27 Nisan 2015 Pazartesi

MAHALLE MESELELERİ-BİR

Mor salkım fotoğrafı için Şefika'ma teşekkür ederim

Yine meseleleri bol bir hafta geçirdik, bu “mesele” meselesi üzerine yazmak istedi canım…Can sıkan meselelerin aslında mesele mesele (kitap mitap, bardak, mardak gibi…mesele mesele)  olmadığını anlatmak için yazıyorum…

Ama önce havadan sudan bahsedeyim…

Buralara bahar geldi gelecek, nefesleri tuttuk bekliyoruz. Koca kışın ardından sosyal medyada hava durumu şikayetleri azaldı. Ben ruhuma hâlâ goncaları dolduramadım, ağaçlar keltoş  burada. Tabiat ana da kendinden emin değil anlaşılan diye düşünüyorum, belki yine bir soğutası, kar yağdırası gelir diye ağaçları donatmaya başlamadı. Ama kapıda tomucuklar, yatcaz kalkcaz, çiçeklenecek ağaçlar…

Mesele yazımın ilk bölümünü anavatanımın meselelerine ayırdım… Meseleleri bitmeyen ülkem…Bütün dünya  gibi, aslında çoğunlukla uyduruk kıytırık  fırtınalalarda savrulan …

İstanbul mahallemin bu mevsimde tek meselesi  mor salkımlar, erguvanlar olmalı aslında. Ihlamurlar kokmaya başlayacak pek yakında, Moda'da hâlâ duyulur o koku… Ama meselelerin çoğu mâlesef insan icadı, öyle  olunca da "sınır tanımayan meseleler"  haline dönüşüyor... O güzelim İstanbul kokuları, bin türlü pisliğe buladıkları inanç istismarının genizleri yakan leş kokusunu bastıramıyordur bu sene diye düşünüyorum. Orada değilim,  ama koku kesif. Buralara geliyor. 

Çakma Kâbe etrafında fır fır dönenlerin, sırıta sırıta Kuran’lı, Kâbe’li pastaları kesmelerin paranormal  görüntüsünü bastıramıyor dünyanın en güzel şehri. Acaba kollarını birbirinin içinden geçirip zemzem suyu da içmişler midir o pastaları kesenler diye düşünüyorum, dudaklarda hayatlarının muradına ermiş bir gülümseme eşliğinde...Anneannemin namaz örtüleriyle, tespihleriyle oyun oynayışlarımız geliyor aklıma, birlikte kıkırdadıktan sonra o namaz kılarken sessizce sıvışıp, adabıyla onu ibadetiyle baş başa bırakışımız geliyor. Kimse uyarmadığı halde, asla namaz kıldığı yerde soytarılık yapmayı aklımızdan dahi geçirmememiz…Kardeşimle, kuzenlerimle en ateist günlerimizde dahi her duaya sessizce, adabıyla eşlik edişimiz...Hacı babamın evde rakılı sofralarda eşini dostunu ağırlayışı…Her Razaman’da sokakta sakız dahi çiğnememiz...Her hacca giden konunun komşunun o özel hislerine o zamanlar anlamasak da gösterilen saygıya eşlik edişlerimiz…

Nasıl evlerde büyüdü bu acaiplikleri en kutsalına, inançlarına yakıştıran zihniyetler diye düşünüyorum…İnancın insan ellerinde mesele haline gelişini esefle izliyorum. Zihnimde canlanan sahneleri bir komedi dizisi için kendime saklıyorum. 

Hep aklıma babamın halası geliyor.Ümit Hala. Babamdan küçüktü, ama büyük halaydı, komikliği orada başlardı. Çok dindardı. Ama dindarlığı anneanneminkine, babaanneminkine benzemezdi. Çok daha gösterişliydi. Büyük harfli duaları, iç geçirişleri vardı. Daha fazla duyulurdu “lâ ilâhe illallah” ları. Her lâfı dine imana bağlardı. Habire peygamberi görürdü rüyasında, namazda. Her an tetikteydik, Ümit Hala “Bana vahiy geldi” diye kendini hiç kimseye olmazsa bize  peygamber atayacak , diye. Amcam arada bir, “Dalga geçmeyin kadıncağızla, “ derdi, ama o da gülerek söylediğinden biz dalganın dozunu artırmakta sakınca görmezdik. Bir de hep ağlardı, hep gözyaşları içinde hatırlıyorum kendisini, dudak  kıvrımları aşağıya aşağıya bakardı…”İnancın çoksa, çok duygusal olmalısın” mesaj buydu…

Duygusal  Ümit Hala kahve falında kendini otorite ilan etmişti aynı zamanda. Ailenin genç kızlarına hep kısmet görmeyi ücrete bağlamıştı: prensipliydi, parasız bakmazdı falı…Gözyaşları içinde bakardı. Ve ailenin en müteşebbisiydi, habire bir şeyler satar, eder, paraları mendillere sarar cukkalardı. Hafızamdaki ilk Allah istismarcısı . Konuyu komşuyu hizaya getirmişti ermişliğiyle, bir bize sükmemişti gözyaşları. Dini "mesele" olarak ele alıp, eviren çeviren, kendi çıkarına yontan  ilk kişidir Ümit Hala. Allah rahmet eylesin… Bizi epey bir oyalayan meseleydi kendisi. Bu aralar çok sık anıyorum.

Tabi seçim meselesi de var memlekette malum… Mesele edilen. Üzerine çok yazılan , çizilen…Herkesin bir dolu zamanını çalan, enerjisini yiyen bitiren. İnsan uydurması meselelerden…Kendi içinde saçma kuralları, kaideleri olan. Aslında ortalığa bir çeki düzen getirmek için konulmuş, sonrasında da herkesin kendi bildiği doğrultuda çekip sündürdüğü bir hale dönüşmüş, kokuşmuş, kirletilmiş memleket idaresi meseleleri…

Bunların hiç biri esas mesele değil bence, eskiden herkes beni naif bulduğundan bu fikrimi telâfuz etmeye çekinirdim…Durum değişti ama bünyemde, o başka yazı konusu olsun...Asıl meseleler bambaşka. Şu nükleer santral mesele mesela. Türklerin elinde başlı başına bir silah  olması ayrı konu, tehlikeli olmasa da Nükleer Santral inşaatı büyük mesele. Katledilen her ağaç, yakılan her orman, biraz orasından, biraz şurasından bozulan her denge mesele. Bu bozulan dengenin, doğadan uzaklaşan çocukların idaresinde olan dünya en büyük mesele.  Taşa, güneşe tapmanın ilkellik addedildiği dünyamızda, gelişmişliğin ölçütünün daha fazla makinanın işlemesi için, akıllı telefonların şarjına, ışıl ışıl şehirlerin yaşamasına, hayatımızı kolaylaştırdığına inandırıldığımız bir dolu olmasa da olur alet edevatın işlemesine yetmeyen elektiriğin üretilmesi için bir yörenin doğal dengesinin altüst edilmesi en büyük mesele. 

Bütün dünyanın kafa kafaya verip, sınırlardan, partilerden, milletlerden, devletlerden bağımsız üstünde kara kara düşünmesi gereken yegâne mesele bambaşka...Ama  insan bünyesi işte, eline verilen oyuncaktan kafasını kaldıramıyor.

Orasını burasını "İlle de benim dediğim düzende işleyecek," diye ısrarla kurcalarken içine ettiği, sonra da bir türlü toparlayamadığı oyuncağın elinde yitip gittiğine hırslanıp kaybettiklerinin farkına varmayacak kadar unutmuş esas oyunun ne olduğunu...

Yarın da Toronto mahallemin geçen hafta meselelerini yazacağım... Hoşçakalın...



22 Nisan 2015 Çarşamba

HER 23 NİSAN'DA...

Fotoğraf Boyabat'ta bir okuldan alıntıdır. Çocukluğuma,70'li yıllara ait bir şey olsun istedim.

-Hadi geçin hepiniz şuraya! Oğlum, Allah seni davul etsin, nerede  şalvarın?

-Annem daha gelmedi örtmenim.

-Ay bayılacağım şimdi, Allah hepinizin cezasını versin… Törene ne kaldı şurada! Esin! Nerdesin Eeeessiiinnnn?

-Ay geldim Mevhibe Hocam, Ebru’nun ceketini giydiriyordum, ne oldu ?

-Bu dangalağın annesi gelmemiş daha, ne yapacağız, bul bir çare, şalvarı,yeleği yok… Kız sen de sus Allah’ın cezası, ne höykürüp duruyorsun orada, sus be ağlak şey! Zır zır zır! Zaten her şey olmuş çorba, bir de senin zırıltınla mı uğraşacağız sabah sabah… Aaaa! Sus kızım! Bak şimdi  sabrım taşacak, bayram bayram yiyeceksin dayağı… Hırsımı senden çıkartmayayım şimdi kepçe kulak! Bak çekeceğim şimdi onları, daha da uzayacaklar! Sus dedim...

