25 Haziran 2015 Perşembe

ADAB-I VEDA


 


ADAB-I VEDA

Vedalar zarif olmalı…
Kapıyı vurup çıkmamalı,
daha da beteri:
 kapıyı bile vurmadan…

Önce bir plak koymalı insan kalbine,
uzun uzun hazırlanmalı
en güzel geceye hazırlanır gibi…
Sağını solunu toplamalı giden.

Tertemiz olmalı etraf…
Sonra bir kadeh doldurmalı, en sevdiği şişeden.
Yudum yudum vedalaşmalı
akıp gitmeli,
takılmamalı düğüm düğüm…

Dilsiz olmamalı vedalar,
bir son güzel sözü olmalı
bir ömre yeten...





22 Haziran 2015 Pazartesi

KRİTİK BİR AN: BİR DAKİKA




Şimdiki gençler zamansız. 

Vallahi zamansız. Tek bir zaman birimi tanıyorlar, o da ne tahmin edin: “Bir dakika!”. Ama o  bir dakika, bizim bildiğimiz bir dakika  değil. Münferit bir birim, kendi süresi var. Bu süreye asla güvenemiyorsunuz, çünkü değişken. Sadece o “bir dakika”nın sahibi biliyor o süreyi.

Enteresan. Einstein anlardı belki, rahmetli. İzafiyetini gözden geçirmesine sebep olabilirdi bu “bir dakika”. “Just a moment” başka deyişle. Sadece bir an.

O bir an, öyle kritik bir an ki, işten bile değil ana-babanın aklını yitirmesi, kontrolünü kaybetmesi. Altı üstü dandik bir rica için bile en muhtemel yanıt “bir dakika”. Neden? Çünkü kafalar hep başka yerde, öyle ki, çoğu zaman o kafa  gerçekten mevcut mu, değil mi anlayamıyor insan, öyle çok başka yerde ki, az uğruyor esas mahaline. Frekansı wirelessinkine ayarlı… 

Ve o bir dakika yemin ederim üç güne kadar uzayabiliyor, hatta bazen haftalara akıyor. 
O meşhur “anda kalma” olayı var ya, bu ergenlerin tümü öyle kocaman bir an içinde, hiç dışına çıkamıyorlar.

Kendi ergenliğimi düşünüyorum. Annem, “Hadi kızım bize çay koy,” diyecek, ben de “bir dakika,” diyeceğim.  Gülümsediniz değil mi? Evet, aynen  öyle. O bir dakika ömrüne kazınır insanın alimallah, zamanla alakası bir daha asla düzelmez. 

İşte öyle künefe peynirine dönmüş bir dakikalardan birini anlamaya çalışırken yazayım dedim… Yalnız olmadığımı biliyorum…Anlamaya çalışmasam mı diye de düşünüyorum bazen, unutsam yok olur mu acaba diyorum. Sonra,  alıştım zaten diyorum. Hem kaç tane kaldı o bir dakikalardan diyorum. Gidip sarılıyorum… 

Anlamaya çalışma diyorum… Sarıl gitsin, unut gitsin… Anlayamadığın bir dakikaların kıymetini bil, anladıklarınla yakında tanışacaksın…. 

16 Haziran 2015 Salı

BULUTLARDA BİRLİKTE DOLAŞACAĞIZ ZATEN






Bulutlarda birlikte dolaşacağız, 

demiş kalan

umutla.

El sallamış giden.

Beklerim, demiş

tek başına 

sonsuzluğa 

süzülürken.

Biz ayrı değiliz ki zaten.

10 Haziran 2015 Çarşamba

VATANINI SEVEN EL KALDIRSIN, İKİ ÇİFT LAFIM VAR KENDİLERİNE




Kutsal sevgilerin canı tümünün cehenneme!

Annem kızacak diye daha ağır konuşmadım, küfredince hoşuna gitmiyor, öyle elâlemin önünde, olmaz diyor, kırmayayım kendisini. Bu nedenle edeplice canı cehenneme dedim.

Evet, bir şeyin önüne kutsal getirdin mi, çok fena demek. Sıkıysa biri laf söylesin, sorgulasın. İşte bunlardan, en  kutsal sevgilerimizden birini, vatan sevgisini, herkese ve herşeye rağmen, irdelemek istedim. Malum, zaman vatan sevgisi yarışı  zamanı. Yedi düvel birbirine girmekte. Tüm bu celâl, tüm bu hiddet niye? Herkes o güzelim vatanı diğerinden daha fazla sevdiği için, bunu anlatma yarışında da ondan. 

Tepeden tırnağa, herkes kendince sevmekte. Böğürerek, haykırarak sevmekte. Hattâ sosyal medya kâdir olsa neredeyse sille tokat birbirine girerek bu kutsal sevgiyi, içlerindeki o coşkuyu birbirine anlatmakta herkes.

Sağcılar  ayrı sevmekte, solcular ayrı,  dinciler ayrı. Herkes ötekinden daha çok sevdiğini anlatmaya çalışmakta, ve bu kaos ortamı bu nedenle oluşmakta.

Vatanını seven her grup, diğer gruplardan da ölesiye nefret etmekte. Buyur buradan yak! Sevgi içimizde, ama aynı zamanda bir o kadar da dışımızda!

İnsanın haykırası geliyor suratlarına: o vatanı vatan yapan o nefret ettiğin “ÖTEKİLER” diye.  Seviyorsan her şeyiyle seveceksin bu vatanı, öyle yağma yok! Ayırma yok! Paket böyle! Bütünüyle alacaksın basacaksın bağrına.

Sırasıyla herkese sesleniyorum:

Ey  kutsal vatan sevgisiyle dolu sağcılar! Bozkurt,  bayrak, cart, curt, hikaye! Sen ne kadar Türk isen, bu memleketin her ferdi de o kadar Türk. Bir deşsen  senin de, ecdadının da kanından kaç Yunan, kaç Rus, kaç Arap, kaç Çerkez, kaç Kürt ve bilumum kaç başka ırk çıkar. Hatta modaymış şimdilerde, millet hangi ırktan olduğunu öğrenmek için internetten test falan yaptırıyormuş. Bilsen ne olacak? Herkesteki aynı kan, aynı et, aynı nefes.

“Allah bir tek Türk’ü de korusun”, hikaye. Bak söylüyorum, ama üzülme, Allah bu konuda en torpilsiz merci. Şimdi indir o sözüm ona  bozkurt  parmağını. “Milliyet” denen şey insan uydurması mevzuyu aş, dünyanın başka dertleri var onlara dön yüzünü. Zira eğer car, car, car bağırmaya, nefretini saçmaya devam edersen,  gelir senden daha akıllısı, kurnazı, gösterir sana hedefini. Sen kavganla meşgulken, o güzelim vatan gerçekten çekilir ayaklarının altından. O sabun fırınları Hitler ile birlikte tarih oldu. Hiçbir ulusu temizlemek kolay değil farklı kanlardan, farklı soylardan, farklı renklerden. Seni üzmek istemem ama, ayırımcılık kimi (olabildiğince) çağdaş ülkelerde en büyük virüs diye anılmakta, bilmek istersin belki.

Ey kutsal vatan sevgisiyle dolu solcular! Halkların eşitliği, kardeşliği, cumhuriyet, demokrasi  derken, serpme içine sağcılardan, dincilerden  nefreti.  Bu dünya da olgunlaşmakta, her  türlü “izm”i sorgulamakta artık. Bu güne kadar mağdur olanları korumak, kollamak insanca, ama durumu da abartma. Onları koruyup kollayacağım derken, başkalarını harcama. Hepimiz parçasıyız bu bütünün. 

En kibirli grup olarak seni görüyorum, eğer ki gerçekten başkalarından daha fazla biliyorsan, farkındaysan, okuyorsan (okumak konusunu hatırlatın sonra, açayım, okumak da modern dünyanın en büyük uyuşturucu tuzaklarından biri haline dönüşebilmekte. Herkes ne okuyorsa , o. Okumayın diyen yok, ama çok bilmenin kibirinin altında biraz da bu çok okuyorum ruh hali yatmakta, dikkat edile!),  evet eğer ki farklı, akıllı hissediyorsan öteki salaklardan o zaman şunu da bil:  birileri salak, sen akıllıysan, hodri meydan, bu çok sevdiğin vatanın eğitim seviyesinin yükselmesine kafayı tak. O salaklarla birlikte yaşamaktasın, kendin gibi olmayanı  aşağılayıp duracağına bir el ver. Sana ne öğretildiysen, osun. Diğerleri için de durum aynı. Daha iyisini bilen, bildiğini esirgememeli bu güzel vatandan, ama sadece ve sadece barış için, insanlık için, insanca yaşayabilmek için. Yani gerekliyse söylemeli. Yoksa sonsuza dek susmalı ademoğlu. Ve konuşmak için önce nefreti, kibiri paketleyip kaldırmalı rafa, sonsuza kadar. Seni üzmek istemem ama, ayırımcılık kimi (olabildiğince) çağdaş ülkelerde en büyük virüs diye anılmakta, bilmek istersin belki…

Ey kutsal vatan sevgisiyle dolu dinciler! Dindarlar demedim, bak özellikle, zira bu topraklara dini makas, bıçak bilumum kesici bölücü alet olarak kullanmak seninle geldi. Biliyorum, dindarları dinden soğuttun, dinime imanıma, diyesim var, ama dinsizim elhamdülillah. Bırak artık bu ayakları. Parayla imanın kimde olduğu bilinemez, sen de takılma çok fazla kurana, ibadete. Dünya alem bütün inançları sorgulamakta, eskidiğini düşündüklerinin yerine yenisini koymakta. Sen de habire her mevzuyu “Ya Allah, Ya Bismillah”a bağlama. Geçmişe olan özlemini de koy sepete, dolunayla denize at, diyeceğim, üstüne de oku bir Fatiha. Zaten İslam’ı da dinlesen, başka herhangi bir inanç öğretisine baksan, sadece ve sadece bugünde hükmün olduğunu hatırlayacaksın. 

Dinin de, güya, herkesi, her şeyi sevmeyi buyuruyor, ayırmadan, yargılamadan. Habire başörtünü, sakalını, takkeni düzeltmekle uğraşmasan, İslam’ın senin inandığın şekillerden daha öte, daha derin, daha hümanist bir inanç olduğu iddiasında olduğunu göreceksin, kimseye gıcık olamayacaksın zaten. Geçmişte takılmak out, anı yaşamak in. Takılma Osmanlı’ya, sırf Atatürk’e inadından maymun ettin kendini. Geçti o pazarlar, hedef Niğde desem olmayacak, ama senin hedef değiştirmen farz. Sana gösterilen yolda devam etmek istersen, dünya aya, sen yaya olacak bilesin.  Vatanını mi, dinini mi daha çok seviyorsun kararı değil bu, bu ayırımcılıktan vazgeç. Seni üzmek istemem ama , ayırımcılık kimi (olabildiğince) çağdaş ülkelerde en büyük virüs diye anılmakta, bilmek istersin belki.

Aaa! Yetti be! Bizim kadar kimse sevmesin vatanını maazallah! Bu büyük sevgiyle getirdiğimiz hale bakın. İnsanın “Ulan, sevmez olaydınız!” diyesi geliyor. (Pardon, ulan dedim.)

Kim seviyor sahiden bu vatanı biliyor musunuz? Artık car car car konuşup fikirleri havada uçurmanın manasız olduğuna inanan bir kesim biliyor, ufak ufak “Ben nerede katkıda bulundum bu yanlışa?” diyenler seviyor. “Şimdi payıma düşen nedir, ben ne yapsam da bir şeylerin değişmesine bir tutam tuz olsam?” diyenler seviyor.

Üzüntülerinin tezahürü çemkirmek değil, bir adım atmak olanlar seviyor.

Yukardaki kategorilerin hiç birine artık ait hissetmeyenler seviyor.

Herkes sevgiden bahsediyor ama pek azımız sevmeyi biliyor.

Gerçekten sevmek neymişi hâlâ öğrenmeye çalışan benden herkese sevgiler.

4 Haziran 2015 Perşembe

ÖCÜLERİN BUGÜNKÜ HALİMİZE KATKILARI



“Seçimleriniz  umutlarınızı yansıması olsun, korkularınızın değil”

Şimdi ben söyleyeceğim, kimse dinlemeyecek… Ama bilgeliği tescilli birisi söyleyince en azından üstünde düşünüyor insanlar. Mandela demiş bunu…

Seçimlerimiz umutlarımızın yansıması olsun, korkularımızın değil.

Boktan şeydir korku. Ve  eğer bir cehennem varsa, korku dolu bir kalptedir o cehennem. Bu dünyada hem de, yani güneş sisteminden fazla uzaklaşmadan.

Seçim ve korku aynı cümlede geçtiği için, anladınız ne kastettiğimi sanırsam. Korkuyu düşünüyorum kaç gündür, mâlum iş yok, güç yok benim buralarda. Sadece en sevdiğim düşünme faaliyetim var bana arkadaş. Sosyal medyam da var. Her açtığımda üstüme üstüme gelen, hepimizin üstüne üstüne gelen.  Öcü gibi… 

Korku hakimiyetindeki güzel ülkeme dertlenirken bol bol  düşünüyorum…

Neden korkuyla yönetilebilinen bir ülke, bir bölge olduğumuzu düşünüyorum. Gerçi herkesi yöneten bir his bu, ama en çok bizim oraların canı yanıyor. Bütün dünya bunun üzerine kurulu, bunu keşfeden parayı götürüyor.

Şişmanlamaktan kork, zayıflayamamaktan kork, hastalanmaktan kork, mikroptan kork, daha da beteri ölmekten kork, hadi ölmedin sürünmekten kork, yaşlanmaktan kork, yaşlanmasan da seni yaşlı görmelerinden kork, kırışıklardan kork, yalnız kalmaktan kork, rezil olmaktan kork, dışlanmaktan kork, kork babam kork… Ne ara bu kadar korkak oluyor insan diye düşündüm, ve geçmişe uzanınca bulduklarım beni çok eğlendirdi, paylaşmasam olmazdı…

Mâlum, çocukluğa gittim ben yine, biz küçükken çok daha az var bu korkulardan üstümüzde. Elini kolunu sokarsın ateşe, mateşe, her şeye. Korkmazsın. Canın yanarsa anlarsın uzatmaman gerektiğini. Demek ki can yanması ilk koşuldur korkunun hissedilebilmesi için. Ama genelde daha el yanmadan, can acımadan başlar müdahale bizde: “Aman aman aman! Elin yanar!”la başlar. Evet, bu gerçek bir ifadedir. Koruma içgüdüsüyle , daha ateşi anlamadan çocuk, kalbine ateş korkusu bir salınır önce. Çocuk güvendiği herkese inanır, hele anneye, babaya ne çok inanılır…Sırf canı yanmasın diye, her dediklerine güvenilir.

O anne, baba çocuğu dilerse her şeye karşı korkutabilir. Şimdi siz “Hangi ana baba böyle her şeye karşı korkutur çocuğunu,” demeyin hiç… Ne hatıralar var bende, sıkı durun sıralıyorum:

"Yukarıda öcü var," ile "Yukarıda  tavşan var," arasındaki yelpazede giden , uslu durmazsa çağırılacak her tür yaratık var mesela. Tavşanı hemen bilecek sahibi, çok çok sevdiklerim oldukları için sadece gülecekler buna eminim, yani inşallah gülecekler…Tavşan epey bir yaratıcılık isteyen bir durumdu , itiraf ediyorum, öcü korkunç bir şey diye onun avatarı  olarak yaratılmıştı  hatırladığım kadarıyla. 

O Öcü var ya o Öcü! Herkesin evine bir kez uğramıştır çocukken. ( Kendilerine özellikle göstermiş olduğum saygıdan büyük harfle yazıyorum, Yenge kızmayasın bana, zira bilerek yaptım bu sefer). Öcü,  ne idüğü çok bilinmeyen, ve bilinmek istenmeyen bir canavardır. Genellikle çocuklardan beslenir, yani herhalde gelir yer falan. Herhalde diyorum, çünkü “ Öcü geldi, yedi” diye bir haberi zamanının efsanesi Tan gazetesi ( 90’lı yılların Zaytung’u) dahi yazmamıştır. Yani hiç olmayan bir şeyle senelerce korkutulmuştur çocuklar. Ve insan uydurması şeyden korkmaya süper bir örnektir. 

Ana, baba bakar ki, Öcü   işe yaramıştır, ilerleyen yıllarda olmayan başka fenalıklardan korkutmaya devam edilir. Bunların en babası elâlemdir. Bu başlı başına ele alınması gerekir, zaten hep anarım kendilerini çoğu yazımda,  hızla geçiyorum. Elâlem, kendimiz gibi olmayan başka insanlardır, ve işleri güçleri bizi seyretmektir, ve arkamızdan konuşmaktır. “Bunlar arkamızdan konuşursa konuşsun, bize ne olur ki?” demez o annesinin babasının dediklerini o yaşlarda sorgulamayan çocuk. Sorgulamaya herhangi bir aklıselim aile bireyi tarafından  yönlendirilmeyen çocuk. 

Sonra sıra gelir “Korkunç ŞEY’lerle dolu dış dünya”ya. Bu çocuklarını çok seven ana babalar,  dizlerinin dibinde otursunlar da, onlar hiç endişe etmesin diye sadece kötülükleri vurgulanmış bir dünyadır. "Sana güveniyorum, ana dışarıya güvenmiyorum," da kardeş cümlesidir bunun. Korku- güven çatışması başlatılmıştır, bunun mücadelesini toplumlar ağır ödeyeceklerdir, tekrar güvenmeyi öğrenmek için arayışlar başlayacak, başka bir yazının konusu olsun bu, korkunun unutturdukları hatırlanmaya çalışılacaktır: hayata güvenmeyi sil baştan öğrenmeye çalışacaktır toplumlar.

Çocukları bu korkuya garketmek çok bencilcedir, ben de bu hissi kızım büyüdükçe hissetmiş, bu hisle çok savaşmış, bazen yenmiş, bazen yenilmiş biri olarak itiraf ediyorum, ebeveynin cankurtaranıdır bu canavar dış dünya. “Kötü anne yoktur, korkusuyla baş edemeyen endişeli anne  vardır”. Bu özlü söz benim tarafımdan dile getirilmiştir, ve çok doğrudur. Korkusuyla başedemeyip bunu çocuğa aktaran ve onu arada derede bıraka anne hayatı çocuğa da, kendisine de dar eder, çünkü çocuk büyümüştür artık, ve dünya bir ergen için güzellikleri keşfedilmeye başlanmış bir yerdir artık…Çocuğun ana babaya itiraz etmesi en sağlıklı olandır, aksi durumlar sağlıksız bir toplumun nüvelerini oluşturur. Hem elâlemden çekinen, hem de evi en güvenli yer diye düşünen ergenler, sorgulama dürtüsünü başlatamamışlardır, ve zannımca toplumlar için tehlike oluştururlar… Eğer ki konservatif, sorgulamayan bir eğitim hayatına da maruzlarsa, bu kişiler çok kolay korkutulur ve yönetilirler. "Uslu, efendi, uyumlu çocuk" denen şey bir şehir efsanesi olarak kalmalıdır. Anne babalar böyle çocuk dilemekte haklıdırlar, elâlem de böylesini tercih eder, ama bu arızî bir hâldir.

Mikroptan, hastalıktan, şişmanlıktan ve bilumum tüketim toplumunun üzerimize saldığı korkulara değinmiyor atlıyorum, zira bir kere çocuk bu Öcü, elâlem ve canavar dış dünya triosuna maruz kaldıysa , zaten doğal olarak saydığım üçlüye oranla daha elle tutulur, gözle görülür korkuların çok daha kolay tutsağı olacaklardır. Bu korkularından beslenen ekonomiye katkıları büyük olacak, çark kolay dönecek, bu çarkı döndürecek bireyler yetiştireceklerdir, çark asla durmayacaktır. Dünya dönecek, çark işleyecek, herkes korkacak, paralar basılacak, AVM’ler dolacak taşacak, birileri o AVM'leri yapacak, birileri gidecek alışveriş yapacak, getirecek, pişirecek, yiyecek misali hep yeni markalara, pazarlamacılara ihtiyaç olacaktır. Ve herkes topluca bu korkuyu yaşadığı için, bu hiç sorgulanmadan devam edecektir.

Şeriattan korkmakla, Kürt’ten kormak, veya ölüm saçan o korkunç mikroplardan korkmak hepsi birdir. Birbirinden hiç farkı yoktur özde. Birilerini korkutur, birileri bundan istifade eder. Çok korkan, en çok bağıran, karşısındakini en çok aşağılayandır, genel gidişattaki huzursuzluğa katkıları büyüktür. İstedikleri için mi böyle yaparlar, hayır elbet. Anne babaların çocukların canını bilerek yakmak istemedikleri gibi, averaj insan istemez kırıcı olmayı. Korkutulmaya, canavara dönüşmeye görsün...

Korkunun ecele faydası var mıdır? Yoktur.

Olacakla,  öleceğe var mıdır? Yoktur.

İnsanı agresif kılar mı? Nefretle doldurur mu? Doldurur

Sağduyusunu saptırır mı? Saptırır.

Birbirine düşman eder mi? Eder.

“Öteki”ni yaratır mı? Yaratır.

Böler mi? Böler.

Mahveder mi? Eder.

Baş etmek kolay mıdır bu hisle? Kesinlikle hayır. Ama en büyük suçlunun o olduğunu hissetmek de korkusuz toplum dileyenler için atılacak bir adımdır...

İçinde büyüdüğümüz topluma hep dönüp dönüp bakmak da faydalıdır.

Kimin neden en çok korktuğuna, ve bu ulusların ne şekilde yönetildiklerine, ne şekilde eğitildiklerine bakılabilinir. 

“Korkut ve yönet”tir demokrasi de dahil  insan uydurması tüm rejimlerin baş gıdası. Yoksa nasıl bir arada tutacaksın bir milleti, düşman yaratmazsan, ne işe yarar düşmansız millet? Kiminin düşmanı şeriat, kimininki Apo, kimininki CHP. Ne acı ki böyle kurulmuş düzen en baştan…

Korkarak oy vermekten bıktım ben. Korktuk yerdik, korktuk verdik, korktuk birbirimizi kırdık. Hâlâ da kırmaya devam ediyoruz. Birleşmeye asılmamız gerekirken, hâlâ  bayıla bayıla ayrışıyoruz. 

Tek konsantre olmamız gereken şey birleşmeye çalışmak olması lâzım değil mi sizce? 

Korkunun karşısında dayanamayan tek şey de, şimdi dersem paparayı yine yiyeceğim, mâlum o baş harfi sevgi olan şey… Gel de imrenme şimdi Mevlâna’ya, Lennon’a, Dalai Lama’ya, Ghandi’ye ve günümüz dünyasında ihtiyaç sebebiyle popülariteleri  bütün dünyada artmakta olan bilimum ermiş kişiye…Ruhları şâd olsun  diyeyim ben iyisi mi, ve bir daha tekrarlayayım  Martin amcanın güzel sözünü:

“Seçimleriniz umutlarımızın yansıması olsun, korkularınızın değil.”

Seçimlerde uygulayamasak dahi, hayatta bir yerde belki birilerinin işine yarar diye…

Okuyana sevgilerimle...