değişen türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
değişen türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2017 Perşembe

YENİ YIL YAZISI OLSUN


Yepyeni bir ülkede, kendi çapında  eskimiş biri olarak yeni yıl yazısı yazmanın keyfi üstümde, sizleri eskiye götüreyim dedim...Memlekete, oldukça eskilere gidelim, hadi gelin. Bakalım bizi buralara neler getirmiş...

Bir vardı, bir yoktu, diye başlayayım...Yılbaşının çam ağacı, Noel Baba, herkese hediyeler, indirimler, alışveriş listeleri demek olmadığı bir zamanlar vardı.  Altmışları, yetmişleri görmüşler için şimdinin şaşaası düşünülemezdi bile. Eski yıl devrilince, saf bir yenilenme heyecanı olurdu sadece. Yeni yılı karşılamanın neşesi hep vardı, sadece tüketilen şeyler farklıydı: kuruyemiş ve Chiquita’dan evvelki yılların kıymetli  meyvası Anamur muzu demekti yılbaşı. Bu meşhur ikilinin Yerli Malı Haftası dışında birlikte görüldüğü ikinci yer, yılbaşı sofralarıydı.  Benim gibi ortasınıf bir ailedenseniz, babanız hacı  bile olsa, yeni yıl kutlanırdı. Günahı, sevabıyla kimse ilgilenmezdi. Bunun eğer ki bir hesabı varsa,  öteki dünyaya bırakılırdı.

Genellikle en hamarat kimse, onun evinde bütün aile bir araya gelirdi. Ağaç olmasa da, yeni yıla hürmet edilir, evler kedi merdivenleriyle  süslenirdi. (Kedi merdiveni diye Hz. Google’a yazınca hala çocukluğumun kedi merdiveni çıkıyor vallahi, şimdi merak ettim ve baktım. Zamana direnmiş kendisi.) Tombala da yılbaşında çıkardı kutusundan, çoluk çombalak o rengarenk kartlara bayılırdık. Dünyanın en harika oyunu muamelesi yapılırdı  o  ibiş oyuna: birinci çinko, ikinci çinko ve tombala. Kumarın masumu, aile boyunda oynananı, kazananın üçbeş kuruşluk servete konduğu Tombala.

Siyah beyaz ekranlarda gece yarısına kadar yayın yapılması demekti yılbaşı. Televizyonun İstiklal Marşı eşliğinde, salavatla kapatıldığı yıllardan bahsediyorum. Marş 12’den sonra okunurdu o gece. Televizyonda sadece eğlence olurdu: şarkı, türkü, komiklik. Ve döneme göre şekillenirdi bu eğlence. Mesela darbeyi takip eden yıllarda Bülent Ersoy çıkamaz olmuştu ekranlara, edebimiz bozulmasın diye. Yetmişlerin bütün yükü, Bülent Ersoy’a yüklenmişti nedense: gençleri birbirine düşman eden sanki o, ellerine silah veren sanki o, kardeşi kardeşe kırdıran sanki o. Hep, “Günahını aldılar vallahi,” diye düşünmüşümdür. Ve cezasını çekmek üzere ekranlardan men edilmişti. Eğlencemiz o aralar azalsa da, Özal’la beraber ekranlar zaptedilemeyecesine tekrar şenlendi. Alışık olduğumuz tek kanal TRT’nin “edepli” eğlenmeleri, yerini başdöndürücü bir şekilde fır dönen dansözlere bıraktı. Ve bütün Noel ağaçlarına bedel Bülent Ersoy’umuz da geri döndü göğüslerini gere gere. Yılbaşı demek, artık özgürlük demekti: dansözlere özgürlük, Bülent Ersoy’a özgürlük... İşte tamamdı her şey artık...Yaşasın özgürdük ülkece...Nedir ki özgürlük dediğin, bu değilse...

Yasaklar bitmiş, çok değişmeye başlamıştı memleket. Kapitalizmi hemen benimseyen, ve çok seven güzel memleketim insanı, Coca Cola içen kutup ayısını aileden biri sanmaya başlamıştı seksenlerde. Biz de artık saat 12’den sonra “Yurtdışından Müzik”i beklemeye başlamıştık. İnsanlar Noel partileri yapmaya başlamıştı aile içinde, ayın 24’ünde. Hızla batılılaşan memleketim, çağdaşlığı çoğalan televizyon kanallarında gördüğü gibi yaşamaya başlamıştı. Sue Ellen misali... Kafalar karışmaya başlamıştı biraz, ama özgürlük ve çağdaşlık ne gerektiriyorsa yapmak lazımdı. Çoktan seçmeli testlerdeki başarıya indirgenen eğitim sisteminin de yardımıyla, hızla çağdaşlaşmakta olan memleket, bu sorgulamadan kaptırılan hızın etkisiyle sağa sola savrulmaya başlamıştı artık: belki de başımıza gelen her şeyin suçlusu sadece Bülent Ersoy değildi. Yılbaşı dansözünün parmağı vardı...

Gerisi malum...

Çoğumuzun buralara gelmesinde, ailelerimizden uzak geçen yılbaşlarında  hepsinin parmağı vardı belki de...

Neyse, ben fazla duygusallaştım sanırım yılbaşı yazım sebebiyle...Sizler bana aldırmayın... Özgürce, dilediğinizce kutlayın yeni gelen yılı. Zira bütün kutlamalar güzeldir.

Sizlere, çok sevdiğim bir çocuk kitapları yazarının, Şermin Yaşar’ın, “Benim olsaydı keşke,” dediğim sözcükleriyle veda ediyorum:

“Tavanın dibini sıyırır gibi, tabağı ekmekle temizler gibi, çayın son yudumunu çeker gibi yaşayın bu son günlerini. Senenin en kıymetli zamanları karaborsa resmen, bir gün daha istesen yok, bitti. Yarın güne öyle başlayın, iyi sıyırın 2017’yi kalmasın. Arkamızdan ağlar sonra. Ağlamasın. ”

2018’e yepisyeni başlayın...Herkese hayallerinin peşinde koşma gücü kolayca bulacağı bir yeni yıl diliyorum. Zira hayaller, dilemenin yanısıra, peşinde koştukça gerçek oluyor anca...

Okuyana sevgiler...

30 Ağustos 2017 Çarşamba

2017'NİN 30 AĞUSTOS YAZISIDIR

Gürbüz Doğan Ekşioğlu'nun çizimidir


Zehra'cığım, senin facebook gönderin beni tetikledi de döküldü bunlar... Zehra benim nezdimde sevmeyi bilenlerden ve Türkiye'yi güzel güzel, ince ince, elinden geleni ardına koymadan  sevenlerden. Aktivizmi, pasifizmi babamın deyimiyle, miktar-ı ziyadesiyle kâfi olan arkadaşlarımdan. "Her geçen bayram daha buruk, kutlamalara ve mesajlara boş baktığım çok oluyor. Ama şu İzmir Marşı yok mu? Nedir bu?"  diye başlamış yazmaya...Sevgiler buradan kendisine...



Öyle bakıp kalıyorum akan bayram mesajlarına...Boş boş.

Sosyal medyada 30 Ağustos şenliği.

Anıtkabire gitmiş birleri.

Başka birileri pişmanlıkla Atatürk’le ilgili bir şeyler paylaşmış, bu zamana kadar ilgilemediğinin utancıyla.

Başkaları Atatürk tshirtlü grup fotoğrafı çektirmiş.

Annem arkadaşının yazlığında, bana diyor ki: “Burada ilk kez kutlanıyormuş, akşam 30 Ağustos eğlencesi var, gazinoya gideceğiz”. Bir de plajdan tepe üstündeki evlere insan taşıyan çekçekin önünde fotoğraf çektirmişler, gururlu. Çekçek desen, allı pullu bayraklarla hiç görmediği muameleyi görmüş bugün, aklıma kınalı kurbanlık koyunları getiriyor o yeşil çekçekteki alışık olunmayan kızıllık.

Arada İzmir Marşı akıyor, ucundan açıyorum, en berbat hali olan Haluk Soyadınıunuttum’unki dahi midemden boğazıma doğru bir kaç kelebek salıyor, hemen kapatıyorum, çünkü artık bu marşı duyduğumda ağlamak istemiyorum. Geçsin istiyorum o his. Bu sene bir de ecnebi( en sevdiğim kelimelerden, bloğuma yeni gelenler bilmez, bu nedenle bu özel bilgiyi ekliyorum, bazı kelimeleri daha çok seviyorum ben) biri oğullarıya söylemiş İzmir Marşı’nı. Güzel olmuş diye biraz daha uzun dinliyorum adamın yorumunu, güzel türkçesiyle söylediği dizeleri. Seviyor bizim ülkeyi belli...Hoş düzenleme olmuş.

Akan Atatürk fotoğraflarının bazılarında daha fazla duruyorum. Ne kadar güzel bakıyor, diyorum kendime. Bu gözler kaç kadının canını yaktı kimbilir, deyip akmaya devam ediyorum. Bu kadar da yakışıklı olunmaz ki o savaş hengamesinde, diyorum. Zaten severim macera meraklısı (yahu outdoor yazmak istemedim, bak karşılığını bulmakta zorlandım) tipleri, hepten karizmatik.

Araya Atatürk büstlerine sarılmış bebek fotoğrafları giriyor, onyüzmilyon beğeni almış. Sinirlenip hızla geçiyorum onları. Putlaştırmak bu işte, diyorum kendime...Cümlelerinin ne demek olduğunu dahi anlamadan kahramanlık şiirleri okuduğumuz geliyor aklıma, ilkokul yıllarıma kayıyorum...”Uzun uzun kabaklar, dökülüyor yappaklar” diye okuturlardı kardeşim Murat’a. (ben yanlış yazmadım, Murat yanlış söylerdi). Güzel, içli, gözlerini kapayarak, ciğerden böğürerek okuttururlardı. Zaten müsamerelere hep böyle okuyanları çıkarırlardı. “Doktor doktor kalksana, lambaları yaksana, Ata’m önden (bu da yanlış yazılmadı, her şeyden önce hataları tespit edenler için bu notlar) gidiyor, çaresine baksana.” Derdi. Ata’m önden mi gitti, elden mi gitti, her şey karışıyor kafamda...

Herkes kararlı Cumhuriyet elden gitmeyecek.

Herkes coşmuş.

Bense boş boş bakıyorum olanlara.

Ne düşüneceğimi bilmeden.

Kızdığım, beğendiğim, aptalca, akıllıca bulduğum gönderlerin hepsinden içimde bir parça...

Hayatın ne getireceği belli değil, diyor, içimden cılız bir ses. Sabah ola, hayrola...

Dışında kal, merkezden şaşma, yeter artık savrulma.

Güzel ülkeme güzel dileklerimle...