Yaz Elif, yaz...
Konuşacağına , yaz...
Yakaladığına anlatacağına, havalara yaz,
isteyen okusun...
Bir, iki derken üçüncü seneme giriyorum
Toronto’da. Yeni geldim memleketten. Çok karışık gitmiştim, az duruldum geldim.
Bir tür göçmeniz işte. Kaçanı, göçeni,
gideni çok olan ülkelerden biri olduk. Buraya ilk geldiğimde yazmıştım bir
“gelme” yazısı. Üstünden çok zaman, çok şey, çok his, çok insan geçti. Bu
senenin hisleri de köşede dursun, Elifcik dedim... Yaz, dursun.
Olaylar geçici, hissedilenler değişken,
ama yazılanlar kalıcı. Şu an geldiğim zaman yazdıklarıma baktığımda, başka
türlü görüyorum her kelimemi. Hepsinin ardındaki korkular, endişeler, ya da
umutlar başka görünüyor gözüme. Bugünküler de burada duracak, seneler sonra
bakayım, kendimi bir de bir kaç sene öncesinden göreyim diye.
Benim kızım Kanadalı olacak. Çıktık bir yola. Bu nedenle
çıkmamıştık aslında. Eğitim sistemlerinin tümünün demode olduğunu düşünen biz, Ayşe’ye dünya standardında, nispeten daha iyi olduğunu düşündüğümüz bir eğitim aldırmak için geldik
buralara- beni önceden tanımayanlar için bir detay bu. Plan sekiz sene öncesİnde
yapılmıştı. Sekiz sene öncesindeki “ben” de facebooktan görüldüğü üzere, hâlâ
her şeye hükmü olduğunu sanan bir benmişim. Memleket hakkında her şeyi bilen,
insanlığa dair katı doğruları, yanlışları olan, kütük gibi bir ben. Kimsenin
işine yaramayan doğrular, kimseye yaramayan bilmeler, nâfile, can yakmaktan
başka, denge sarsmaktan başka şeye yaramayan bilmişlikler.
Ben burada zaman geçirirken, Türkiye’den buraya, buradan
memlekete savrulup duran, etrafta uçuşan klişe cümleler gözüme doğal olarak daha çok çarpar oldu. Hepsi hakkında düşündüm, size
onları yazacağım.
Şimdilik en hazırdaki klişeler, buyrun, dileyen okusun:
Klişe 1: “Her ihtimâle karşı Kanada pasaportumuz olsun”
Evet kızım Kanadalı olacakken, ben de “her ihtimâle karşı” başvurup,
hak kazandığım Kanada vatandaşlığını alacağım. ”Her ihtimâl”e gelince, üstünde bir
durup düşünüyorum: o telâfuz etmekten imtina ettiğimiz “her ihtimâl”, herkesi
maymun eden memleketin hâllerinden biri.
Ben Cezayir’de büyüdüm, ve ikinci
vatandaşlığı olan bütün arkadaşlarım, oranın başına da o “hâl”lerden biri
geldiğinde ikinci pasaportu olanlar hızla sıvıştı. Olmayanlara ne oldu
derseniz, onlar kaldı. Orada da doktor arkadaşlarım kaldı, mühendisler,
öğretmenler kaldı. Bütün ülke göçemeyeceğine göre, kimi gitti, kimi kaldı. Gün
oldu, devran döndü, düzenler, düzülenler değişti. Zaman aktı, kan aktı, ama her
şey nihayetinde duruldu, yeni düzenler kuruldu, iflâh olmayan insanoğlu, orada
da dersini pek almadı. Ne olması gerektiyse , oldu.
O “hâl” olmadan, ne olacağı hakkında çok şey bilmek
yanıltıcı. Seçenekler bir şeyleri işaret ediyor olabilir, ama o zamanında çok
bilen , ve de çok yanıldığını sonunda itiraf eden Elif sizi temin edebilir ki, aslında
çok bilenler en çok yanılanlar bu dünyada. Ve her şeyin çok hızlı değiştiği bir
dünyadayız artık, ve artık hepimiz çok da kandırıldığımızın farkındayız çok
şükür. Bizi kukla gibi yönetiyorlar, en önemlisi de korkutarak yönetiyorlar bizi, yüzümüzü bir o yana, bir bu yana
döndürebiliyorlar. Uyanık, farkında ve dengede kalmak şart. Savrulmamaya gayret
ederek, merkezimizi kaybetmeden ayakta kalmak aslolan. Bekleyip göreceğiz, yani
ben şahsen dengemi korumama yardımcı olaracak şeylere döndüm yüzümü:
sevdiklerime, hobilerime, kendi işime, gücüme.
O ihtimallere gereğinden fazla değer vermeden günlük hayatımı yaşamaya gayret ediyorum.
Klişe 2: “Gidip de ikinci sınıf insan olacağıma,
memleketimde paşalar gibi yaşarım”
İnsan sınıfları bambaşka bir konu. Eğer kişi kendisini
yaşam tarzına (yahu, bu cümleye de lifestyle da daha çok yakışır ya) göre, bir sınıfa fazlaca ait hissediyorsa, o onun
meselesi.
Sadece herkesi aynı sanmak yanılgı burada.
Bazı insanların öyle “sınıf”ları olmayabiliyor. Sadece karşısındakinin kalbini, ruhunu, aklını görüp, ona göre arkadaş seçen, hayat tercihlerini içinde bulunduğu sosyal durumun gereklerine göre değil de, kalbinin sesine göre ayarlayan insanlar da çok bu dünyada. Neyi görürse gözün, odağın neyse, odur hayatın. Ve bize mahsus olduğuna inandığım, (biz derken ortadoğuyu kasdettim) nedeninin de elâlem olduğunu düşündüğüm, kıyastan mütevellit bir aşağılık kompleksimiz nedeniyle, nedense çoğu hemşerim başka yerde hemen sınıf düşeceğini sanıyor. Sınıf, mınıf yalan arkadaşlar...Neysen, her yerde “O”sun. Ha tabî, hayatın tüketerek varolmak üzerine odaklıysa, o zaman kendini daha çok sahip olanlarla kıyaslayarak yaşıyorsan, evet, burada eksiksin. Sadece burada değil, gittiğin, ya da kaldığın her yerde eksiksin. Hep “herkesin bir odası daha fazla” sana göre.
Bazı insanların öyle “sınıf”ları olmayabiliyor. Sadece karşısındakinin kalbini, ruhunu, aklını görüp, ona göre arkadaş seçen, hayat tercihlerini içinde bulunduğu sosyal durumun gereklerine göre değil de, kalbinin sesine göre ayarlayan insanlar da çok bu dünyada. Neyi görürse gözün, odağın neyse, odur hayatın. Ve bize mahsus olduğuna inandığım, (biz derken ortadoğuyu kasdettim) nedeninin de elâlem olduğunu düşündüğüm, kıyastan mütevellit bir aşağılık kompleksimiz nedeniyle, nedense çoğu hemşerim başka yerde hemen sınıf düşeceğini sanıyor. Sınıf, mınıf yalan arkadaşlar...Neysen, her yerde “O”sun. Ha tabî, hayatın tüketerek varolmak üzerine odaklıysa, o zaman kendini daha çok sahip olanlarla kıyaslayarak yaşıyorsan, evet, burada eksiksin. Sadece burada değil, gittiğin, ya da kaldığın her yerde eksiksin. Hep “herkesin bir odası daha fazla” sana göre.
Ve unutmayalım, kendi eksiklikleriyle kavgalı narsistler tarafından yönetiliyoruz. Bunun
yarattığı travmanın neticesi "bugünün dünyası" olarak gözlerimizin önünde hep. Aklımızda bulunsun bu
derim. Aslında hep “tam” olduğumuzu bize hatırlatan harika öğretilerin
toprağındanız, bunu da ara sıra cep telefonlarımızdan gözlerimizi kaldırıp etrafımıza bakarak hatırlayalım derim.
Burada da insan, aynı insan. Tüm kudretiyle, ve tüm
zayıflıklarıyla, aynı insan. Sosyal sınıfı ne olursa olsun...
Ve “memlekette paşalar gibi yaşamak” da üstüne roman
yazılacak konu: sadece tuvaletlere paşalar gibi sıçsak, o bana yetecek... Ya da
toplu taşımalara paşalar gibi inip binsek mesela. Siz anladınız...
Klişe 3: “Gidenler çok özlüyor bak; bu hava, bu su, bu rakı,
bu boğaz başka nerede var?”
Bu cümle aslında, “Ulan herkes gidiyor, biz de mi gitsek?”
tereddütünde bulunanların , aslında gitmek istemeyenlerin tutunduğu dal. (tereddütsüzleri aşağıda yazacağım)
Evet, doğru. Özlem çok anlaşılmaz bir şey, üstünde çok şey okuduğum, yazdığım, düşündüğüm şey...(bakınız özlemeye dair yazılarım) .
Burada da özlem bazılarını maymun etmiş. “Youtube kanalı aç”, dediler bana.”Türk toplumunu anlat, böyle bize
anlattığın gibi”, dediler. Dedim, “Yemezler”. Zaten ilk bakışta tuhafım genele göre, bir de dokuz köyden kovulmanın anlamı
yok. Ama size özetle şöyle söyleyeyim: kim ne tuhaflık sergiliyorsa, özünde
geride bıraktıklarının, ya da daha doğrusu, bırakamadıklarının olduğunu düşünüyorum. Burada çoğu insan Türkiye ile acaip âlâkalı. Hatta Türkiye’de olsa
o kadar dahil olmayacaklar hissindeyim. Çoluk, çocuk, torun, tombalak olmuş Kanada’lı,
hayatlar kurulmuş rahat, ama Türkiye dendiğinde bir garip özlem. O bağı
sağlıklı bir şekilde dönüştürebilmiş az insana rastladım diyebilirim. Üstlerinde hüzünden
bir örtüyle dolaşan çok insan var. Kimindeki örtü hüzünden, kimindeki daha
keçeleşmiş, sertleşmiş. Canları yanıyor çok, hepsinde kimbilir nasıl bir
hikaye. Çoğu sosyal medyada kendilerini rahatlattığını sanıyor. Ama sürekli "battık, batıyoruz, gittik, gidiyoruz" diye bunlarla zaten boğuşan bir kalabalığı daha fazla bulandırmanın alemi var mı? Hem de uzaktan bunu yapmanın ne kadar absürd olduğun görebilseler, kendilerine bir derin nefes alıp uzaktan bakabilseler...
Ben de o özleme itibar ediyorum çoğu zaman. Özlemenin
insanın ruhunu okşayan bir tatlı sızısı da var, ama bazen kontrol
edilemediğinde vahşileşiyor, ve insanı raydan çıkartabiliyor.
Türk topluluğu burada (ve başka yurtdışı temsilciliklerde de,
diye de ekleyeyim, zira deneyimim var mâlum) kapalı bir topluluk, ve tüm kapalı toplumlara
ortak davranış şekilleri sergiliyorlar, kişinin sosyal sınıfından bağımsız olarak hem de. Buna
bir tür kasaba hayatı diyelim. Hani
şöyle savcı hanımı, komutanın ailesi, itibarlılar, az itibarlılar
misali. Güzel yanları da var, komik yanları da; bana uyan ve uymayan yanları
da. Kendi içlerinde güzel bağlılıkları var. Herkes herkesin her şeyine
koşturuyor. Tüm kapalı devreler gibi, bol hikaye çıkacak mevzuları da var. Belki
uzun yazarım bunu da sonra. Kendi adıma bir derdim yok, zira ben kendim gibi
olmakta ısrar ediyorum. Beğenen kalıyor, beğenmeyenler için de : allahtan
evliyim, diyeyim. Bir sürü farklı grup var burada. Grup olayına pek sıcak
bakmasam da, (ait olma sıkıntım var), hepsinden çok tatlı arkadaşlarım oldu, kendilerini
bilirler.
Ne istediğinde ısrar edersen, hayat karşına öylelerini
çıkartıyor. Sadece sabretmek şart.
Klişe 4: “Herkes gidebilse gidecek de...”
Külliyen yalan. Herkes gitmek istemiyor. İstemesi de
gerekmiyor. Herkes başka yerde yaşamak istemeyebilir. Ve bu da kendini bilen
bir çok kişi için geçerli. Herkes korkuyla yönetilmiyor bu hayatta. Çeşit
çeşitiz. Zaten kabul edebilsek bunu, ülkece rahatlıyacağız.
Benim gitmek istemediğinden emin olduğum çok arkadaşım var. Bütün ülke gidebilir mi zaten, akıl var mantık var. Bu havayı yaratmanın kimseye faydası yok. Hiç bir yer güvenli değil artık biliyoruz. Kalanlar arasında çok güzel şeyler için çok gayret eden arkadaşlarım var. Ellerinden bir şey gelenler var, yapıyorlar. İçlerindeki nefrete, öfkeye hakim olabilerek işlerini güçlerini yapanlar var. Aslında dengesi sağlam, düşündüğünüzden fazla insan var. Sadece onlar konuşmayı, bağırmayı , ağlamayı çoktan bırakmış, bir şeyler yapmakla zaman geçiriyorlar.
Benim gitmek istemediğinden emin olduğum çok arkadaşım var. Bütün ülke gidebilir mi zaten, akıl var mantık var. Bu havayı yaratmanın kimseye faydası yok. Hiç bir yer güvenli değil artık biliyoruz. Kalanlar arasında çok güzel şeyler için çok gayret eden arkadaşlarım var. Ellerinden bir şey gelenler var, yapıyorlar. İçlerindeki nefrete, öfkeye hakim olabilerek işlerini güçlerini yapanlar var. Aslında dengesi sağlam, düşündüğünüzden fazla insan var. Sadece onlar konuşmayı, bağırmayı , ağlamayı çoktan bırakmış, bir şeyler yapmakla zaman geçiriyorlar.
Özetle:
Yurtdışına gidip üzülmekten başka bir şey yapamayanlara, salt bayrak sallayarak, sanal alemlerde Türkiye’yi kurtaracak gönderilerde
bulunanlara karşılık, yurdunda kalıp ufak ufak kendi işini iyi yaparak bu
süreci mümkün olan en sağlıklı şekilde geçirmeye niyetliler de var.
Memlekette ne olup bittiğinin farkında olmaya arkalarını
dönmüş, muhtemelen bünyelerini korumak amacıyla romantikçe “her şey yolunda“ diye
yaşayanlara karşılık, yurtdışında örgütlenerek harıl harıl dişe dokunacak
eylemlerde bulunmaya gayret eden de var.
Hem içerde, hem dışarda, sadece kuru gürültü, korku, endişe,
içinde savrulanlar ve etrafını da “tüm gerçekleri olduğu gibi görerek” iyi bir
şey yaptığını sanırken, hem kendini kahredenler, hem de çevresini olumsuz
etkileyenler de var.
Hem içerde, hem dışarda, bunlar beni aşar, diyerek sadece kendi işine bakarak dengede kalarak yakın çevresine faydalı olarak hayata devam edenler de var.
Yani herkesten, her yerde biraz var. Ve hepsinden olduğunu, hepsini olduğu gibi kabûlü lâzım bize.
Birimiz diğerini kınamadan, "ben/gidenler/kalanlar vatanını daha çok seviyor, sen/gidenler/kalanlar daha az seviyor" demeden...
Dünya değişiyor. Bu değişim sancısız olmayacak anlaşıldı. Ve
bu dünyada bizim bir ömürlük canımız var. Yedeği yok.
Dengeyi bozmamaya çalışmak en önemli konu diye düşünüyorum
bugün, şu ortamda. Ki, eğer elden bir şey gelirse, onu ardımıza koymayacak gücü
bulabilelim.
Bir travmadan geçiyoruz memleketçe. Önce içimizde bir huzur
sağlayalım ki, etrafa etki etsin.
Herkes sadece buna çalışsa, dünyaya etkisinin
çok büyük olacağına inanıyorum.
Amin de diyeyim, daha uzatmayayım. Çok uzun oldu, buraya kadar okuyanlara bira ısmarlıycam ...Haber versinler...
Uzaklardan sevgiler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder