacağım bir yere gideceğimde buklelerim
güzel olsun diye ara ara bundan kaytaran)...Her change.org
kampanyasını imzalayan, felek vurmuş dilencilere para
vermediğinde kendine mazeret yaratmakta usta ben...O hep daha “iyi” , daha “adil”, daha “doğru” olma
çabasındaki ben...
Şimdi anlıyorum o çocukken kınadıklarımı...Sadece kendime
geçermiş hükmüm.
Kahramanlar, kurbanlar yalanmış. Neden kendi yaşadığımız çağı “medeni” varsayıp,
bazı şeylerin imkansız olduğuna inanmışız ki?
İnsan denen şeyi hayvanlardan ayıran en büyük özellik kitle
halinde hareket edebilmesi, hepimiz biliyoruz bunu. Sistem kriterlerine göre medeni varsaydığımız insanın da kendini insani değerlerden çok
uzaklaştırmış, kendi uydurup, kendinin fazlasıyla inandığı hikayeleri var. Ekonomi, dolar, borsa, vatan, millet, Sakarya tarzı hikayeler bunlar. Medeni insan bu hikayelere inandığı sürece
biz Türkiye’de, onlar başka kıtada, benzer komplikasyonları yaşamaya devam
edeceğiz. Her şeyin, her daim değişken olduğuna inancım sonsuz, ama ben değiştiremedim
diye kendimi dövmeye son veriyorum artık.
Kendi hikayelerim var benim ve o hep inandığım o hikayelere daha fazla sarılacağım, kendi etki alanıma bakmayı tercih
edeceğim geri kalanında hayatımın. Kendimce şimdiye kadar
yaptığım küçük şeylerde titizlenmeye devam edeceğim, o da alışkanlık olduğu
için, bir ego tatmini olduğunu bilsem de, alışkanlık haline gelmiş çoğu zaten.
Kalsın, zararı yok, belki ufak bir katkısı vardır, her şeye rağmen.
Bir başka zamanda , belki başka çocuklar geriye dönüp bugüne
baktıklarında, benim zamanında içine düştüğüm tuzağa düşmeyecekler...Ve zaten
her şey o gün bambaşka olacak, kendi doğruları ve yanlışlarıyla bir bütün
olarak.
Dünyaya ait değişmesini arzu ettiğim şeyleri kendi bünyemde tesbit edip, değiştirmeye çalışacağım. Elimden gelen küçük şeyleri ardıma koymamaya devam edeceğim.
Güzel küçük dünyamız için artık farz olan
değişimin sanki resmi başlangıcı olan bugün bunları demek geldi içimden, naçizane köşemde...
Dünya daha epey bir süre yanmaya devam edecek sanırım.
Ben ise her sabah kalkıp saçımı tararken, bunları hatırlamaya niyetliyim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder