25 Ekim 2014 Cumartesi

REALİTEMİZ = DÜALİTEMİZ


Kafamda deli sorular, sağa sola çarpıp duruyorlar. Diyorlar düşünme… Nasıl düşünmez insan? 

Hayat dualitelerle dolu diyorlar… İyi-kötü, güzel- çirkin… bana bunlardan bahsediyorlar…

Ben diyorum , sizin dediğiniz gibi değil o düalite…

Bir Ortadoğulu için , bu dedikleriniz değil düalite diyorum..

Birim realitemiz de başka, düalitemiz de…

Bizim düalitemiz bizim çocuklar- çağdaş çocuklar, veya bizim kızlar- çağdaş kızlar, veya bizim komşular- çağdaş komşular, veya bizim adamlar- çağdaş adamlar… bizim hayatlar- çağdaş hayatlar, bizim ölümler- çağdaş ölümler. 

Daha binlercesini sayarım bu düalitelerden…

Bizim askerler- çağdaş askerler mesela.

Üç genç ölmüş bugün.

Ben çocuktum… Onlar ölüyordu…

Ben ergendim…Ölüyorlardı…

Ellimdeyim… Hala ölmekteler…

Bizden uzakta ölüyorlardı. Onları görünmez yapan tek şey buydu… Ancak şöyle kırkı, ellisi bir arada ölecekti ki, kafamızı doğuya az çevirelim bakalım… 

Burada bir asker öldü.  Sadece bir tane… Tövbe ama dalga geçesi geliyor insanın!  "Bir taneden olay mı olur?" diye. Alışmışız onlarcasının sessiz sessiz gömülmesine.

Ne diyeyim daha? 

Tek düaliteye indireyim dilerseniz olayı: 

Bizim insanımız- çağdaş insan: iki apayrı uçta...

Çağdaşız çağdaşız, kendimiz kandırdık durduk. Yemişim çağdaşlığını  Türkiye’min… Ben size diyorum yaşım ELLİ! Delikanlılar hep ölüyordu… Kızlar hep çocuk gelin oluyordu, gençler  saçma sapan şekillerde kayboluyordu, kadınlar hep sokaklarda kurşunlanıyordu… Biz ise hep konu komşuyla alakalıydık…Annemin döneminde yılanderileriyle, incileriyle, bizim dönemde Burberry'leriyle, Hunter'larıyla, Prada'larıyla…Aldıklarıyla, yedikleriyle, içtikleriyle…

Onlar hep ölüyorlardı!!! 

Biz ise sadece ve sadece ekonominin ne alemde olduğuyla alakadardık… Toplum insandan ibaret, paradan puldan değil, anlatmaya çalıştığında ise ekonomi tahsilin yoksa kimse kale dahi almazdı…Bir toplumda en itibar gören meslek bankacılık olur mu ya? Benim ilk çalışma yıllarım buna denk geldi, annem  bile beni hep banka müdürü görmeyi hayal etti…” Ya anne mimardan banka müdürü nasıl olsun?” dedikçe, yılmadı beni her bankaya mimar olarak sokmaya çalıştı işe yaramayan torpilleriyle… 

Bankacı arkadaşlarım alınmasın, her meslek saygıdeğer, ama kabul etsinler ki, o gelişmekte olduğunu sandığımız ekonomimizin en parlak sanılan Özal döneminin en rağbet gören, en kıymetli mesleğiydi bankacılık… Muhtar Kent de en emrenilen lider… "Dünyanın ağzına sıçan “şey” in en baba simgesinin başında olmak nasıl imrenilecek bir şey olabilir?", diyenlere "Bu da bir boktan anlamıyor!" gözüyle bakılırdı...

Nasıl olabilir de hep en zenginler "başarılı" sıfatına layık görülürdü? Yanıt basit: Sadece ve sadece daha çok “para” istenirse görülür. Daha çok para ne için? Daha çok satın alacağız, mesela avokadoyu beş ayrı şekilde kesen bıçağımız olacak, çağdaşlık gereği…

Oysa diyorum size: Delikanlılar hep ölüyordu… Kızlar hep çocuk gelin oluyordu, gençler saçma sapan şekillerde kayboluyordu, kadınlar hep sokaklarda kurşunlanıyordu…

Biz çağdaşlığı yeni kaybetmedik, hiç bulamadık ki kaybedelim… Sadece onlarca yıldır boyun tutulmasından, kafayı sağa sola  çevirmeyi unuttuğumuzdan görmemekte ısrar ettiğimiz  her şey anca bu kadar gözümüze sokulması gerektiği için fark ettik…

Kendi kuşağıma sözüm… Üç beş dil konuşmayı çağdaşlık sananlara… Bir ayağı Avrupa’da olmayı çağdaşlık sananlara… O zorla girilen üniversite sıralarının kıymetini bilmeyip,  o sıralarda olmaya çok ihtiyacı olan bir kızın hakkını yiyen ve bundan şu an kendini sorumlu hissetmeyen  hemcinslerime… Güzel restoranlarımız olmasını çağdaşlık sananlara,  ya da rezidanslarda oturmayı, evlerinde kimselerde olmayan alet edevat çöplüğüyle gurur duyanlara.

Herkes borçlu o ölen delikanlılara, 12’sinde gerdeğe giren kızlara, gözaltında kaybolan çocuklara, sokakta kurşunlanan kadınlara.

Düalitenin "çağdaş" tarafına geçmek adına. 

Bir insanın bir dünya kadar değerli olduğu yerde başlıyor çağdaşlık, kendin kadar değerli olduğunda. Bir "can"ın kıymetinin, tüm toplumun kıymetini yansıttığını anladığında, sorumluluğunu hissettiğinde başlıyor. 

Herkesin elinde  bir şey gelir, yeter ki olanlardan az da olsa kendini sorumlu hissetsin, en azından bu saatten sonra.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder