8 Aralık 2014 Pazartesi

AŞIK VEYSEL ÜZERİNDEN İLHAMA BAKIŞ

Fotoğraf Ara Güler'den


“İLHAM:  Esin; Tanrı'nın, peygamberlerin yüreğine doldurduğu tanrısal âleme özgü duygu ve düşünceler”. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “ilham” sözüğünün karşısında yazan anlam bu.

Esin’in karşısında yazan ise aynen şöyle: “Etkilenme, çağrışım veya içe doğmayla akla gelen yaratıcı duygu, düşünce, ilham”

İlham’ın kökenine bakınca Arapça lhm kökünden geldiğini (Arapçada kelimeler üç adet sessiz harften oluşan mastarlardan türer, buradaki üç sessiz de l,h,ve m sessizleridir), yutma, yiyip bitirme anlamındaki fiilden türediğini görüyoruz.  Yani bir tür içe atma söz konusu, kastedilen kalbe atma. İngilizcede ve Fransızcada ise kökeni nefese uzanıyor, bu da ilginç, çünkü nefes de, üfleme de, hep mistik duygular taşıyor. 

“İlham” ve “Esin” aynı şey gibi görünmekle birlikte, ilhamın içeriğinde bir tanrısallık mevcut. TDK’nın anlamında var olan tanrısallık boyutu, sanırım çoğumuzun hissettiği, ama açıklamakta zorlandığı ilhamı esinden farklı kılan bu nüansı dile getiriyor.

“İnsan ruhunu ele geçiren tanrısal güç.” Bu tanım, zaten anlaşılmaz olan konuyu iyice “aman benden uzak dursun”a dahi getirebilir. Bazı insanlarda olup, bazılarında olmayan bu “şey” ne tür bir farklılıktır? Bunu kurcalamak yaradılışın en derin dehlizlerinde kaybettirebilir insanı.

“Hepimiz aslında kardeşiz”  dünyamızın geldiği bu “benim dinim seninkini döver” ortamında insan “Tanrı” kelimesini kullanırken kırk kere düşünmeye başlamışken, büyük eserler bırakmış kişilerin ortak noktasının bu “tanrısal güç”  olduğunda genel bir ortak görüş olması sanatın ve sanatçının ilahi durumu hakkında hemfikirlik olması enteresandır. Ben tanrının o herkesin üstünde tartışarak birbirine düştüğü kutsal kitaplar yoluyla değil de, “ilham” denen şey üzerinden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Neticede kitaplarda bahsedilen de tanrısal güç, ilhamda bahsi geçen de aynı güç. Biri dünyanın birbirini yemesine vesile oluyorken, diğeri hiçbir şey olmasa dahi, güzellikler sunuyor.

Ben bunu kendim için kurcalayadururken, sizlerle topraklarımızda yetişmiş büyük sanatçılardan birinin, Aşık Veysel’in “tanrısal gücü” ile, ilhamıyla  bu konu etrafında buluşturmayı uygun gördüm. “Büyük sanatçı”dan kastım, insanlara çok büyük bir yalınlıkla ulaşan, hümanizmi herkes tarafından hissedilebilen, parlaklığı çeperinden değil, kalbinden yansıyan sanatçılarımızı incelersek, bu tanrısallığı anlamaya az da olsa yaklaşabiliriz diye düşünüyorum. Hayatlarından küçük ipuçları bizi belki bir yerlere götürür. 

Aşık Veysel bahsettiğim dehaya en çarpıcı örnek. Çünkü hiçbir konuda eğitim almamış, en büyük şansı o eğitilmediği için saf kalan ruhu olmuş. Her şeyi aklıyla değil de kalbiyle yapmış. Öğretmeni hayat olmuş, sadık yari toprakla  yolunun sonuna kadar farklı bir bağ kurmuş. Çok şanssız bir başlangıç yapmış, ama her  eksikliği hayata büyük artılar katabilmesine vesile olmuş. Öbür tarafı bilemem ama bu dünyayı rehberi, öğretmeni, gurusu olmadan anlamış, ve anlatabilme şansına ermiş. Bir yerden bir destek almış olması gerek ki o da dizelerine yansımış: ilham denen şey, şüphe götürmez, kendisine uğramış. 

Büyük ozanın hayat hikayesini dileyen zaten Google hazretlerine danışabilir, herkesin birbirinden kopyaladığı Aşık Veysel hayatını okuyabilir. Ben yine de size genel  bir özet yapayım: Veysel Şatıroğlu 1894- 1973 yılları arasında yaşamış, memleketi Sivas. 7 yaşında bir gözünü çiçekten, diğerini ise sopa girdiği için kaybetmiş. Umutsuz ve mutsuz gençlik günlerinde babasının teşviğiyle sazla tanışmış, hayatının tüm dramlarında ona sarılmış. Bir çocuğunu on günlükken toprağa vermiş, ilk karısı Veysel’i kızıyla bırakıp başka biriyle kaçmış, sonra o kız çocuğunu da kaybetmiş, neyse ki ikinci karısından günyüzü görmüş.  Şair Ahmet Kutsi Tecer’in desteğiyle Köy Enstitülerinde saz hocalığı yapmış, ve sonrasında Mustafa Kemal’e yazdığı bir destanı kendisine bizzat okumak için yollara düşmüş, ama başaramamış. Yine de bu destanın tesadüfler sonucu fark edilip basılmasıyla birlikte beş parasız geldikleri Ankara’dan, tüm Türkiye’nin tanıyacağı bir şair olarak dönmüş. Sonrasında TBMM tarafından maaşa da bağlanmış.

Veysel gençliğinde askere gidemediğine çok yanmış. Herkes harbe gittiğinde, gençliğinde, bir o kalmış sazıyla. Hem arkadaşları cephede, hem sefalet, bu dönemi oldukça münzevi geçirmiş. Ağaç altlarında yatmış, kalkmış. Ne olduysa sanırım o esnada olmuş. İlham onu hep sazıyla, hep yalnız, hep dertleşme halinde bu ağaç altlarında keşfetmiş. Bu münzevi hayatın yansıması da eserlerinde insanın içine işleyen şey olmuş. Veysel de toprakla kurduğu bu ilişkinin hayatının sonuna kadar kadrini bilmiş.

İlk karısı kendisini terk ettiğinde ardından "Anılmazdı Veysel adı, o sana aşık olmasa" diyebilmiş. Bir rivayet de, karısının kendisini terk edeceğini hissettiği gece, karısının ayakkabısının içine para bırakmış. Karısının onun hakkında ne düşündüğünden ziyade, kendi aşkıyla alakadarmış Aşık Veysel, karşılık beklemeden sevmiş sahiden de. Tasavvufta bahsi geçen Aşk’ı kimseler ona öğretmeden biliyormuş. Hoşgörülü, olgun ve saygılı. Aşk’la, aşk acısıyla olma ve olgunlaşma, insanın kamil olma halinin en güzel örneği anlayana.

Yaratıcılığın yanı sıra mevcut tevazu hali de gerçek sanatçıları diğerlerinden ayırıyor. “Yaratmak” fiilinin içermesi gerektiği düşünülen kuvvetli ego, fark ediyoruz ki aslında çoğunluğa derinden dokunan sanatçı kişiliklerde tamamen kontrollü bir halde barınıyor, havalarda savrularak sağa sola zarar vermiyor. 

Aşıklar bayramına çağırılan aşıklara bir sertifikayla birlikte 10’ar lira verildiğinde, diğer aşıkların beğenmediği harcırahı Veysel’in almak istememesi, “Bizi buraya çağırıp dinlemeniz bizim için en büyük ödül budur” demesi üzerine şair Ahmet Kutsi Tecer’in dikkatini çekmiş ve bu tevazusu ona sonradan çok destek olacak bir dostluğun başlangıcı olmuş. Şiirlerini de ondan sonra yazmaya başlamış. Ahmet Kutsi Tecer Köy Enstitülerinde saz dersi vermeye başlamasına, Türkiye’yi bu sayede dolaşmasına sebep olmuş. Küçük dünyasının farkındaymış, ama ilhamını nereden aldığını ne zaman fark etti, ya da fark etti mi, bilmek isterdim.

“…Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kafidir
Görenler dar görür geniştir bana
Sohbetim ülfetim bana kafidir…”

Atatürk’e yazdığı destanı dinletmek için çıktığı sefer de, tüm Türkiye’nin kendisinden haberdar olmasına vesile olan bir gazete haberiyle sonuçlanmış. Atatürk’ü göremediğine hep yanmış. Ama kısmet başka şeyeymiş, Türkiye onu görmüş. 