Duvarlarının altı mavi yağlı boya, üstü plastik beyaz boyalı okul koridoru pazar yeriydi adeta. Herkes sağa sola koşuşturuyor, çocuk sesinden, öğretmen çığlıklarından geçilmiyordu. Tebeşir dumanlı, bol velveleli koridorun ağır havasına, tuvaletlerden ince ince sızan ekşi sidik  kokusu da ekleniyor, genizleri yakıyordu. Dışarısı ise Nisan ayı için bir mucize, yazdan kalma  tamamen sapsarı, sıcacık bir gündü. Bahçedeki hummalı  çocuk şenliği koşuşturmasına açıp açıp kapanan boğuk teypten çıkan, ne olduğu zinhar anlaşılmayan bir vızıltı eşlik ediyor, tek bir gölgesi olmayan tören alanındaki bunaltılı ortamı daha da çekilmez yapıyordu. 

Her öğretmen kendi sınıfını zaptetmeye çalışıyordu. Çocuklar zemberekleri boşalmış casına, hop zıp hop zıp tepiniyorlardı. Oğlanlar kızların saçlarını, eteklerini, oralarını, buralarını çekiştirirken, kızların da elleri armut toplamadığından, her köşede bir kaçı öbek öbek kapışmaktaydı. 

Ders yapılmayan her gün onlara bayramdı. Dolayısıyla o gün ne bayramı diye sorsan, hiç birinin umurunda değildi. Bilmesine biliyorlardı 23 Nisan olduğunu, sosyali en zayıf olan dahi biliyordu. Onların bayramıydı bugün. Törene kadar eğleniyorlardı işte kendi aralarında..

Okul müdürünün dâvudî sesi yankılandı koridorda:

-Susun ulan! Tören başlayacak, siz hala tepişiyorsunuz. Herkes birazdan bahçede yerini alacak, gık çıkmayacak orada, ona göre! Herkes sınıfının sırasına girsin bakayım! Yoksa bak cetveller hazır odada!  Törende en küçük aksama istemiyorum, anlaşıldı mı? Veliler arasında ilçe emniyet müdürü de var bahçede. Dinime imanıma, lâf dinlemeyeni ona teslim ederim, ona göre! Rezil etmeyin okulu… Adam olun, adam!  Bayramı burnumuzdan getirmeyin.

Koridorda geçici bir desibel düşüşü yaşandı. Öğretmenler tarafından çok takdir gören bu gayet etkili fırçayı takip eden hızlıca bir hizaya giriş gözlendi. 

Dangalağın annesi de elinde plastik Santral Bebe poşeti, yüzünde mütereddit, mahçup bir gülümseme, koşmaya benzeyen bir hareketle Mevhibe Hoca'nın sırasına yaklaştı.

-Çok şükür teşrif ettiniz hanımefendi…

-Hocam, ah sorma halimi sabahtan beri kaç parça oldum. Bizim ufaklık sen düş sabah, kafayı somyanın kenarına çarp. Allah seni inandırsın, öyle yaramaz ki, ben ne bileyim, ben hiç çekmedim öbüründen! Kafayı sağdan çaktığı yetmedi, bir de benden yedi terliği sol köşeye.Üstüne bir de 9 numara ütüye çağırmaz mı! Kaptım benim gaziyi, çıktım yukarı. 23 Nisan balosuna gideceklermiş, küçüklerin elbiselerini  ütüledim, prenses gibi oldular vallahi. Dedim okuldaki törene gitmediniz mi. Biz baloya anca hazırlanırız, dediler...Oğlanı da nereye bırakacağımı şaşırdım, hadi ütüye geldi benimle de, okulda elime ayağıma dolaşır . Kafa göz şiş. Alacalı bulacalı tüm surat. Benim kaynana da Perşembe pazarına gitmiş, anca geldi o da işte, hemen ona koydum benim haylazı, koştum, geldim, netcen...

-Ay, anladım,yeter. Bu ne çok laf böyle. Başım döndü... Neyse, geçmiş olsun. Ver torbayı şu Leyla’ya da yardım et az biraz. Tören başladı başlayacak. Allah kocana sabır versin , ne diyeyim...

Beriki utangaç utangaç gülümsedi. Neyse, şakalaştığı iyiye delaletti. Yoksa tersi öyle tersti ki, öğrencilerin korktuğu yetmez, veliler de önünde salavatla dururlardı.  İyi hocaydı Mevhibe. İyi hoca dediğin de disiplinli olurdu. İyiydi böylesi. Okulun en gözde öğretmeniydi. Üç sene sonra bire başlayacak çocuğu olan  mahallenin bütün anneleri, daha şimdiden anneler gününde ellerinde paketlerle kapıya dizilirlerdi. Disiplinsiz öğretmeni kimse saymazdı, ama disiplinlisi her zaman revaçtaydı. Sesi gür çıkacaktı öğretmenin, şöyle çınladı mı, mahallenin öbür ucundan duyulacaktı. Makbulü öylesiydi. Şanslıydı beriki, "Şanslıyım valla," diye düşündü… "Okulun en iddialısı bu, olacak o kadar nazı, niyazı, afrası, tafrası. Zaten en güzel gösteri de bizim sınıfınki, eh  iyi hoca farkı işte. Neyse, verdik poşeti rahatladık, "dedi içinden, derin bir nefes eşliğinde. 

Bahçeden viyk, viyk kulakları yırtan tiz mikrofon cızırtısı duyuldu.  Ardından İstiklal Marşı devreye girdi. Tören alanı henüz buna hazır değildi. Her törende istisnasız senkron tutturamayıp, yanlışlıkla devreye giren İstiklal Marşı olduğu için kimse umursamadı. Aniden susturuldu zamansız marş. Bu demekti ki, artık herkes bahçeye çıksın, tören başladı, başlayacak.

Mevhibe Hoca son bir kez süzdü bayram çocuklarını. Aralarından yürüdü usul usul. Kiminin kurdelesini düzeltti, kiminin kostümünün orasını, burasını. Her birini tepeden tırnağa süzdü. Çocuklar artık kıpraşma haklarının sonuna geldiklerini anlamışlardı.Eğlence bitmişti, şimdi tören başlayacaktı.  Bundan sonrası büyük riskler içerdiğinden hareketleri azalmış, pür dikkat kesilmişlerdi. Allah vere de hepsinin her şeyi tamam olsaydı. Aksi takdirde, mazallah. Son dakika aksaklığı en istenmeyen şeydi. Kontrol Mevhibe  Hoca'nın istediği şekilde bitti, hepsinden memnun gülümsedi. Bebeler son bir  azma  hakkı buldular bu gülümseme aralığında. Kısa ve öz. 

-Hadi göreyim sizi, dedi Mevhibe Hoca. Mahçup etmeyin beni. Unutmayın! Bu sizin en büyük bayramınız! Mükemmel olmalı! Ola ki bir şey aksasın! Allah muhafaza, ola ki biri bir şeyi aksatsın! Gerisini siz biliyorsunuz zaten, değil mi çocuklar?

Ola ki bir şey aksasın! Hepsi biliyorlardı bu olasılığın neticesini. Biliyorlardı bugün 23 Nisan. Onların bayramı. Önce İstiklal Marşı, sonra okulun medarı iftiharlarının şiirleri, “Ey!”le başlayan nutukları. Alkışlar, bir kaç gösteri...Bu sene şanslarına kızgın güneşin altında, bazı senelerde soğuk altında sırada dakikalarca fazla hareket etmeden durmaları...  Hepsi gayet iyi biliyorlardı, her sene aynı şiirleri, aynı şarkıları...Her sene törene kadar azıp, törende uslu durmaları biliyorlardı... Bir de annelerini, babalarını, öğretmenlerini mahçup etmemeleri gerektiğini biliyorlardı. 

Bir çocuk bayramında olması gereken her şeyi biliyorlardı...Hiç unutmamacasına...

-Hadi, dedi Mevhibe Hoca. Sıra sizde, göreyim sizi…



6 Nisan 2015 Pazartesi

DUAMI ETTİM, ATTIM DENİZE



Bir çıkışı olmalı bu karabasanın, bir yerde bir sonu olmalı…

Bu kadar kötülük bir arada hiçbir yerde barınamamalı. 

Bu kadar kötülükten birileri rahatsız olmalı, bu kadar “Ya Allah,bismillah” diyenlerin içinden birileri “Yeter yahu!” demeli.

Bu kadar müsveddenin içinde birkaç tane adam olmalı. Sesini çıkarmalı.

Kendi içlerinden bahsediyorum, birileri olmalı…

Helal süt emmiş birileri olmalı.

Memleket peşkeş çekilirken, topraklar karış karış satılırken, buna şahit olan soysuzların içinde birkaç insan olmalı.

Bunca pisliği tasarlarken, “El insaf” diyecek birileri olmalı.

Biz buna inanarak büyüdük.Kötüler cezasını sonunda çekmeli.

Memleketi sürüklediği karanlıkta kendisi boğulmalı. 

Ellerinde onca kan, yüzüne gözüne bulaşmalı.

Her ördüğü çorabın iplerinde düğüm olmalı, çözülememeli.

Her attığı kurşun, dönüp kendisini vurmalı.

Her söndürdüğü ocak, cehennemi olmalı.

Her birbirine düşürdüğü kardeş, birleşip ayağını kaydırmalı.

Kafasını patlatmalı, içi dışına çıkarmalı, kendi silahıyla vurulmalı.

Bütün hesapları daha Bağdat’a varmadan geri tepmeli, ensesinden vurmalı.

Memlekete reva gördüğü karanlık, sadece ona mezar olmalı.

Böyle büyüdük biz. Kötüler belasını bulmalı.