28 Mart 2014 Cuma

BİR ZAMAN DİLİMİ: PAZARA KADAR DEĞİL, MEZARA KADAR













fotoğraf alıntıdır
 

yazdım, ağladım, dinledim...siz de okurken dinleyin (Şarkı ismine tıklamanız yeterli) 

Bekliyordu Hadise.

Zaman onunla uğraşıyordu o gece. Gece büyüdükçe, saate bakma aralığı giderek küçülmekteydi. Gece yarısına kadar on beşer, yirmişer dakika bekleyebilmişti bakmak için. Ama on ikinin sihirli eşiği aşıldığından beri o saat neredeyse beşer dakikalık aralarla ziyaret edilmeye başlanmıştı. Saat ziyaretleri sıklaştıkça, bekleme acısı artıyordu.

Beklemek hep zordur. Gençken ayrı zordur, ellisinde ayrı zordur beklemeye yetişmek. Çünkü yavaş değildir beklemek. Bazen eşlikçisi telaştır. Eğer öyleyse, zorluğuna rağmen tadından yenmez.  Bu durumda beklenen şey güzeldir, keyiftir. En güzel tarafından hazırlıktır telaşla beklemek, güzel hayallerdir elleri ayakları dolaştıran. Telaş içerdiğinde göğüs kafesinde bir kuştur beklemek, uçtu uçacak, ürkütmemek için sakınılan. Beklediğine değmesidir beklenenin. 

Gel gör ki, hoş bir telaş içermeyen her tür bekleme eylemi panik içerir, neticesine  hakim olmak zordur. 

Öyle bekliyordu Hadise genç kocasını. İki kocayı gömmüş olmakla böbürlenirdi hep. Eceliyle ölen eski koca hikayeleri de pek komikti:

-Şapşala o kadar boşanalım dedim, tutturdu, neymiş, pazara kadar değil, mezara kadarmış… Ha ha ha! Başka şey istese olacakmış, bak mezarda şimdi…

Pazarı tercih etmeyen kocaydı bu ilki. İkincisiyle ise herhangi bir pazarlık anlaşmazlığı söz konusu olmamıştı. 

Zaman pislik olsun diye ağırdan alıyordu. Sigara üstü sigara, odada volta, elde viski kadehi… Sahne senaryoya en uygunundandı. Genç kocasının arkadaşlarla okul lokalinde yemek muhabbetinin gereksiz yere sıklaşması canını fena halde sıkmaya başlamıştı. Hele bir gelsindi, bu kez tavrını daha net koyacaktı, eskiden rahatsız etmeyen şey niye bu kadar bozuyordu şimdi Hadise’nin asabını?  Buna da canı sıkılıyordu, yaşlanma belirtisi miydi? İrileşen vücudu, veremediği kiloları mıydı? Mercimekli bükmeler miydi tepsi tepsi götürdüğü?

Göçmen güzeliydi Hadise, en ekstra irisinden. Çok ama çok güzel mercimekli bükme yapardı. Kendisi ise bükmelerinden de güzeldi .  Ellili rakamların altmışa yakın olan kısmındaydı. Son zamanda o şen şakrak kahkahaları da parazit yapıyor, görüntüsüne, veremediği kilolarına takılıyordu. Yüz, yürü, pilates yap, eskiden işe yarayan şeyler etkisiz kalmışlardı yıllar karşısında. En çok kızı kızmıştı adamla arasındaki  15 yaş fark olmasına. Ama kızı lafı dinlenecek türden biri değildi, zira Hadise’ye göre salaktı. Bir sünepeyi senelerdir çekiyordu, onca aldatma, onca ihanet, onca şeye rağmen adamla hala beraberlerdi. Halise hep kızardı kızına:

-Laftan anlamıyor herif, ben olsam çoktan zehirlemiştim sülüğü, kurtulmuştuk, ama bunda kıça sürecek akıl yok… Niye çekiyorsa salağı…

Bak şimdi kendisininki laftan anlamamaya başlamıştı. Evden kavgayla, tehditle  yollamıştı kocayı o gece. Adam kapıyı çarpıp çıkmıştı, “Bana karışamazsın,” pek rahat çıkmıştı ağzından. Kavgası içinde kalmıştı bu yüzden, ondan içinin köpürmesi dinmiyordu. 

Çok aşık olmuştu Hadise bu genç kocaya. İstanbul’un her yeri şahitti aşklarına. Önceleri anlamamıştı başına geleni Hadise, insanın ellisinde gelir miydi bu başına? Gelmişti işte. Her anı, gecesi, gündüzü yanında olsa da olmasa da onunlaydı. Hadise’nin mizacı gereği, en yüksek desibelden bir aşktı bu. Ne kavgalar edilmişti evlenene kadar. Her sokak tanırdı onları. Her çay bahçesi. Her vapur köşesi. Her çarşısı, pazarı. “Sensiz olmaz” larıyla, “Seni benim kadar kimse sevemez” leriyle, “Seni senden çok seviyorum” larıyla, “Sevmeyen böyle yapar mı” larıyla, “Biz birbirimiz içiniz” leriyle, “Senin için yanıyorum, senin için ölürüm” leriyle,  sonsuz kavgalarıyla, küsmeleriyle, pişmanlıklarıyla, barışmalarıyla, “Ya benimsin, ya kara toprağın, “ gibi bir sevme türüydü bu. Ecnebi haliyle ise “öldüren cazibe” ydi. Aşkta  kendini kaybetmeye cesaret edebilenlerin  anlayabileceği türden bir şeydi. 

Evlenince sakinleşmişlerdi. Üç senedir yanından ayırmamıştı Hadise genç kocayı. İşte beraber, evde beraber, iş gezilerinde beraber. Ama son iki aydır tatsız bir şey vardı havada. Hoş bir telaşla bekleyememesi ondandı. Kontrol  elden gitmekteydi, kafayı istediği gibi çalıştırmasına da gecenin hakimi alkol engel oluyordu. Kafa başına buyruk gidiyordu, telaş yerine panikti odaya dolan.  Zaman da baş düşmandı o gece. 

Saate baktı, üçe yedi vardı. Viskisini tazeledi, Ne yapacağını şaşırmış sarhoş kafasıyla, bilmem kaç kez dinlediği şarkıyı başa aldı, ayakta zor durma sınırındaydı, anladı. 

“Sana yandım seni sevdim, bu gönlümü sana verdim, senin için her gün öldüm,
Dünya malını neyleyim, sen yanımda olmayınca, gitme yaban ele gülüm, ateş düşer ocağıma.” *

Zaman bir harekete geçti o an. Kapıda anahtar döndü. Genç koca içerdeydi işte, karşısındaydı. Hadise patlamaya hazır bomba misali ayakta dikiliyordu adamın karşısında. Adam ayakkabısıyla biraz mücadele ettikten sonra:

-Sakın bir şey diyeyim deme, sabah konuşuruz, ayakta duramıyorum, dedi.  

Elindeki anahtarla telefonunu masaya bıraktı, arkasını döndü, koridordaki tuvalete doğru yalpalayarak  gözden kayboldu.

O an adamın telefonu bipledi.  Bütün gece Hadise’yle uğraştığı yetmiyormuşcasına,  zaman, nedendir  bilinmez,  uğraşma dozunu artırmaya karar vermişti anlaşılan. O mesaj ne beş dakika önce, ne de beş dakika sonra geldi. Tam o anda öttü telefon. Adam tuvalete girdiği an, Hadise’nin telefonla baş başa olduğu an. En sarhoş, en deli, en yanlış, ya da doğru, en ilahi an…

İşte o an, zaman durdu. Acımasızca seyre koyuldu, hiç müdahale etmedi, sadece seyretti.

Hadise mesajı okudu, bir daha okudu, bir daha okudu, inandı okudu, inanamadı okudu:

“Yanında uyanacağım geceye hasretim, seni seviyorum, kokun burnumda uyuyacağım sevgilim”

Beyni buz kesti, içi, dışı, her yeri, tüm organları buz kesti. Sadece göğsünün tam orta yerinde, her kendini kandırdığını bile bile aşka karşı koymayan kadının iyi tanıdığı o göğüs ortasındaki yerde, en kritik anda her şeyi aydınlatırcasına parlayan o meşhur alev parladı. Mutfağa nasıl gitti, nasıl aldı eline o bıçağı, nasıl ilerledi koridorda tuvalete kadar, sonrasında  hiç  hatırlamadı. Anın tek şahiti geceydi. O da zamanla iş birlik yaptı. Belki kocaman hafızalı şehir hatırladı, ama o da kimseye tek laf etmedi.

Sonrasında tam bir sene boyunca nafile hatırladığı şeyler ise:  pencereye koşuşu, geri dönüp yerde yatan kan gölüne elleriyle tampon yapması, tekrar pencereye koşup yardım çağırması, tekrar koşup yerde yatan büyük aşka sarılması, bu çaresizliğin ona  sonsuz  gelen tekrarı  oldu. İçindeki sıcakla soğuğun sınır çizgisi hep aynı  keskinlikte kaldı o günden sonra,  ne buz kesmesi, ne de göğüsteki sıcaklık yok oldu. Bir de kan kokusunu  hiç unutmadı.  

Zaman, o gece Hadise’nin  içine yerleştiği  yerden bir sene boyunca kıpırdamadı, ta ki kendi hapishanesinde kanser olup unuttukların hatırlamak, hatırladıklarını ise unutmak için ölene kadar.

* ”Sana Yandım” , Güçlü Soydemir 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder