1 Ekim 2014 Çarşamba

ÂLİM BEY CANAVARI


Akşam yemeğine hazırlanırken eller domatesin , hıyarın ıslaklığıyla, bıçak, kepçenin hayhuyuyla haşır neşirken çalan telefonun sesi insana hiç iyi gelmez.  O an mutfaktan çıkıp telefona ulaşmak hazırlanmadan  triatlona kalkışmak  gibi gelir.  

O akşam da öyle oldu. Kocasının umursamayıp açmadığı telefonlar geldi aklına. “Önemliyse bir daha ararlar nasılsa,” derdi hep.“Açmazsam ne olur ki?” diye düşürken zaman geçti, bir elde havlu, tetikte. Susmadı telefon. Uzadı, uzadı, uzadı... Kadın kocaman bir oflamanın eşliğinde salona seyirtti. Telefona hayatının en pis bakışını fırlattıktan sonra yarısı havluya, yarısı üste başa kurulanmış eline aldı, yeşil ışığa bastı, açtı.

- Alo?

- Selda Abla, sen misin? Ben Timur.

- Hangi Timur? 

Aklına bir tek Timur Han gelmişti. Ama genelde  telefonda ya da her türlü durumda,  hep ilk aklına geleni söylediğine pişman olduğundan, içinden  ”Timur Han mı? Turkcell öbür tarafa da mı hizmete başladı?” demek gelse de  soruyu kısa kesti. Gerçekten başka Timur tanımıyordu, ama Timur kişisi Selda Abla dediğine göre çok uzak biri değildi.

- Kıbrıs’tan Timur. Kusura bakma tam akşam saati ama  önemli bir diyeceğim var.

Hızla düştü jeton. Evet, geçen sene karşılaşmışlardı bir konserde ve o başkalarında dalga geçtiği saçma hareketi yapıp,   konserde yollar kesişti diye kırk yıldır görmediği adamı sanki haftada bir arayacakmış gibi telefon değiş tokuşu yapılmıştı. Tabi ki sonrasında kimse kimseyi aramamıştı. Bu manasız hareketin tek bir nedeni vardı: “Ah ben seni eskiden çok severdim, heyhat, yıllar girdi araya, inan çok severdim, bak o kadar severdim ki, hemen numaranı kaydediyorum, ahanda bak! İsmini de hatırlıyorum ve hemen kaydediyorum. Artık telefonumdasın, her zamanda kalbimdesin.”  Save et , ispat et. Aramasan da ara ara rehberde gör hatırla.

Selamsız sabahsız lâfa girmişti Timur. Sesi berbattı. Uzatmayayım diye düşündü Selda.

- Hayırdır Timur? Nasılsın?

- Selda Abla, haberim ağır, kusura bakma. Annenlerin telefonu da var bizde ama yaşlılar ya, malum, sen daha münasip bir şekilde söylersin diye seni aradım.

“Eyvah, ölüm haberi bu” dedi içsesi. O ermiş kişi maskeli narsist Âlim Amca mı, yoksa adını , yüzünü, hiçbir şeyini hatırlayamadığı, sadece hiç sevilmediğinden emin olduğu karısı mı gitmişti Timur Han’ın yanına? Bir “Üf Selda, sulandırma” deyip toparlandı.

- Abimi kaybettik.

Selda’ya görünmez bir el bir tokat savurdu.

- Abin mi? 

Hangisi? Hangisi gitmişti gencecik yaşında?  “Allahım Fatih değildir inşallah!” Evet, Selda birini daha çok severdi. Üzgündü ama bu böyleydi. Hepsiyle arkadaşsındır, ama birini daha çok seversin. Diğerinin ölmesini isteyebilecek kadar mı ama? “Üf!”ler estiriyordu sağdan soldan, ama hedefi bulamıyorlardı. Bir kor hızla girmişti bedenine, alev alevdi içi. Hangisiydi?

- Fatih Abim. Trafik kazası geçirdi. Yarın öğlen defnedeceğiz, sizinkiler gelemez ama haberiniz olsun istedi babam. 

Başdöndürücü bir hızla yıllar geri sardı. Çocukluğuna bindi, Kıbrıs’a gitti Selda. 

Babasının işi nedeniyle Kıbrıs’taydılar o dönem. İlk tanıdıkları Türk aileydi bunlar. Babası bir konferansta tanışmıştı. Âlim Bey’i çok sevmişti babası. İlahiyat profesörüydü, bir sürü ünvanı, ödülleri, kitapları, bir de dört oğlan çocuklu ailesi vardı. Fatih üç yaş büyüktü Selda’dan. Diğerleri boy boy küçüklerdi . Bu Timur daha veletti, çok yaramaz bir veletti.

İlk akşam oturmasına gittikleri geceyi hatırladı Selda. Kapıdan girer girmez babasından dinlediği saygıdeğer Âlim Bey’le karşısında duran  koca cüsseli, koca sesli, emir kipli kaba saba adamın aynı kişi olmadığını anlamıştı. Adam çok korkunçtu. Hep o konuşuyordu, sadece kendini anlatıyordu, karısına bir şey söyleyeceği zaman emrediyordu, çocuklar yanında mum gibiydi, hatta hepsinin pısırık olduğunu düşünmüştü ama az sonra başka odaya geçtiklerinde hepsinin normal, Timur'un az yaramaz olduğunu anlamıştı. Eve döndüklerinde babasına fikrini söylediğinde fırçayı yemişti. "Çok bilmiş!"ti zaten hep.

Bu Selda’nın alışık olmadığı tarzdaki aileyle ilk karşılaşma travmasıydı. Adam iyi müslümandı, onu anlamıştı. Bilgili de olabilirdi. Dünya çapında şöhreti de olabilirdi. Adı da tuhaf bir rastlantıyla Âlim’di zaten! (Bu ismi adamın kendine bir paye vermek için sonradan aldığını da ara ara düşünmüştü.) Hepsi doğru olabilirdi, ama babasına karşı çıktığı noktayı çok iyi hatırlıyordu: adam iyi birine benzemiyordu. Elinde bir ispat olmasa da adam onu ürkütmüştü. Ama kafası da karışmıştı. Babası ve annesi iyi insandan anlardı, çünkü kendileri iyi insanlardı. O zamanki aklı aklına geldi. Gülümsedi. Hayatın ona öğretilenlerden ibaret olduğundan emin olduğu yıllar ne kolay yıllardı. 

Bu Âlim erkişi, hayatta kafasının karışmasına neden ilklerden olduğu için tüm ayrıntılar daha dün gibi tazeydi. Teoride Âlim Bey tüm süsüyle, püsüyle, cakası ve fiyakasıyla, ünvanlarıyla kağıt üstünde, ya da başkası anlatınca çok değer verilesi bir kişiyken, etli, butlu, canlı, ruhlu haliyle Selda’ya tam tersi bir varlık olarak görünmüştü.  

Önce his, sonra ipuçları gelmişti.

Adam hem karısını, hem çocuklarını herkesin ortasında aşağılıyordu. Bu kadar sanırken, başka ipuçları gelmeye başladı: hepsini kemerle dövüyordu. Selda’nın içlerinde en çok Fatih’e yakınlık hissetmesinin sebebi, Fatih Selda’yı dert ortağı bilmiş, olan biten her şeyi anlatıyordu. Selda da annesine, annesi de babasına anlatıyordu. Babası: “Yok canım olmaz öyle şey!” diyordu her seferinde. “Abartıyordur çocuk! Adam çok saygıdeğer biri, babası iki kızmıştır, onun hıncıyla anlatmıştır onları.” 

Çocuk abartıyordu da, yüzlerinde gözlerindeki ara ara görülen yara izleri neydi? ""Az okşama izleri". Selda’nın ailesine anlatmasının nedeni belki bir yol bulurlar da bu olaya engel olurlar diyeydi. Ama maalesef adam saygıdeğerdi, dolayısıyla yapmazdı. Fatih dertleştiğiyle kalıyordu. Fatih farklıydı, onu katılaştıramıyordu babası. Ruhu inceydi, bedeni de. Fatih’in onunla paylaştığı, ama Selda’nın kimseyle paylaşmadığı başka şeyler de vardı. Söz vermişti arkadaşına, yapamazdı. Fatih bu fiziksel işkenceye biri bir çare olur diye anlatıyordu, diğerinin çaresi olmadığını daha küçükken anlamıştı, belki büyüyünce herkese anlatacaktı…Anlattı mı, yoksa hep içinde mi taşıdı büyük sırrını artık hiç bilemeyecekti  artık Selda.

Fatih sonra turizm işine girmişti, evden çok erken yaşta ayrılmıştı. Aileler senelerce görüşmüşlerdi, Selda senelerce sinir olmuştu bu duruma. Kadını annesine ağlarken görmüştü kaç kere. Annesine de , babasına da sinir olmuştu. 

O zamanlar bilmiyordu tabi herkesin kendi hikayesini yazıp oynadığını. Hayata müdahale edilir, hepsi kurtarılır, hayat da bir masaldır sanıyordu. Kendisi her olanı biteni, tabiri caizse, kıçını sinek ıssırsa anlattığı için aileler neler gizler bilmiyordu. Ne kollar kırılır, ne yenler üstleri örtülür, kapatılır bilmiyordu. Kapı denen eşiğin dış tarafı hep allı pulluymuş, iç tarafı ise ne çok örter, ne çok gizlermiş, daha anlamıyordu. Hayat ideallerden ibarettir, iyiler vardır, kötüler vardır sanıyordu. Kendini de her şeyi biliyor sanıyordu. Babası haklıydı: "Çok bilmiş"ti eskiden. O aslında hiç bir şey bilmediğini anlamasına vesile olan çok bilmişliğine çok şey borçluydu. Fatih'i tanıdığına, birlikte paylaştıklarına da çok şey borçluydu. 

Boğazı düğüm düğüm cevap verdi Timur'a:

- Ben yarın öğlen  gelirim Timur, annemlere de söylerim. Çok üzülecekler, ben de çok üzüldüm Timur. Allah  rahmet eylesin, size sabır versin.

- Sağol Selda Abla. Hoşçakal.

Hoşçakal Timur. 

Hoşçakal Fatih, gökkuşağında nur içinde yat...

1 yorum: