21 Ağustos 2014 Perşembe

KOLAY KOLAY ÇIKMAYAN CAN: SIKILAN CAN


Okurken dinlemek için tıklana, Ayşe'min ilk bestesi: Torontonian, O-ceania

Yaz tatilleri geçmek bilmezdi, Ankara'nın kuru-sıcağında, apartman boşluklarında… Ne sıkılırdık allahım… Bir takım arkadaşlarım vardı, Yavrukurt’tu onlar. Ne olduğunu bilmesem de benim için Yavrukurt olmak büyük bir eğlence demekti. Hiç Yavrukurt  oldum mu? Hayır, ama hem adları güzeldi, hem de kampa giderlerdi. Oysa biz kardeşimle ve apartmandaki diğer garibanlarla, ne yavru, ne de kurt olabilmişlerle mal mal otururduk yazın çoğunda. Sadece iki sene tüm yaz boyunca bir köye gitmiştik, köy elalemin köyüydü gerçi neden gittik hiç bilemem, o da artık epey büyüdüğümüzdeydi. Bahsettiğim ondan önceki yazlar, sıkıntıyla kanka olduğumuz yıllar. Azıcık tatile gidilir, gerisi kocaman bir can sıkıntısı bulutu.

Nereden aklıma geldi derseniz,  Ayşe’min iki aydır hiç “canım sıkıldı” demediğini fark ettiğimde geldi. İki aydır benimle birlikte, kendi yaş grubundan kimseyi görmedi, yabancı bir şehirde, alışmış olduğu eğlence anlayışından uzakta, dip dibeyiz. Can sıkıntısıyla piştiye oturacak kıvama geldi, yine de hiç "canım sıkıldı," duymadım ağzından. 

“Sıkı can iyi olur kolay kolay çıkmaz”, dedemin mottosuydu.  Kuzenim Pelin’le can sıkıntısından anneannemin eşarplarıyla şarkıcılık oynarken aynalar bize oyun arkadaşı olduğunda, “Aynanın içine düşeceksiniz” derdi. O zamanlar Alis’ten bihaberdik tabi, halbuki bize şans verilseydi, belki de bugün Alis değil, Pelin’le ben dünya çapında bir şöhrete sahip olacaktık.  Hep düşünürüm, Alis’in demek ki daha fazla canı sıkılıyordu ki, o aynanın içine kadar düştü. Kısmet onaymış.

Anneannem dışında kimse bizi oyalamak derdine düşmezdi. Küçücük dünyasında, küçücük evinde, kocaman kalbinde bize meşgaleler yaratırdı. Erişte kesmece, tarhana ufalamaca, akşamsefası tohumu toplamaca, teğel sökmece gibi bugünün çocuklarının bilumum aktiviteleriyle boy ölçüşecek değerde aktiviteler yaratırdı. Hem de beleş. Bu nedenle evde sıkılmaktansa, anneanne evinde sıkılmak hep on numaraydı. Evde en baba yaz aktivitesi olarak  sadece sinek öldürmece hatırlıyorum. Annem adedine para verirdi, servetimiz  kayda değer bir şey değildi, üçgen kutuda meysulardan almaya bile yetmezdi. Kitaplara kalırdım ben de ne yapayım, çaresizlikten. Bizim kuşak klasiğidir, evde okunacak kitap kalmaz, annemin yemek kitaplarına, eski püskü ansiklopedilere, kapağının açıldığından hep şüphe duyduğum ecnebiler tarafından yazılmış çocuk büyütme kitaplarına kalırdık. 

Annemle gidilen günler de vardı elbet, bir tür aktivite,  ama oralar da büyüklere eğlence, bize ızdıraptı. Sıkıntının üzerine bir de adabı muaşeret stresi binerdi. En eğlenceli yanı eve geri dönmekti.

Ve her, “Canım sıkıldı” dendiğinde aynı cümleyle muhatap olurduk: “Sıkı can iyi olur, kolay kolay çıkmaz”.

O zamanların cümle diye yüzüne bile bakmadığımız cümlesi, meğer  gerçekten hayatın kadim sırlarından biriymiş,  Ayşe’yi büyütürken, kendim büyürken anladım. Can sıkıntısı gerçekten ruhun gelişimi için şartmış. Çocukken insanın canının sıkılması huzurlu büyümenin koşullardan biriymiş meğer, de kimseler o zamanlar kıymetini bilmezmiş.

Aktivitemiz oldu bizim de Ayşe’m çok küçükken tabi ki.  İlk ve son aktivitesi baleydi, birkaç kez gitti ve sonra gitmeyeceğim dediğinde ne çok sevindiğimi hatırlıyorum, ikiletmedim. Çünkü çocukken insanın canının sıkılmasından beterdi bir dolu kadınla bir salonda  o bir saatin bitmesini beklemek. Konuşmadan duramam ben, habire birkaç annenin ağına düşerdim. Çok karakter biriktirdim, o ayrı, ama çok sıkılırdım. Sonrasında Ayşe biz ne yapıyorsak onu yaptı hafta sonları ve  tatillerde. Tatilleri de ona göre ayarlayalım dedik önce, tatil köyü falan, baktık bize ızdırap, tez vakitte vazgeçtik o sevdadan da. Ara ara tereddüte düşmediğim olmadı değil, acaba yanlış mı yapıyoruz dediğim oldu. Kolay değildi aktivitesiz boynu bükük kalmak sosyal ortamlarda. "Sizin kız  neler yapıyor?" cümlesi bazen fena ezerdi insanı. Anında alakasız ebeveyn çuvalına atarlar adamı, ne yaptığının, neden yaptığının idrakında değilsen çıkamazsın asla. Fedakar olanlar olmayanları döver o çuvalda, ama işin aslı şudur: hep "fedakarlık" diye adlandırdığın her şey, çocuğunun boynuna astığın prangadır. Ayşe'min doktoru tatlı Zermine bize ilk gittiğimizde bir kitapçık vermişti, kitabın ilk cümlesi şuydu: "Size iyi gelmeyen hiç bir şey çocuğunuz için iyi olamaz". Diğer cümlelere ise başka yazılarda geleceğim.

Kolay değil sürünün dışında kalmakta ısrarcı olmak, ama şimdi içim rahat, kızımın ruhu için en doğrusunu yapmışız, bize uyandan ödün vermemişiz. Ona sık sık “Sıkı can iyi olur kolay kolay çıkmaz” dedik. Alışmış o da...

Etrafım tazı gibi bir aktiviteden diğerine akan insan dolu.  Çocuklara yapılana hiç değinmeyeceğim, aktivitesiz iki dakika duramayan bir kuşak  oluştu. Öyle “mal mal oturmak” diye bir şey kalmadı. İnsanlar boş durmayı unuttu. Koşup koşup bir yerlere varılmadığını, canların hala sıkkın olduğunu görünce, her “gel” diyenin ardından gitmeye başladı, nerelere gidilmedi… Ama  hala sıkkın canları eğlemek kolay değil, keramet boş oturmakta, bedeni, zihni durdurabilmekte. Bunu anlatmak için kocaman bir sektör oluştu. Sektörün beslendiği düzen önce “aktiviteden aktiviteye koşacaksın” dedi, sonra “duracaksın”. Gerek yokmuş halbuki. Biz o düzene belli bir yaştan sonra eğitilerek tabi edildik, hep derim eğitim aslında fena bir şeydir diye. Çocukluğumuzun derin can sıkıntılarıymış bizi kurtaran, şimdi anlıyorum.

Kıyamıyorum o aktiviteden aktiviteye akan, tüm o meşguliyetlerinin arasında tatminsizlik hissinden kurtulamayan arkadaşlarıma. Hep bir yere yetişememe, hep bir şeylerden eksik kalma duygusunun yarattığı türbülansta savrulup duruyorlar. 

Bırakın sıkılsınlar çocuklar… Siz de sıkılın hatta. Can sıkıldığında o canla baş başa kalınıyor, sesler susuyor, hareketler duruyor, bünyeye sükunet hakim oluyor. O zaman duyulabiliyor esas sesler. O zaman tanışıyor insan kendisiyle. Can sıkılsın ki, ne der o can insana dinlensin, ihtiyacına çare aransın bulunsun. Bırakın çocukken alışsınlar kendilerine, yoksa çok yabancılaşılıyor, çok uzaklaşılıyor, zor tanıyor insan kendini sonradan… Ve netice de nahoş oluyor: herkes birbirinin aynı olmaya başlıyor, renkler azalıyor…Her can sıkıntısı, cana bir renk eklenme ihtimalini artırıyor. 

O-ceania Ayşe'min renkleri eşliğinde yazdım bu yazımı. İlk ve en sevdiğim bestesi de yazıma eşlik etti, linki yazının başında, dinlerken okuyasınız diye. 

Küçükken canı çok sıkılanlara gelsin  Ayşe'mden ve benden, sevgilerimle.



3 yorum:

  1. Eliff, ne güzel anlatmışsın. Sana sonuna kadar katılıyorum, biz çocuklarımıza fikir sorma ve onu dinleme ve uygulama hakkı veren ve azınlıkta kalanlar grubundayız. Sen doğru yaptığınızı deneyimleyebilen ebeveynlerden biri olarak bana da umut veriyorsun. Bu arada benim anneannem başka komik bir lafla da damarda girerdi " kızlar canım sıkılıyor serde koca istiyorum demektir". Böyle anlaşılmasın diye onun ya da yabancıların önünde diyemezdim bile..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haha o da vardı,bana da derlerdi ama polemik yaraymayayım diye kendime sakladım...zaten hep.koca isteyen biri olaraka yani :) sen anladın :)

      Sil
  2. Bir gun cocuk yaparsam kendime iyi gelmeyen seyi ondan iatemeyecegim:)

    YanıtlaSil