Nostaljik bayram yazısıdır bu...
Şu nostaljik bayram yazıları tetikledi beni. “Allahım o
ne güzel bayramlardı! “türünden...
Ben de yazacağım bir tane, dedim. Neyim eksik?
Hazır birlik beraberlik
mesajları gırla gidiyor ya, düşündüm, biz bu çok harika bayramlarla birlik beraberlik
içinde büyüyen bir kuşağın yarattığı bir Türkiye gerçeğini yaşıyoruz hep birlikte...Ve bu gerçek paramparça.
Çok filozof olmaya gerek yok
bir yerlerde bir saçmalık olduğunu anlamak için.
“Bayramlar değişti, bu nedenle bu haldeyiz,” yaklaşımın
yerine, “Madem biz bu birleştirici bayramlarla büyüdük, neden şu an bölük pörçüğüz?” diyen bir savı öne sürmek istiyorum.
Bu dînî bayramların en baba mesajı nedir arkadaşlar? Birlik,
beraberlik, küsler barışsın, hadi aranızda anlaşın falan filan değil mi en halk
dili özetiyle? Koca bir yalan o iş, benim zamanında aramın soğuk olduğu arkadaşlarıma "hadi bayram, barışalım," diye mektuplar yazdığım olmuştur. Neticeyi bilmek ister misiniz? Söyleyeyim: kıç üstüne oturma. O zamanlardan bilirim bu küsler barışsın geyiği de kulağa hoş, bünyeye zarar bir cümledir. Netekim, bu bayram da kimseden ses çıkmadı...Zira, zamanı gelince giden gidiyor, bize bu gerçeği anlatsalardı, daha az canımız yanardı eminim...
Konuyu dağıtmayayım, geçen hafta Toronto’daki bir türlü memleket hasretiyle,
üzüntüleriyle dahi birleşemediğimiz “Adalet” yürüyüşü de konunun tam üstüne tuz ve biber olarak bastı, ve ben bu birlik, beraberlik, bayram, kutlama konularını yazmazsam patlayacağım noktaya geldim.
Evet yürüdük. Otuz, kırk kişi. Ben a çoktan muhalefet olarak ümidi kestiğim için sorgulamayı da kestiğim CHP’nin düzenlediği
yürüyüşe gittim. Ertesi gün başka grup yürüdü. Onlar da başka sol
görüşlülermiş, daha da deşmedim kimler, neler. İki sol birleşip allahın Toronto’sunda,
şu memlekete de az destek verelim, uzaktan da olsa ,” kalbimiz sizinle” diyelim
diyemedi malesef.
Bazı arkadaşlarım ikisine de gitti. Ben saçmalık olduğunu
düşündüm, gitmedim. İlk Özgecan Aslan cinayetinde yürümüştüm. Ben kürtlerin düzenlediğine gitmiştim, meğer başka bir
tane daha varmış, o hem de medyatikmiş. Eh, kameraları duyan gelmiş de
diyebiliriz diğerine. Ben garip garip, sessiz sedasız Kürt gençlerle yürüdüm. Kalbim yanıyordu Özge için... Aynı Nuriye
için, Semih için yandığı gibi. Kendi kendimi tatmin etmeye yürüdüm ikisinde de.
Bir şeye etkimiz yok, zaten döne döne, kendime baka baka bir hâl olmuşum,
yaramı sakinleştirmeye yürüdüm ikisinde de. Öyle uzun uzun düşünecek hâli yoktu
bünyemin: o kimdir, kimlerle fotoğrafım çıkacak, kimler alkışlayacak, takdir
edecek veya yerecek. Zaten umrum olmaz o ayrı ya...Kimlerle görünmüşüm, nasıl
anılmışım...
(Bazen “Acaba umursasam mı?” dediğim de olmuyor değil. Zira,
burada tarikat müridinden, PKK’ya uzanan
bir çizgide anıldığım kulağıma geldi ara ara.Gülmekten şaşıramadım bile )
Bir üçüncü şans vereceğim Toronto protestolarına yine de , memleket
bu halde oldukça çıkar yakında başka bir protesto nasılsa. Çünkü ben genelde
herkese, ya da her olaya üç kere şans
veriyorum artık. Yeğenim Can’ın kulakları çınlasın. Ondan öğrendim üçlemeyi: o kızlara
üç kere şans veriyordu, üçünde de iş çıkmıyorsa, yallah başka kıza yollanıyordu. Gayet mantıklı buldum, ve kendime uyarladım. İşe yarıyor, tavsiye ederim.
Velhasıl, kilometrelerce uzakta da bölük pörçüğüz. Ve farklı
grupların, istisnasız hepsinin destek aldığı şey: “ötekileştirme”. Bölük pörçük Toronto Türk toplumu. 23 Nisan'ı iki ayrı grup, iki ayrı yerde kutluyor mesela. Akıllara seza. Bu gerçekten
sosyoloji vakası, üstünde çok düşünmeme rağmen beni epey aşıyor. Biraz anlamaya çalıştıktan sonra, bünyemi bununla meşgul etmemeye karar verdim. Ama yoğun talep olursa, bu konunun çok da matrak hikayelerine şahit oldum, yazarım belki. Bir de koruma tahsis etmem lâzım ama kendime...
Birlikte değil, ötekileştikçe güçlüyüz nedense...
Ve gırla gidiyor birleştirmeye yönelik nostaljik bayram
mesajları. Ama sanırım bu bayramları baştan formüle etmek gerekecek...
Şimdi idealize ederek, "ah vah, nerde o eski bayramlar," diye
dövündüğümüz bayram olayımız aslında neydi, unutanlara hatırlatmak için en başından
başlıyorum:
1 1- Bayram temizliği olayı: Pislik malum en
korktuğumuz şeydir milletçe. Kapı önünde ayakkabı çıkarırız, beş vakit abdest
alırız, ve hepimiz bal dök yala kıvamındayız bu nedenle. Temizlik şarttır. Ev
ahalisini canından bezdirircesine hummalı bir temizlik hâline çoğumuz aşinayızdır. Böyle büyüdük.
Bayram mı geliyor, temizlik denetimine müfettiş mi belli değil. Sebebi tabi ki
temiz ve düzenli olursa enerjiler hoş olur, ruhumuz hoş olur vs vs. Ama bu idrakta
değildir genelde anneler, olay daha ziyade “Konu komşu gelecek, neme lâzım”
şeklinde gelişir. Yani müfettişler aslında koynumuza misafir diye aldığımız yılanlardır. Hele kız
çocuğuysan, sıçtın. Kendi evimizin temizlikçisi olduğumuz evlerde büyüdük
çoğumuz. (Buna karşı değilim, zira büyüyüp de eve yardımcı, çocuğa bakıcı tarzı
yaşamlara geçiş yapınca o hayatı hep sorguladım: modern zaman köleleri
çalıştırdık çoğumuz...) Ama annelerimizin temizlik, güzellik ve hummalı yemek,
tatlı hazırlığı beni çok yordu. Biraz rahat olsaydık, bayramlarda kendimizi
komşular, akrabalar uğruna unutmasaydık başka bir ülke olur muyduk hep
düşünmüşümdür.
2 2- Katlanmak zorunda olduğumuz akrabalar: Evet,
bayramdan bayrama gördüğümüz akrabalar. Bayramlarda sevmek zorunda olduğumuz
akrabalar. Onlar da bilir senin ne hissettiğini, yalandan edilen iltifatlar... Bilirsin az görüldüğün için daha fazla meraklarına maruz kalmışsındır. İltifat
mıdır, nedir anlamadığın cümleleri vardır bunların, hiç unutmazsın: “Elif’ciğim, sen de hiç
büyümüyorsun maşallah.” Sanırsın iyi bir şey söyledi. Genç kaldın gibi bir şey
dedi sanırsın. Acele edip de sevinmeyesin sakın, gururunun okşanmasına müsade etmeden, bir sonraki cümle iner şşşrrraakkk diye : “ Çocuk geldin, çocuk
gideceksin.”
3 3- Daha da fenası, katlanmak zorunda olduğun
misafir çocukları: ”Elif ablası hadi odana götür Öküzcan’ı.” Genelde bunların
tümü ileri doz yaramaz olurlar. Normal zamanda gelseler, bayram olmadığı için
sen sıvışırsın, okulu, dersi, mersi bahane edip. Ama bayramda herkes evinde
gözaltındadir. Uzayamazsın. Misafri çocuğu esir almıştır seni, kurtulamazsın.
4 4- Fantastik komşu ziyaretleri: Saçma şekilde “önce
2 numaraya, sonra 4 numaraya, 4’ler ve 2’ler birleşip 6 numaraya, sonra 6’lar 5’e,
ay hangisini atlamıştık arada, eh 6’dan sonrakiler kalsın yarına, uzaktan
unutulmuş akraba gelirse, gel çağır kapıya” şeklinde gelişen absürd komşu ziyaretleri
vardır. Her gidilen evde aynı sırada: önce kolonya, sonra kahve, likör, şeker
triosu, sonra ardından çatlatmayan allah çatlatmıyor, baklavası, kadayıfı, ve
aynı, “daha daha nasılsınız?”la başlayan, hiç bir anlam içermeyen, boş boş, kıt kelime hazneleriyle kurulmuş muhabbetler. Bugün bize miras kalan lafla memleket kurtarmalar, ya da lüzumsuz
hava atmalar da cabası...Ve komşulardan daha hızlı hareket edebilen dedikodular, sen daha üst katın kapısını çalmadan, alt katın lafı girmiş oturmuştur başköşeye...
5 5- Aile yemekleri: birinci öğlen, birinci
akşam, ikinci öğlen, ikinci akşam, üçüncü öğle, üçüncü akşam diye epey kompleks
planlama gerektiren şaşalı organizasyonlar. Bir de o herkesin sizde olduğu
akşamın bitmeyen bulaşıkları aklımdadır. Sanki kıtlıktan çıkmışız gibi ha babam
tıkınılan bu ortamlar, bayramlara yüklenilen anlamı epey hedeften şaşırtmıştır.
6- Bayram hediyesi: Herkesi derinden etkilediğine şahit olduğum bayram mendili denen takdire şayan harika hediyenin takdirini yorumsuz olarak size bırakıyorum... ve binlerce el öpmeyi...
Bütün bunlara bakınca, neden eski bayramlar
yok anlamak mümkün: bıktı millet o yalan sosyalleşmelerden de ondan...
Samimiyeti sorgulanan, “aileyiz, birbirimizi sevmeliyiz” riyasından...
Ne kadar popi olduğunun, (gençlerin
jargonunda: anlamı ne kadar popülersin) ne kadar sevildiğinin epey kandırıkçı
bir göstergesi olan bayram ziyareti şaşaasının gölgesinde büyüdük biz. Eskiden
facebook “like”larının olmadığı günlerin ölçütüydü bayram trafiği...Yani insan
aynı insan... Değişmeye gönlü olmadıkça, nefsi hep aynı yerlere çalışmakta malesef.
Bugünün bayramlarının ise bunlara ek ayrı
bir trajik durumu var: Memleketim büyük bir travmadan geçiyor. Her
yanı kanıyor, yaraya parmak parmak tuz basanlar da çok acımasız. Hep yaralıydı,
o da ayrı, ama o yaralar şimdi gözardı edilemeyecek büyüklüğe ulaştı. Ta fizandaki görüyor. Bayram kutlayası yok çoğunluğun, bu boğucu ortamda, anca bir şekilde kendine nefes alacak
alan arıyor.
Bakmayın, bana her gün bayram diye bu kadar
önemseyemiyorum bayram nostaljisini...Ama olaya, kutlamaya, mesajlarına, adabına biraz daha şuurla
yaklaşma zamanı geldi de geçiyor bence. Hayat devam edecek hep, ama bu bayram
geyiğini de az sorgulayalım artık...Mevzuya bir de mesnetsiz bir romantizm
ekleyerek kaçtığımız gerçek yüzümüzle yüzleşmeyi daha da ötelemeyelim. Gerçek sınavımızın sözde değil, özde birlik- beraberlik sınavı olduğunu anlayalım.
İçerde ve dışarda... Ötekileştirmemeye
samiyetle, şekilcilikten ırak, ilk önce konudan, komşudan başlayalım...
Hadi iyi bayramlar hepinize, dağılalım...