23 Eylül 2016 Cuma

100. YAZI ŞEREFİNE




100 yazı olmuş...

Bir tür kutlama yapayım dedim kendi kendime...

Kendimle geçirdiğim bir akşamdan bu fotoğraflar...100. yazı şerefine...

Tatlı bloğum benim, en sevdiğim oyuncağım...İyi ki başladım sana yazmaya...Başkalarına yazdığım e-postala şimdi kimbilir hangi dehlizinde sanal çöplüğün...Kalplere yazmıştım halbuki çoğunu, sevdiklerime, arkadaşlarıma. Geri dönüp bakarlar mı ki acep, bazen... 

Bir ara kendime grup yapmıştım gmailde. En kıymetlilerimi seçmiştim, sağda solda gördüğüm çoğu kişisel gelişime dair şeyleri yorumlar yazardım. Epey de sürmüştü bu çabam... Kendim gelişiyorum ya, aman ha, sevdiklerim geride kalmasın, neme lazım. Arada bir de fırçalardım onları: 

"Ulen ben sizin için çalışıyorum, insan iki satır 'aslan elif, sen bizim her şeyimizsin,' falan yazar, olmadı iki emoji yollar..."

Sessiz sedasız okurlar mıydı onu bile bilmem. Birkaçı okurdu, ama adres listesinde öyle çok isim vardı ki...Yonca Topbaş bile vardı...Şu gazeteci olan. Şimdi çok şirin görünüyor. 
Hepsi sanal çöplükte...

Oysa şimdi bloğum var, hepsi şimdilik kayıt altında.

Yaza yaza büyüyorum ben...Baka baka sulara...

Çok yaşa sen bloğum... Çok yaşa... 



ELORA DİYE BİR YER




Elora diye bir yer varmış...Tam da burada...Bu heykel de meydanından. Heykelin ismi güzel:  "A Question of Who is in Charge"... "Dümen kimde, işte mesele bu" demek. Heykeltraş Scott McNichol. 

Dümen kimde? Üstüne yazılası bir başlık...Başka yazıya inşallah. Bu durakta inmeyip, Elora'ya ve Arzu'ya doğru ilerliyorum.



Arzu götürdü beni Elora'ya. Arzu, yeni arkadaşlarımdan. Son dönemde hayatıma giren, bünyeme iyi gelenlerden biri. Project North aktivitesinde tanışmıştık. “Ben reiki yapıyorum,” demişti bana o gün.

Ne! Reiki mi?

“Bana şu enerji işlerinden anlayan birini yolla ey evren!” demekteydim o aralar.

“Ama nolur, mevzuyu abartmayan türünden yolla,” diye de eklemiştim. Evren de bana paketlemiş yolladı:

“Ahanda buyur, elimizde bir tane hazır var.” Buyurun, tanıştırayım. Bu da portre denemelerine  kurban ettiğim milyonlardan biri Arzu:





Ben o paketin bu kadar bana uygun hazırlandığını zamanla anlıyorum. Birbirimizi epey bir facebooktan takip ettikten sonra, aynı anda görüşmek istedik, görüşünce doymak bilmedik, ve görüşmeyi de şehir farkına rağmen ihmal etmedik.  Arzu üstlerde dingin, süssüz püssüz, sessiz sakin. Dibiyse görünmüyor, bana göre epey bir derin.

Arzu bir “ hospice”de gönüllü çalışıyor. Hospice demek bir tür bakım evi demek, iyileşme umudu olmayan, hatta tabiri caizse, ölümü bekleyen hastalarla işi. Arada bir Amerika’da bir inziva yerine gidip şarj oluyormuş. Kulağa tuhaf geldiğini biliyorum: “ölümü bekleyen”. Sanki bizim başımıza gelmeyecekmiş gibi... Beklemiyoruz ya...Seviyor işini, tesadüfen farkedilmiş hastalara iyi geldiği, o gün bugündür bakımevi onu, o bakımevini bırakmamış.

Neyse, Arzu beş senedir kocası ve oğluyla Guelph’de yaşıyor. Guelph buranın şirin, küçük, medeni şehirlerinden. Bal dök yala, o kadar da temiz...Yabancısı azmış Guelph’in, İngiliz göçmenlerinin yerleştiği yerlerden. Üniversitesi de var bir tane, genç doluydu otobüs. Greyhound’la gittim, Bir buçuk saat uzaklıkta Toronto’ya. Önce bana kıyak bir reiki seansının ardından kahvaltı, kahve üstü çene derken, evden çıkabildik.

Elora bir minik sanat kasabası. Elora ve Fergus yanyana iki minik kasaba, biri nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor anlamıyorsunuz. Ve Elora Gorge, outdoor aktiviteleriyle ünlü Grand River vadisinde bir boğaz. 

Her bir ayrıntısı oyuncak gibi tasarlanmış kasabalardan. Özenli, temiz, sanki herkes evcilik oyunundaymış gibi atmosferi. Kanada'nın çoğu küçük şehrinde olduğu gibi, hâlâ globalleşmemiş. Bu nedenle her yer film seti gibi.  Alıştığımız tabela , billboard, reklam anarşisi olmayınca, mekanlar insana daha bir "insanî" geliyor. O heryerde karşımıza çıkan nesneler yerine, detaylarında yok olmak istediğiniz mekânlar çıkıyor karşınıza. İnsana sokakta selam verip iltifat eden insanlar kendini turist gibi hissetirmediğinden, kasabanın parçası gibi takılınabiliyor...Yeşil şalvarım hep iltifat alıyor, bu nedenle hiç çıkarmıyorum üstümden.





Biz, o güzel dükkanlarda kaybolmayı başa sefere bırakıp, ilk bulduğumuz birahaneye çöreklendik. Elora Brewing Company. http://elorabrewingcompany.ca/ 

Seyahat bloggerı olmadığım için, size sadece linki veriyorum, yediklerimiz ve içerinin ışığı çok güzeldi diye sadece haber veriyorum.



Sonrasında ise karşımıza birden Tim Murton çıktı  çok matrak bir açıkhava sergisi. Biz gündüz gözüyle gördük, ama esas gece görmek lazımmış. 

Tim Elora'lı bir sanatçı, ressam, heykeltraş. 18 yıllık sanat yönetmeni, 1996'da Halloween için kağıt ve telden canavarlar yapmaya başlamış, ve her sene yenilerini eklediği eserleri kocaman bir hayvanat bahçesine dönüşmüş, ve her sene Halloeen öncesi bu aylarda Twilight Zoo (Alacakaranlık Hayvanatbahçesi) adıyla Elora Sanat Merkezinde sergileniyormuş. Size gece görüntüsünün ne muhteşem olduğunu görün diye linki de ekledim, hizmette sınır tanımıyorum bakınız: http://timmurton.com/the-twilight-zoo/








Fotoğraf makinamı arabada bıraktığımdan, telefonla çektim bunları, çok matrak bir sergiydi, ama gece görmek lazımmış diye tekrar ediyorum, gece fotoğrafları yukarıdaki linkte...Gece gidecekler haber verirse, onlara takılırım, sevinirim de...

Elora adlı bir yer varmış sahiden görmeye değer...

Bir de  Ayşe Egesoy vardı...Hatırlayanlar elime mum diksin...Nereden mi çıktı? Selfiden çıktı abi ki. Kadının programları öyle bir  buğular içindeydi ki, her seferinde "Amanın, lenslerime bir şey oldu," diye paniklerdim...İşte bu akıllı telefonlar şimdi selfi moduydayken, adına güzellik filtresi denen, hatta güzelliğin dozunu  ayarlanabilen  bir filtreyle filtreliyor insanı, buğular içinde, kırşıkları hooop diye siliveren deli bir filtre...Güzellik anlayışını şekillendiren bu "akıllı" dünyamızın yeni akıl dolu icatlarından...

Bu şekilde çekilmiş, absürdlüğünün ziyadesiyle farkında, adeta bebek poposu yumuşaklığında suretlerimizi de  Elora Hatırası olarak koymak istedim bu kısa gezimin sonuna... 





22 Eylül 2016 Perşembe

HEY YOU, DON'T BE AFRAID...





Life has its own money bank. Our values are determined there.

We presume that the value of every one of us is determined by life, but actually that bank is not governed by life. Its master is us, ourselves.

We are the authors of the value we give ourselves. We think we are “worth” something, or “donot worth a lot”.  It doesnot only depend on how much we love ourselves, it is a matter of how much we accept, how much we appreciate our being. Some of us are conscious of their divinity... But most of us are not.

The clue to understand how much we think we are worth is hidden in the small prices we determine for our actions in life, or the value for spending a potion of our time.

Most of the time, we find that we have so many time to waste, that we say “yes” to everyone, not regarding if that yes is appreciated or not.

Or we perform an action that is so easy for us to do, that we throw away many many favours into air, not even asking really where they really  go to.

Or  we  have given a value to some people previously, and doing something for them is priceless. We give away pieces of our being free of charge, feeling good just because that precious one will appreciate us.

Then one day, we find ourselves complaining about:

-how we have wasted time for this, and that,
-how people treat us as if we are a bowl of rubbish,
-how people we think are not of much value are the center of the universe,

And the list goes on...

All that is because we are afraid of not being appreciated...

Paradoxal it is; we are the ones who are not appreciating ourself indeed, waiting to be appreciated by others...

But if we set ourselves a value from the start, then it is much easier for us to say “no”, or to think about what our “yes” means. And for that, all  we need to do is not to fear, not be afraid of being left alone.

Don’t be afraid...Just go out and set your price... Moneywise, timewise, anythingwise...Knowing your blacks and whites...Being wise...


Then let the bank do its work...

16 Eylül 2016 Cuma

BÜYÜYÜNCE BUNLAR GİBİ OLMAK İSTİYORUM


Fotoğraf: Barbara Cole

Tarık Akan’ı sevmeyen var mıydı? Adile Naşit gibiydi o. Sihirli şahsiyetlerdendi. 

Birbirini asla beğenmeyen bir ulusun tüm fertlerine kendini sevdirmeyi başarmış bir dünya güzeli. Bir sene, şu depremin olduğu sene, Kadırga Koyu’nda yaptığımız bir tatilde plajda gördüğümüzde ne sevinmiştim “canlısını” gördüm diye. Meğer aynı pansiyonda kalıyormuşuz.

Hayat öyle uygun görmüş ama bize göre erken  gitti. Allah rahmet eylesin.

Tam da erken gitmekle, geçe kalmak arasında bir yazı yazmak gelmişken içimden, sabah gördüm haberini.

Konu aslında gitmek de değil, geçe kalınca neler yapmayı planladığımız.

Yaşlanmakla ilgili bir derdim olmadığını sanıyorum...Sanıyorum diyorum, artık doğru bildiğim çoğu şey öyle  büyük yalanlarmış ki, farketmeye başladığımdan beri, "sanıyorum" demeyi tercih ediyorum. En azından panik yok- henüz...Onun yerine gündemimde zamanın daha “bereketli”,”verimli” kullanılmasına dair uzun, derin düşünmeler var. 

Eh, gelmez gibi görünen elliye dayanınca, gündem değişebiliyormuş bazen...“Ooo! 2000 mi? Ben o zaman 30 yaşında olacağım,”lar öyle geride kaldılar ki, göremiyorum bile buradan...Ama 70’lerim, 80’lerim açmışlar ışıklarını, “Biz buradayız,” diyor ara ara...

Gözlem severim. Bu konudaki gözlerime dayanarak söylüyorum, ilerisi için genelde şunlar düşünülüyor sanırım elli  yaş grubu arasında:

1-Ege’de bir yerde pastoral rüyalar, hayaller, rakılar, mezeler eşliğinde deniz kenarına yayılmaca

2-Bütün nazını çekecek bir “turcu” bulup, dünyayı gezmece, fotoğraf çekip eşe dosta göstermece

3-Evde, yazlıkta torun, evlat beklemece, beklerken facebookta, instagramda sıradışı insanların sözlerini  paylaşmaca (sosyal medyayla ilgili kısmı ben ekledim, zira kime sorsan "sosyal medyayı azaltmalarda", ben de dahil. Yalnıznığa en kolay reçete, hiç bir gayret gerekmiyor ulaşmak için, ve çok tehlikeli yaşlanma esnasında)

4-“Yaşlanmayayım, gençken gideyim,” diyenlere de rastlıyorum. “Elden ayaktan düşmeden, erkence...”

5-Çocuklarına "yük" olmadan, kendince yaşlılar evi planları yapmaca (evet,  çocuk-ebeveyn ilişkisinin yük olmaktan çıkabileceği  böyle düşünenler arasında seçenekler dahilinde değil)

Bunların hepsinin bir ucu cazip gelse de, nedense içime hiç biri sinmiyor benim.

Öncelikle erken gitmek istemem, neme lazım, gidip de bir daha gelememek var. Her ne kadar kalbim “İnan, bu tek hayatın değil,” dese de, belli mi olur? Ya  “başka hayatlar,” külliyen yalansa? Zaten,  şu anki donanımımla hepsi üstünde hükmüm yoksa,  benim için bu yalan hayat  yegâne olan şu an için. Ve kıymetli... Ve eğer bir yanımız ebediyse dahi, ben mümkün olduğunca çok kalmak istiyorum bu yeryüzü deneyimimde, ruhen ve bedenen olabildiğince sağlıklı olarak tabi. Seviyorum burada olmayı.

Sonra, çocuk, çoluk konusunda, "hayat tarafından" diyeyim de arıza çıkmasın, eğitilmekte olduğumdan, o konuyla ilgili şöyle düşünüyorum: Kızımla ilgili yegâne hayalim: istediği hayatı yaşaması. Bizim bağımız ebedi, bu dünyada en çok dilediğim, özgür hissetmenin ne olduğunu tadabilmesi.

Gezme, tozma kısmı en cazip kısmı olsa da, o şekilde turlamaca işi, bana içine  bir türlü sığamadığım, gdiderek uzaklaştığım bir yaşam biçimini hatırlatıyor. Yapanlara sefaları bol olsun diyorum. Gezeceğim, orası kesin, ve bunun bana daha çok uyan başka vesilelerle ve şekillerle olmasını diliyorum.

Pastoral rüyalar da hoş, itiraf edeyim. Arkası orman, önü masmavi sonsuzluk...Ama pakette bir boşluk var burada da...Böyle bir yer olsun, ama sürekli olmasın, araya başka şeyler alayım. Beni gezdirsin, tozdursun. Üstteki paketle bu paket  bir dengede olsun, ve ikisi de başka bir şeye sahne olsun...

Aslında, sizi yenilerde tanıdığım, benim için iki ilham verici Kanadalıyla tanıştırmak için yaş konusunu açarak  başlamıştım yazıya aslında, laflar başka yerler aktı. Uzatmadan değineceğim şimdi, Beni heyecanlandıran altmışlar, yetmişlerini yaşayan kadınları tanıştıracağım... Yaş almanın imrenilecek bir şey olduğunu bana gösteren kadınlar bunlar.

Geçen sene Le Petit Prince balesinin broşür fotoğraflarına hayran olmuştum, “Bu, bu, nasıl bir şey bu?” deyip şaşırmış, neticede senelerdir hep dilimde olup eyleme geçiremediğim fotoşop olayına beni biraz daha yaklaştırmıştı bu rüyamsı fotoğraflar.



Fotoğraf: Barbara Cole



Bu sene, üyesi olduğum Toronto Camera Club’ın ilk misafiri o fotoları çeken ilham perisiydi. Adı Barbara Cole. http://barbaracole.com/ 


Buranın ünlü fotoğraf sanatçılarından. 63 yaşında.  Su altında çekmiş o destanları. Ve bu sene dalış brövesi almış kocasıyla birlikte, okyanısta dalabilmek için. Dedi ki:

-Yeni şeyler yapmam lazım, dalmayı bu nedenle öğrendim.  

Üretmek üzerine bir hayal. 63 yaşında daha.


Geçen sene de aynısının yetmiş yaşındaki başka bir versiyonu gelmişti kulübe konuşmaya. O da kendini geri dönüşüme adamış, çöp fotoğrafları çekiyor. İlginizi çekerse, ismi Heidi Leverty. http://www.heidileverty.com/biography



Elli yaşında fotoğraf çekmeye başlamış, "Anca sıra geldi," demişti. Geri dönüşüm fotoğrafları çekiyor, dünyanın her yerinde fotoğrafları sergileniyor, ve geri dönüşüm konusunda aktivist. 


fotoğraf: Heidi Leverty

Tarık Akan erken gitti sahiden, ama samimi bir hayat yaşadı, kendisini yaşadı. Bizi hayran bıraktıran şey de bu aslen. 

Ben de bu yaşımda, ileriyi azıcık düşündüğüm dönüm noktasında (her  sıfırla biten yaş, kendimizce bir dönüm noktası oluyor sanırım), şu yağmurlu Toronto gününde, kendimce kendime gaz vermekteyim...Ha, bünye müsait mi, alır o gazı uçar gider mi, yoksa, makina olayı kavrayamaz mı, bilemem...Şu an, ileri yaşlarımla ilgili bu seçeneklerin kalbime çok dokunmasını seviyorum. 

Şu yalan dünyanın tüm karamsarlığında yüzümü çalışkan insanlar, hayalleri olan insanlara çeviriyorum...

Büyüyünce onlar gibi olmak istiyorum...

13 Eylül 2016 Salı

KAÇ KAVŞAKTIR HAYAT?

fotoğrafı Tom Hsiao çekmişti, daha da uygununu bulmazdım sanırım


Kaç kavşaktır hayat?

Kaç kavşak gerekir kendin olabilmek için?

Bu kavşaklara kendi iradesiye gelmez sanır insan. Ama geçtiği yolların virajları, hendekleri, yokuşları, tozu, çamuru, yolboyu seyrine doyulmayan manzaralarıdır insanı kavşağa eşlik eden.

Geldim ben de, işte yine kavşakta dikildim duruyorum bir kaç senedir. Sen seçmezsin ne kadar bekleyeceğini orada, tam ortada. Ne kadar beklemen gerektiğini hayat belirler.

Bugün o bana çok güzel görünen websitemi hazırlayan Deniz’den bir mail aldım:
-Kapatacağım demiştin siteni, emin misin Elif? Devam edeceksen hosting ödeme zamanı geldi.

Evet, sitemi de kapatıyorum. Ve  www.nilisilver.com ile birlikte bir dönem daha kapanıyor, geride sadece kalbimdeki yeri kalıyor. Kimi acı, kimi tatlı başka defterleri kapattığımda olduğu gibi, geriye bir soluk kalıyor. Kapatırken anlamadıklarımı sonradan çok şükür ki anladığım, kendime kattığım, şimdi anladım sandıklarımın da bambaşka anlamları olduğunu sonradan anlayacağım hikayeler kalıyor...

Toronto’ya iki seneliğine geliyorum demiştim... Bilemedim bu kadar seveceğimi. Bilememişim aslında neleri daha çok sevdiğimi...

Geldikten altı ay sonra kapattım şirketimi. Ama websitemi , neden bilmem, kapatamadım o an. Bir şeye ne kadar emek verirsen , o kadar zor oluyor bırakmak diye yazmışım bir kenarıma. Emekten mi bilmem, yoksa o bırakmaya ahdettiğim sıfatlarımın bazılarını hâlâ bırakmaktan ödüm koptuğu için mi kapatamadım?

Ama geldi zamanı. Vedâlaşmak istedim onbeş senemi adadığım işle bu akşam.

Ayşe’ciğim vesile olmuştu tamamen tesadüflerle temelleri atılan gümüş işime. Onu doğurduğumda, ille de kendim bakacağım, günahı, vebâli bana ait olsun diye ayrıldığım mimarlık işimden üç sene uzak kalmam neticesinde  başlamıştı. Bana çok iyi geldi o iş. Bir iş, daha fazla şeye hizmet edemezdi. Ne insanlar çıktı karşıma, bana beni gösterdi... Kimi kaldı, kimi gitti...Hepsine minnettarım. Aldığım keyf, kazandığım maddi, manevi her şey yanıma kâr kaldı.

Şimdi yine Ayşecik için buradayım, ve iki senem bitti... Yine güzel kızım getirdi beni başka bir kavşağa. Yollar karşımda. Kimi daha gösterişli, daha vızır vızır, kimi daha sade, daha ıssız...Bir sürüler... Kalbime güvenip kendimi saldım.  Aklım her ne kadar eski güçlü haliyle beni bir yerlere zorlasa da, nafile... İyi beslemişim keratayı...Asla pes etmiyor. Ama o hâlâ pek anlamadı: dümeni gönül rızasıyla bıraktım ben...

Geçen sefer, benim için yepyeni olan o yola molanın üçüncü senesinde girmiştim.

Ey, Toronto’daki üçüncü senem...

Bana artık ihtiyacım olduğunu düşündüğümü değil, sahiden hakettiğimi ver.

İçinde bütün güzel şeylerin bolluğuyla, bereketiyle ver.

Olduğumu sandıklarımı al, bana gerçeğimi ver...

Kendimi ucundan gördüm, bütünüme neyin hayrı olacaksa, onu ver...






2 Eylül 2016 Cuma

KENDİNE BİR MADALYA TAK



“Şimdi bu akşam, yatmadan evvel, kendine bir madalya tak,” dedi Ayla annem.

“Onsekiz senelik anneliğin için.“

On senelik iyi niyetim için, gayretim için.

Bir şey yapmaya niyetlendiysek, bana uyan şekilde yapmaya çalıştığım onsekiz sene için.
Sevabıyla, günahıyla.

Kimi zaman neşeyle, kimi zaman hüzünle, kimiz zaman öfkeyle, kimi zamansa şükürlerle...

Her annenin yaptığı gibi, kendi usulümce...

Hep elimden geldiğince, sevgiyle...

Artık ne kadar olduysa da, kabulümce...

Daha iyisi, daha kötüsü olmayan bu görevde bunca senelik liyakatım için bir madalya...

Zaman zaman beceremediğimi düşündüğüm için kendimi suçladıklarımı unutarak...

Ya da “daha iyisi”ni nafile yapmaya çalıtığımı hatırlayıp, iyilerin, kötülerin benim için (nispeten, ve epeyce)  mazide kalışını kutlayarak...

Bir göreve talip olduysak, onu tamamlamış olmanın verdiği hazzı her bir hücremde tadarak...

Haddimi, sınırımı hep bileceğimi kendime hatırlatarak...

Kendisi de bir madalya hakeden başrol arkadaşım Kerem’e (herkes kendine takılacak olanı ayarlayacak artık,) ve benimle bu sahneyi paylaşan tüm oyun arkadaşlarımı şükranlarımı sunarak...

“Ara ara hep yap bunu, benden sana tavsiye,“ dedi.


“Ara ara, dön bak kendine  ve, hakettim ben bunu, diyerek kendine bir  madalya tak.”

Siz de yapın ara ara, güzel tavsiye...