Türkiye karıştığında, altmışlı yıllarda ise taraf olmamış, olmadan da Türkiye kalbine basmış onu, sağcısı, solcusu sevmiş: “Ben körüm, sağa sola saparsam bir çukura düşerim”, demiş, kalbine fısıldananı yazmış:

“…Kurana bak İncile bak 
Dört kitabın dördü de hak 
Hakir görüp ırk ayırmak 
Hakikatte yüz karası… 

…Veysel sapma sağa sola 
Sen Allah'tan birlik dile 
İkilikten gelir bela 
Dava insanlık davası “ 

Meşhur olup köyüne döndüğünde ise Sivrialan'da ilk meyve bahçesini herkesin dalga geçmesine rağmen ilk o yetiştirmiş, ve bu da kendisiyle dalga geçen köylüsüne iyi bir ders olmuş, utançla kör bir adamın daha fazla şey görmeye muktedir olduğunu kabul etmişler. Meyve ağaçlarının elleriyle gider gider okşarmış. Annesinin dediğine göre, bir tek kırmızıyı hatırlamış sonrasında hayatı boyunca. Kan rengi kırmızıyı. Bir de siyahı, ama siyahı parlak bir renk olarak tasvir ediyor. Ve yeşilleri de elleriyle hissedermiş, yeşile ayrı bir düşkünlüğü varmış. Aşık Veysel başkalarının göremediğini görebilmiş ve o belgelere geçen meyve bahçesinin, yörenin ilk meyve ağaçlarının sebebi olmuş. Gözleri görenlerin, gözünün önündeki nimetlerin farkında olmadığı bir çoğunlukla paylaştığımız bu dünyayı mı alırdınız, yoksa kalbindeki yeşile takılıp, yaşadığı yeri yeşertmeye çalışanlarla dolu olanı mı tercih ederdiniz? Hangisi “görmek”? Hangisi “bilmek”? Hangisi “anlamak”? Ve bu algı, nasıl bir bilincin meyvesi olabiliyor, akılla mantıkla açıklanabilecek şeyler değil bunlar, sözüm her şeyi mantıkla anlamaya, anlatmaya çalışanlara.

“…Havaya bakarsam hava alırım 
Toprağa bakarsam dua alırım 
Topraktan ayrılsam nerde kalırım 
Benim sâdık yârim kara topraktır… 

…Hakikat ararsan açık bir nokta 
Allah kula yakın kul da Allah'a 
Hakkın gizli hazinesi toprakta 
Benim sâdık yârim kara topraktır…”

Bu sıradışı yaratıcılarda kendilerinin bile belki farkında olmadan yaşadıkları bu tanrısallığı hissetmek için, sadece satırlar arasında gezinmek çok şey ifade edebiliyor insana, ve bu anlatım ne kadar yalın, o kadar etkileyici oluyor bünyede:

“Uzun ince bir yoldayım 
Gidiyorum gündüz gece 
Bilmiyorum ne haldeyim 
Gidiyorum gündüz gece 

Dünyaya geldiğim anda 
Yürüdüm aynı zamanda 
İki kapılı bir handa 
Gidiyorum gündüz gece…”

Hayat dediğimiz biri giriş, diğeri çıkış olan bir hatta yolculuk, en yalın anlatımıyla…
Dizeler arasına girince de, dipsiz kuyu misali, yolculuk derinleşiyor. 

Çıkış kapısına yaklaştığında ise vasiyeti şu olmuş:

“Gözlerim görseydi toprağı göremeyecektim, özelliklerini bilmeyecektim…Mezarıma taş koymayın, üstümü toprak örtsün, otlar bitsin, çiçekler büyüsün. Üstünde biten otu koyun kuzu yesin, üstümü kapatmayın taşla, sadık yarim toprağa koyun beni, üstümü taşla örtmeyin. Rica ediyorum.”

“Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum”

Nur içinde yatasın Aşık Veysel...



Aşık Veysel şiirleri
www.antaloji.com
www.asikveysel.com
Ümit Yaşar Oğuzcan
Can Dündar’ın Aşık Veysel belgeseli




1 yorum:

  1. Çok içten,muhteşem.
    Bu deneme ya da öykü değil, hoşuna gider mi bilmem ama neredeyse akademik

    YanıtlaSil