3 Ağustos 2014 Pazar

SİZİNKİLER, BİZİMKİLER, ÖTEKİLER


Yepisyeni düzenimden, amma velakin hep aynı benden merhaba… 

Toronto’ya geldiğimden beri geçen bir ayda kafamda ne deli hikayeler yazdım, ama kafada yazmak kolay, oturmak zor benim için. Sonunda oturdum. Kim oturttu derseniz, Kemal oturttu.

Kemal’i tanımam, kardeşimin asker arkadaşıymış.  Efendim benim çok bilmiş bir kardeşim var Murat, en az benim kadar bilir her şeyi. Facebook  denen er meydanında atmış tutmuş, kendisi anlamaz ama aynı babam gibi olmuş, ya da orta yaşı geçmiş tüm erkek milleti gibi Demirel’i gölgede bırakacak bir edayla politikadan anlar olmuş, ortalığa ilanlar etmiş, oy kullanmayacakmış. Ben de atladım aynı annem gibi, kendisine sinsice de değil direk müdahaleyle  itiraz ettim, ablalık hakkımı helal etmem gibi beylik laflar ederken tanıştık Kemal ile.

Kemal celalli. “Ötekiler”denmiş, vallahi onun yalancısıyım, “ötekiler” ve “bizimkiler” Murat’ın sayfasında iki taraf olduk, ortada görünmez bir çizgi, bir  o çeker bir ucundan lafın, bir biz çekeriz öbür tarafından. Hayalimde Kemal yağız bir delikanlı, dimdik, saygılı, efendi, ama torbada bir yüzü var çıkarsa mı çıkarmasa mı bilemez. Ufak ufak nazik, sizli bizli başlayan uzun paragraflar yerini iki günün sonunda ikili, üçlü giderek sertleşen kelimelere bırakınca ben oyunu terk ettim, bıraktım ipin ucunu düştü mü bilmem…

Düşündüm… Murat askerliğini  ailemin tüm başarısız torpil girişimleri sonucunda biraz sınırda, biraz Irak’ta yaptı. “Torpil” mevsuzundan bir roman yazmayı düşündüğüm için onu es geçiyorum. Bu Kemal de silah arkadaşı. Belli sevmişler birbirlerini zamanında, gerçi biz önümüze geleni seven bir aileyiz ama anladığım kadarıyla o zamanlar ikisi de aynı taraftaymış. Ötekiler yok muymuş daha, ya da bizimkiler? Ne zaman yapıldı bu ay may kumay cevdet sunaylar ( 70’li yılların en baba tekerlemelerindendir bu bilmeyenler için bir not. Kızlar yapardı, oyunda iki takım kurmak için, eşleşmek için söylenirdi, üstelik ellerle yapılan bir de hareketi vardı, "Nihat erim, ciğerini yerim" diye de biter,)  da birileri birilerini seçti aldı arkasına ve dedi ki, “sen bendensin”, “sen git ötekilere”. Hatırlayamadım. Ay may kumay aklımda gayet net, ama bu net çizgi ne zaman bu kadar netleşti, keskinleşti, bileylendi ve karşı tarafı deşer oldu, hiç hatırlayamadım. 

“Yavaş yavaş oldu. İnce ince oldu. Mahal verildi de oldu, meydan boş kaldı da oldu” demek kolay.Ama bence hep vardı. Keskin tarafı bize dönük değildi. Ama vardı. Ben hissederdim.
Anadolu lisesinde okuyordum, yaş 9-10. Seçmeli din dersi alan sınıfta tek tük kişiydik. Benim baba hacı malum. Kuran kursu da gördüm ben, olabilecek en eğlenceli kuran kursuydu. Bir apartman dairesindeydi, özel kurs, bizim mahallede, hatta süslü fırfırlı yere kadar eteklerimiz vardı, savura savura giderdik . Öğretmen kadın bazen yok olurdu, çıkar giderdi, ve hemen bizden büyük ablalar makyaj malzemelerini çıkarır bizi boyarlardı. Tek hatırladığım budur o kurstan, Arapçayı sonra Cezayir’de öğrendim. Bir elifi bilirdim, o da doğuştan sayılır.

O zamanlardan hatırlarım, Anadolu Lisesinde din dersi almaktan rahatsız olurdum. Herkes almazdı, alanlar sanki biz “ötekiler”dik, hayal meyal. “Din dersi almak” Fransızca almak gibi havalı bir şey değildi. Daha alt sınıf bir dersti din dersi. Zaten baba da hacı, ayıkla pirincin taşını… Mümkün olduğu kadar açık etmemeye çalışırdım konu açıldığında bu hacılık hocalık meselesini. Geçiştirmek iyiydi.  Başkalarının babası profesör falanken benimkisi ola ola hacı olmuştu, aman be baba, olacak iş miydi bu?

Bana itiraz etmeden dinleyin, hiç delilim yok, kimse beni dışlamadı, taşlamadı, arkamdan konuşmadı, sadece havada olanları  çok kuvvetli hisseden bir çocuktum hep. Bu hissi  takip eden ve bununla kıyaslayabildiğim başka  bir his daha var bende bu yaşlardan kalma, bu nedenle Türkiye’de bunu yaşadığımdan eminim. Diğer hissi de anlatayım. Bir sene sonra Cezayir’de Amerikan okulundayım, ilk pijama partimiz, Amerikalı bir aileye misafiriz okuldan kızlarla, yaş 11. Partide bir Lübnanlı var, Şirin, bir de ben, iki Müslümanız. Kahvaltıda herkes  o zamana kadar hiç görmediğim bir şey  yerken, Şirin’le bana başka şey hazırlanmış olduğunu gördüm. Evin  Amerikalı annesi herkese açıklama yaptı, dedi ki “Elif ve Şirin’in dini başka, onlar inançları nedeniyle domuz yemiyorlar, bu nedenle farklı şey hazırladım” . Kızlar “Aaa, ooo “ falan dediler, bir dolu sorular soruldu, kaç kuran kursu devirmiş ben beyanlarda bulundum. Aman sonrasında bendeki havayı görün!  Farklıydım, ama bu fark bu kez Amerikalılar nezdinde iyi bir şeydi, saygı görmüştüm. Hoşuma gitmişti.

Ve o zaman da  kafası hiç durmayan Elif düşünmüştü, hatırlıyorum. Memlekette de müslümandık, ama bu durum  eğer bulunduğum ortam  Habibe Yengem’inki  gibi bir ortam değilse içimi kımıl kımıl rahatsız eden  bir farklılık haliydi. Habibe Yengem kim derseniz, ailede o zamanlar bence en  fena yerde oturan, en alt sınıf akrabaydı.  Okumuş etmiş, iyi mahallerde oturan, iyi eğitimli aileleri olan arkadaşların yanında huzursuz olurdum hacı kızı durumundan.  Ama elalemin Hıristiyanı, benim dinimin iyi bir şey olduğunu ilk kez hissetmeme neden olmuştu. Bu meret içerde kötü, dışarıda iyi bir şey miydi? Çok karışıktı anlaşılan, duruma göre değişken.  

Okul  korosunda klisede  şarkı söylemek için özel izin de alınırdı babamdan, saygı görürdük. Ama yine aynı zamanlar Cezayir’de  bizim evde içkili yemekler hazırlandığı halde   bazı ODTÜ’lü mühendisler babamın içki içmemesiyle kafa bulurlardı, hatta bir keresinde davetli olduğumuz bir evde babamın hacı olduğunu bildikleri halde  domuz vardı menüde. Ve eve geldiğimizde babamla annem kavga etmişti. Çünkü babam itiraz etmeden o domuzu yemiş, annemse kızmıştı "Neden yedin?" diye, babam da “İstedikleri huzursuzluk çıkarmaktı, olay çıkaracağıma , yedim gitti, ne olacak ki” diye savunmuştu kendini.

Diyeceğim odur ki, Kemal  bize “siz” , “biz” diye ahkam keserken, ben aslında ne dediğini gayet iyi anladım, da anlamamazlığa geldim. Gerçi Kemal’in  bizzat bir ötelenmeye  maruz kalıp kalmadığından emin değilim. O ezberlenmiş şeyleri saydı durdu bize argüman olarak. Ama ben 9-10 yaşlarımda Ankara Kurtuluş’ta oturup, Ayşe Abla’da okumuşlarla birlikte Anadolu lisesine giderken  hissettiklerimi bilirim. 

Sonra o ODTÜ’lerde ben de okudum, başka özel okullarda, daha üst sosyal  sınıftan çocuklarla okudum. He he, en sonunda prenses arkadaşım bile oldu, altta kalmadım yani. Ama mevzu çok nettir bende: din belli bir kesim için daha ziyade alt sınıflara mahsus bir olguydu ben küçükken.

Şimdi bu aşağı görme meselesinin daha da zirve yaptığına üzülerek şahidim. Çok az kişi var facebook arkadaş listemde habire “ötekiler”i aşağılamayan. Bir azınlık var evet, ama hiç ummadıklarım da hala bağırmakta “salaklar, aptallar, cahiller vs vs vs” diye. Bu çok tehlikeli bir silah, ve bence cehaletle eşdeğer fenalıkta. Hepimizi yaralayan bir silah. “Ötekiler”de de aynı silah, “biz”de de. Bu silahın adı da kibir, insan bünyesinde doğuştan var, kontrol edilmediği takdirde ise çok yıkıcı.

Hadi “buralar” diye anlatmaya hemen birinci aydan girmeyeyim.  Ama şu kadarını diyeceğim, çocuklara  ilkokullarda abc’den önce öğretilen şey şu: ayırımcılık, aşağılamak, hakir görmek dünyanın en kötü şeyidir. Restoranda kızdığım garsona arkasından “şişko” dediğim için arkadaşımın kızının bana nasıl baktığını unutmam mümkün değil.

Politikadan anlamam, anlamak da istemem mümkünse. Benden uzak. Ama insan hallerinden, tepkilerinden, davranışlarından anlarım, bu da doğuştan. Kibiri kötülükle beslemek, nefretle beslemek kolay. Panzehiri ise kabul.  Elde değilse de sinirlenmek, en azından sonrasında bir durup düşünmek ve bu tavrın sonuç odaklı olmadığını iyice anlamak gerekiyor. Ve gayret etmek gerekiyor aşağılamamaya. Ne olursa olsun. Kim olursa olsun. 

Anlaşılmadığı sürece, benim gibi konuşanlara “iflah olmaz naif romantik” dendiği sürece, kolay olan yani nefret etmek itibar gördükçe, çok anlayanlar, her şeyi bilenler habire binlerce olasılık üretmeye devam ettikçe korkutarak yönetme şekli  sahaların efendisi olmaya devam edecek. Birilerinden korkup diğerine yapışacak insanlar, bunu yaparken tüm aşağılamalar sıkıca sahip çıkacak iki taraf da. Havada uçuşacak aşağılamalar. Aşağıladıkça o an için  iyi hissedecek herkes kendisini. Sonrası yine boyuna kadar çamur.

Mevlana cümleleri gırla gidecek hep ortalarda, ondan ona sekerek, ama  korku ve nefretle kaskatı kesilmiş bünyelere sızamayacak. 

Kendim de bunu tam başarabiliyor değilim, ama en azından anında farkına varıyorum bende oluşan sinirin, öfkenin...Ve gayret ediyorum...

Bu gayreti daha çoğumuz göstermezse, o seçilmiş, ya da bu fark etmeyecek. Zafer kimsenin olmayacak. 

Kemal bize kızmaya devam edecek, biz  de Kemal ve saz arkadaşlarına…Ne anlamaya çalışılınacak, ne dersler alınacak, sadece zaman geçmeye devam edecek...

*Görsel: BANKSY


1 yorum:

  1. Sanki sen okudun bana yazdıklarını. Senin sesinden dinledim. Çok değil, yerel seçimlerden önce mevcut hükümete oy veren akrabama demiştim, 'Eskiden nefret söylemi hakim değildi bende. Ama yaşananlar beni öyle değiştirdi ki artık tahammülüm kalmadı'. Ötekileştirmenin, tahammülsüzlüğün ve nefret söyleminin kanser gibi hızla yayıldığını anımsattın. Ne kadar bu üç mikroptan uzağım desem de arada beni yoklamıyor değiller. Hatırlatma için teşekkürler...

    Not: Bir kitap yazsan su içer gibi okurum:) Bunu söylemekten vazgeçmeyeceğim bilesin:)

    YanıtlaSil