28 Temmuz 2025 Pazartesi

AYNA AYNA, SOSYAL MEDYA

Sosyal medyaya ilk önce merakımdan bulaştım, sonrasında işim nedeniyle epey içli dışlı olduk. Sonra da  üç beş kolye satcam diye ne yalan şeyler yaptığımı farkedip, bundan rahatsız olup, Kanada’yı da bahane edip, kimi beni sevenlere göre de (ismi lazım değil, ama başharfi K olan birine göre) çabuk sıkılan biri olduğumdan, işten güçten, ve bunun olmazsa olmazı kendimi pazarlama konusundan uzaklaştım.

Araya bir WADA’da Doping Control Officer’lık alıp dinlendikten sonra (havalı olsun diye ingilizcesini yazdım), bu aralar tekrar ancak etraflarda görünür olursam bereketi de olabilecek şeyler peşindeyim, ve bol bol sosyal medya üzerinde düşünmekteyim. 2004’te falan girdim Facebook’a, ilk katılanlardanım hepsine. Facebook malum, girdiğimde daha gençtim, ama şu aralar tam benim yaş ve üzerinin olayı, ayrılmam ilk göz ağrımdan. Twitter ruh sağlığıma iyi gelmedi, çok laf, çok saldırgan dedim, çıktım asabi yerden. Instagram tam benlikti, ama sadece ilgilendiğim az ve öz şeyleri takip etmek istesem de, tabiri caizse yırtık dondan fırlarcasına reklam ve sponsorlu hesap bombardımanına tutuyor beni ve sinir oluyorum. Tictoc’u ise çok süfli bulup hiç beğenmediğimden hep uzak durdum, ne o ergen muhabbeti, dediysem de sanırım bünyesinde çok şey dönüyor. Süfli olduğu gerçeği değişmeden. 

Ne tatlı insanlar takip ediyorum aslımda. Ama sosyal medyayı kuralına göre oynamakta ısrar edenler habire kendi fotolarını paylaşmaya başladılar. İnsan fotosuna duyarlıymış haspam, başka türlü göstermiyor seni başkalarına. Giderek antipatik olanları var içlerinde. Sağa döndüm ben, sokağa çıktım ben, kedi gördüm ben, bunu yedim, bunu içtim, bunu aldım ben. Unfollowla gitsin, diyorum, (ki süper bir unfollowlayıcıyımdır, hiç bakmam ayıp mayıp olacak diye, ilgimi çekmezse basarım düğmeye) ama aslında bana hitap eden şeyler de var o sayfada. Arada derede kalıyorum bazen.

Üretilen şeyin adı içerik. Tüketilen ise hisler. 

Sadece görmek ve görülmek için yaşanan bir dünya olduk. Hep önemli fark edilmek, ama boku çıktı. Yaptığın işin önemi fersah fersah geride. Görünmüyorsan yoksun artık. Yanan Bursa görüntüsü önünde kızın biri Sensiz Olmaz şarkısına eşlik ediyor. Millet köpürmüş, hoşa gitmesi zor bir sahne, kabul ediyorum, ama kıza hakaretteki doz aşımı da üstünde durmaya değer. Oysa gelinen durum bu: fonda yangın olsun olmasın, herkes ayna ayna güzel ayna halinde. Sosyolog arkadaşım Nilüfer yazmış: “Sadece görülmek istiyor. Görülme, bilinmek arzusu bu, nasıl görünüyorumu merak ediyor. Hissine yabancı olduğu için bu his ne, nereden geliyor, diye sormuyor. Arzu nesnesi oluyor çünkü nesneleşti bu dünyada. Sosyoloji okusa keşke” demiş. Olay derin yani. 

Ben de zamanında hadi len, kör de değiliz, sağır da, ama birbirimizi ağırlamaktan gayri bir şey yapmıyoruz, diye sosyal medyayla ilişkimi katip seviyesine çekmiştim. Hadi buyur elif, netcen bakalım şimdi, diyorum kendime. Bu minnak bloğumu bile kimselere göstermiyor haybinkunduz algoritma. Gerçi sadık okuyucu kitleme ne kadar teşekkür etsem azdır. İki yorum attırıveriyolar, seviniyorum.  Neyse, bulcaz bir yol kitlelere ulaştırmaya. Algoritmalara yenilmeden. Yani inşallah.

18 Temmuz 2025 Cuma

LİMBİK SİSTEME SAYGIYLA




Yeni bir yazar girdi hayatıma. 

Vigdis Hjorth. Vigdis Yort okunuyormuş. Okunuş önemli. Geçmesini istemediğim arızalarımın bir tanesi de, yanlış telafuz edilen şeylere sinirlenmek. Svit şört, mesela. Değil efendim: svet şört o. Ya da Benıtın. Değil, Benetton, tam da yazıldığı gibi. İnsan isimlerinde daha hassasım. Averaj insan yanlışını düzeltme ihtiyacı duymayabilir. Ama yazarlar, çizerler yine de yanlış söylenmemeli. Bu devirde bakcan kardeşim, google her şeyi söylüyor. Rimbo değil, Rambo hiç değil, Rembo o. Neyse, arızi bir tepki, biliyorum. Ama dedim ya, bu snobluğumun geçmesini istemiyorum. 

İşte bu yazarın bu aralar popüler bir kitabını önerdi Asuman. Ona da abisi bahsetmiş. Asuman’ın abisi yazar bu arada, Tolga Ersoy. Yazar doğmuş, doktor olmuş. (Bu da güzel yazma konusu.) Bir sürü okuması zor kitabı var. Ben başka bir isimle yazdığı, nisbeten kolay okunan  bir kitabını sevmiştim ama ismini veremem, zira otobiyografik bir kitaptı, anılarına saygı nedeniyle ortalara yazamam. Önerdiği kitap:  Annem Öldü mü? Ne güzel isim, di mi? İçinde anne geçen her kitap bana yazılmıştır hissiyle aldım. Ve bayıldım. Çok “hissi” bir kitap. Ama hislere mesafeli yazılmış. Ağlak değil yani. Sheila Heti tadı var. Neyse, ben kimselerle kitap konuşmayı sevmem. Kitap kulüplerini de sevmem. Hele hele genele, yani ortalara kitap önerenlere hiç değinmeyip, teğet geçmeyi tercih ediyorum. Herkesin bir kitaptan aldığı keyif kendine. Ha, eğer aynı tadı almış birine denk geldiysen, muhabbetin tadından yenmez. Ama bana ender olmuştur bu denk gelme. Beğendiğim bir kitabı ileri geri, bir orasından, sonra burasından, tekrar başından okuyup bitirmem çok zaman alır. Dileyen şipşakçılar için, Storytel’de de varmış. Hiç dinleyemedim ben onu. Araya kimseleri almayı sevmem. Baş başa olcaz biz kitapla. (Baş başa ayrı yazılıyormuş, türkçem kıt da.)

Sonra başka bir kitabını indirdim, Long Live Post Horn. Ben hala Toronto Public Library’yi kullanıyorum. Kobo’mu da çok seviyorum. Kitap biriktirmek de bana göre değil. Ölcen gitcen işte, arkada kalana bir sürü iş, onca kitap. Oku ve ilerle işte, istifçilik de ne! İnsanoğlu bayılıyor ölümsüzmüş taklidi yapmaya. Eğer edebiyatçı, akademisyen değilsen ne biriktirip duruyorsun akıllı görüneceğim diye, nafile çaba. Neyse, Postane Günlükleri imiş Türkçe çevirisinin adı. 

Bir an durdum, düşündüm. Sadede gelene kadar ne çok kelime sarfetmişim. Konuşurken de böyle zevzeğim: başka bir arızam, ama onun da geçmesini pek istemiyorum. Şimdilik. 

Bu kitabın ana karakteri hisleri uyuşmuş, duygularına uzak bir kadın. Karakterin kendi duygusuzluğuna uzaktan bakışına, bundan rahatsız oluşuna hayran kaldım. Keşke ben de böyle yazabilsem, diye imrendim. Ayrıca duygularını  hızlıca tanıyanlara da hep imrenmişimdir. Ben hayatımın büyük bir kısmında, evde öğrendiğim şekilde, üzgünüm demek yerine çabuk sinirlenen, fevri bir olduğuma inanmışım, bu yetmemiş, etrafımdakileri de inandırmışım. Korkuyorum, diyememişim, onun yerine her şeyi kırk adım önden düşünüp planlayabilirim diye caka satmışım. Utanıyorum, ise hepten fransız bana. Onun yerine ota boka gülen bir kız çocuğu yerleşmiş içime. Ne güleryüzlü, demişler bana. Onca yıl boyunca, sadece bir arkadaşımın ablası bunun sinir bozucu olduğunu söyleyebilmişti bana. Üzülmüştüm tabi, ama bana iyilik yapmaya çalışmış, ben anlamamışım. Neyse, bir yirmi senedir bunların farkındayım, ama yine de karıştırıyorum çoğunu, stres anlarından karışıyor. En azından karıştırdığımı farkedecek düzeye geldim. İçim daralıyor o anlarda. Susup çekiliyorum kabuğuma. Bekliyorum, terazim düzelsin.

Toplum analizine de girişiyordum ki, yazdıklarımı sildim. Hep kendimden bahsettim, bana haksızlık, oysa etrafım benim gibilere kaynıyor. Kimi farkında, kimi hala kuyruğu dik tutma telaşında. Sosyolog olsaydım keşke. O zaman göğsümü gere gere analizlerimi saçardım etrafa. Ama sosyolog olmayı akıl edecek bir dünya görüşüne ve aynı zamanda not ortalamasına sahip değildim. Ortalaması düşüklere göreydi o bölümler. Hem o bilinçte kendi başıma olmam da yetmezdi, annem kemiklerimi kırardı valla. 

Ama bu başka bir yazı konusu olmalı. “Elif Kendini Bilseydi Acaba Ne Olurdu?” Güzel başlık. Başka yazıya. 

Okuyana sevgiler, bloğa yorum yapanlar ismini yazsın, seviniyorum birileri okudu diye.


12 Temmuz 2025 Cumartesi

ANNE ORUCU




Yap bi kahve, dedim kendi kendime. Kaç gündür sıkça gelen yazma dürtümü savuşturmak için ne yöntemler geliştirdim, ama bugün dedim, yap bi kahve. Benim için bir başlatıcı kahve, bir sembol, amma velakin içine az bir lokma amarulla konmuş olacak. Bilmeyenler baksın nedir amarulla. Amarullalı kahve varsa, Elif keyif aldığı bir şey yapmak üzere demektir. Bir davete gidilecek mesela. Süslenirsin, püslenirsin. Sonra yaparsın bir amarullalı kahve. Ya da sevdiğin birilerini ağırlayacaksındır, yemekler pişmiş, masalar hazırlanmıştır. Bir mola verirsin kimseler gelmeden, yaparsın amarullalı kahveni. Yüzdeyüz şahsileştirilmiş bir ritüel.

Keyfim neden yerinde acaba? Çoğu şey aynı hayatımda. PKK silah bıraktı diye de ekstra bir coşkuya kapılmadım, takdir edersiniz. Sadece bu tarihe kazıyacakları anı nasıl görüntülediler diye bir göz attım. Sadece kadınlardan oluşan bir PKK gördüm. Vardır kerameti, dedim. Erkeklere ne oldu ki, diye düşündüm. Bilen varsa bizi aydınlatırsa sevinirim. Kafama takıldı.

Keyfimin nedeni 21 günlük anne orucu tutmamın neticesi mi acaba? Bu harika fikir kardeşimin memlekete intikal etmesiyle ve annemi ziyaret etmesiyle oluşuverdi. Ben annemi, hayatım boyunca ondan uzak olduğum her gün aradım. Annesini her gün arayanlar elime mum diksin. 58 yılımdan evden ayrıldığım yılı çıkar, etti 31. Yaklaşık 31 yıl, çarp 365 ile- durun çarpayım-11 315 gün ediyor. Yani yuvarlayayım, 10bin kere aramışım. Onbin kez konuşmuşuz. Bir de anlaşabilseydik, o da kısmet değilmiş. Napalım.

İşte, sıkıldım artık. Ha, 21 gün oruç tuttum da, konuşmadım mı, derseniz, hayır öyle olmadı. Yine konuştum. El mecbur. Hep çözülecek bir şeyler olmakta, malum 89 yaşında nerdeyse o da. Yine konuştum ama istersem konuşmayabilirdim. Gülmeyin. Arada epey fark var. Ha bir de onun hakkında konuşmamaya çalıştım. Yani istersem konuşmayabilirdim. Ama tabi ki o da öyle olmadı. Çünkü benim çevremde herkesin en temel konusu, annelerimizin yaşlılığını yönetmek. Menopoz tek başına bir dert değilmiş gibi, bir de kutsal ilan edildikleri için uluorta şikayet etmemizin ayıp sayıldığı, bu nedenle kendi aramızda gizli gizli kahve köşelerinde dertleştiğimiz anne meseleleriniz var. Hepimizin.

İşte yaklaşık 20 senedir üzerinde çalıştığım travmamın, kendisini en son ziyaretimde hala yerinde saydığını farkedip, çıldırmanın eşiğinde olduğumu farkettiğimde bu oruç fikriyle aydınlandım. Ve uygulamakta zorlansam da, “istersem yaparım” hissiyatıyla çok özgür hissettiğim günlerden geçmekteyim.

Annem benim yaşlarımdayken babaannem ve annemin babası dedem bizim evde yaşarlardı. Annem de, sosyal böcek, evin işleri bitince fırt, soluğu sokakta alırdı. Sokak dediysem, arkadaş günleri, her güne bir gün. Evdeyken de bu yaşlıların bakımlarını ihmal etmez, sinirlenince bağırır çağırır, çok daralınca birini amcamlara, diğerini dayımlara yollardı. İyi de baktı allah için, çok dualarını aldığını duymuşluğum var. Bizimle yaşarlarken ne bunların hastalıkları, ne bakımları, ne can sıkıntıları hiç bir şeyleri önemli bir gündem olmazdı. Öyle yaşar giderlerdi. Yok muydu o yaşlıların bunalımları? Sanki o yaşlılar başka bir kategoriydi: yaşlı kategorisi. Ve onlar kendi kategorilerinde ölmeyi beklerken, günlerini amaçsızca söylenerek doldururlardı. Yani benim çevremdekiler öyleydi diyeyim. O kitaplarda, filmlerde gördüklerimiz gibi bilge falan da değillerdi. Babaannem Tan gazetesinde okuduklarını gerçek sanırdı, dünyadan bi haberdi zaten. Tan gazetesini hatırlar mısınız? Tamamı çakma haberden oluşan, bir tür mizah dergisi kıvamında, adına neden gazete dendiği meçhul bir şeydi. Dedem ise sanki pek bir şey düşünmezdi. Bütün gün sigarasını tüttürür, mal mal diyebileceğimiz şekilde otururdu. Yani kendilerinden hayata dair pek bir şey öğrendiğimi söyleyemeyeceğim.

Ama biz ne haldeyiz şimdi? Çoğumuzun hayatta olan yaşlı annesi babası evlerimizde yaşamıyorlar, bakıma muhtaç olanlar için hepimiz hasbelkader bir çözüm bulmuşuz. Ama günümüzün büyük bir kısmınında fikren hep bizimleler. Onlarla değilsek, onlara bakım verenlerle meşgulüz. Bir araya gelince nasılsından sonraki soru, annen nasıl. Kendimize sıra gelene kadar, çoktan hastalıklarına, ilaç reçetelerine, doktor ziyaretlerine dalıyor gidiyoruz. Boğuluyoruz ama bunu sadece birbirimize ifade ediyoruz. Çünkü mazallah, ortalara dökülemeyen konular. Yani, çoğunluğumuz için diyeyim. Ben bundan muafım ama. Anne konusuna çok kafa yordum, bu nedenle bilirkişi sayılırım müsadenizle. Daha fazlasını da ortalara dökesim var da, yavaş yavaş inşallah. Yirmi yıldır dilimde, “ben de bir gün anne konusunun Salman Rüşdi’si olacağım” cümlesini dolandırdım durdum. Günü gelecek elbet.

İşte bu nedenle 21 gün oruç tutayım dedim. Kafa netliğim, ruh sağlığım için.

Sanırım işe yaradı.

Hadi allah kabul etsin. (Şerefinizeden daha güzel oldu bu son cümle, bana müsade)

Bir de not: yorum yapan arkadaşlarım, isimsiz oluyor yorumlar ve ben kim ne yazdı, bana hak verdi bilemiyorum. Yorum yapanlar bi isimlerini bahşederse ne sevinirim. 

29 Haziran 2025 Pazar

CÜCÜK


Bugün bir söyleşi dinledim. Pınar Sabancı Agah Aydın’la konuşmuş. Pınar Sabancı bana pek doğal ve akıllı gelmese de, konukları hoş oluyor. Bak harcadım kızı hemen,  oysa yapıyor işte bir şeyler ve çoğu benzerinden de iyi. Sadece az biraz doğallıkta kusur ediyor sanki, doğallık önemli. Konuğu takip edemediğini düşünüyorum. Hep aklındakini ortaya koyma derdinde. Kıskanıyor da olabilirim, ekranlarda ve konuşarak hayatını kazanıyor ya! Kendime uygun gördüğüm bir iş, hatta korona sırasında Turkish Voice of Canada, yani İrep sayesinde deneyip, çok eğlenerek yaptığım bir kaç röportajı hatırlayan elime mum diksin. Ona buna bok atacağıma belki denerim yine. Neyse konudan sapmayayım. Konuk Agah Aydın ise, bilmeyenler için, çatlak bir psikiyatr. O da fazla doğal. Bak ona da kusur buldum, benim doğamda var bu! Anlattıklarını anlayabilirsen, ilginç biri. Biraz tasavvuf kanadında işin. 


Konu kaygıydı. Anlamaya çalışıyorum ya, dinledim. Anladığımı paylaşacağım sizinle şimdi, hazır mıyız?  Aslında geçen yazımda bahsettiğim boşluk, hiç de endişe edilecek bir boşluk hissi olamayabilirmiş meğer. Belki de hissettiğim, aslında hayatın pek de bir anlamı olmadığının farkına varış, bir aydınlanma olabilirmiş gibi hissettim birden. Bir soğan olduğunuzu düşünün, dedi Agah -tamam kabul, pek de hoş bir şey değil benzemek için, ama teşbihde hata olmaz, diyerek devam ediyorum. Kat kat kabuklarımız var ya hepimizin, olduğumuzu sandığımız haller, şeyler; akıllı, dürüst, çalışkan, idealist, yetenekli vs vs bir sürü kabuk. O kabukları üzerimizden teker teker soyup içimizdekine neymiş bakınca, bulduğumuz yegane şey ne? Sadece ve sadece bir cücük; içi boş bir cücük. Nasıl? Soğana benzemekten daha fena ne olsa gerek desem, bir ağızdan dersiniz: cücük. İşte hissettiğim sadece o cücüklük olabilir, dedim kendi kendime. 


Kerem senelerdir güler bu hayatta anlam arayışıma, hep içime bakma çabalarıma. Hep der, fazla da bir şey değil bu hayat, takılma. Ahanda, al sana: bak bak ne görcen ki? Buyur, al sana: sadece bir cücük! Kerem dedi dedi, dinlemedim! Al, kocaman  kafa doktoru da der aynısını. 


Bu aydınlanmamın neticesine bakınca da ne görüyoruz? O koca boşluğa  yeni erişmişim, ne diye doldurmaya çalışayım ki? O zaman sadece dans! Geldik, gidiyoruz, en sevdiğimiz şeyleri yapmaya odaklanalım. Keşke bir kırk sene önce aydınlansaydım! Ama benim kabuklarım çok kıymetliydi, malum. Onlarsız olmaya nasıl cesaret ederdim?


Röportaj yapmaya mı başlasam ki? Zaten var bir you tube kanalım. En çok yeğenim Sahra hayran kalmıştı zamanında buna, hatırlatayım: o zamanlar pek küçüktü. Düşünsenize, you tube kanalı olan kazık kadar bir halası var. Canım ya! 


Kimlerle konuşcaz? Eşle  dostla başlarım. Boş boş konuşsak mesela, eğlensek kendi aramızda. İsim  bulmama yardım edin, ama içinde cücük mutlaka  olsun. Herkes “çok önemli” şeyler konuşurken, biz kabuklarımızı tartışsak mesela. O bizi mutlu etmemiş başarılarımızı, yeteneklerimizi, iyi desinler, alkışlasınlar diye başkaları için heba ettiğiniz senelerimizi, bize o kabukları sinsice giydiren analarımızı, atalarımızı konuşsak mesela. Sallıyorum işte bir yerimden. 


Ama neden olmasın ya? Dur bir düşüneyim bunları ben. Heyecan yaptım birden.


Ben düşünürken, siz isim arayın canlarım. 


Hemen bir de mutlu huzurlu elif fotosu ekleyim şuraya. Fotosuz olmaz, olayımız bu.


A bientot!

27 Haziran 2025 Cuma

CAN SIKINTISI


Kendine verdiği hiç bir sözü tutamayanlar elime mum diksin. Her gece yatarken, ertesi gün için bir sürü güzel dilek var içimde. Sabah oluyor, spor üstü güzel bir kahvaltı dışında hiç bir şeye motivasyon bulamıyorum. O zerrecik de son çayı içip, bardağımı bulaşık makinasına yerleştirince unufak oluyor. Buna da şükür, diyorum. Kahvaltının ve spor yapmanın mutlulukla ilişkisi var ve bu his hala benimle.

Bomboş ve dımdızlak hissediyorum kendimi dünya yanarken. Bulamıyorum o herbokamaydonozenerjisi bitmeyen kızı içimde. O daraldığı anlarda küçücük bir vals ritminden medet uman, dünyanın en güzel cümlesi olduğunu düşündüğü bir kitap satırına dakikalarca kilitlenip, hayaller kuran, hiç bir şey bulamazsa, koşup denize vuran güneş ışıltısıyla neşeleceğini bilen, ya da pıtır pıtır rüzgarda titreyen bir ağaç altına sığınmayı akıl eden kız yok oldu. 


Kapının ardında duran 60’lı yaşlar mı nedeni? Gücümün kuvvetimin azalması mı? Hemcinslerimin çoğu gibi, 60’ım ama 40 gösteriyorum, diye kendimi kandıramamam mı (kaç tane “ma” var burda!)? Çünkü göstermiyorum, ve göstermem gerektiğini de düşünmüyorum. Ama üzülüyorum. Gençken kendimi hiç güzel bulmadım. Yazık etmişim, oysa giderim varmış, şimdi fotolara bakınca anlıyorum.  Sarkmış yanaklarım, tombul göbeğimle kendimi daha çok beğeniyorum şimdi. Bir üzüntüm varsa konuyla ilgili, gençken bedenimin kıymetini bilememiş olmam, konuyu giderayak ele alıyor olmam. 


Yoksa sadece hasbelkader bu topraklarda doğmuş olmak mı bu denli bunalmamın nedeni? 60 yılın Türkiye’si mi üstüme çöken? Umudumu kesmiş olmam mı bu toprakların ataerkil, faşizan düzeninden? Her sabah saçma sapan haberlere uyanıp, kendime buralarda yaşayacak, nefes alacak bir köşe, bir alan, bir düzen kuramamış olmam mı? Kendimi hep kopuk hissetmem mi? “Bu vatan için bir şeyler yapmak gerek” diyenlerden olmayı çoktan bıraktım, zaten pek vatansever de değilim sanırım, öyle büyük kavramların insanı değilim, daha naifim. Şu köşede kendi işime bakayım, desem de, o “kendi işlerim”i de anlamsız buluyorum artık, bu çok bilenlerin hükümdar olduğu dünyada. Herkes her boku biliyo mübarek! Artık yeter, diyen, ben de mümkünse öğrendiklerimi de unutmak istiyorum, diyenler de  elime mum dikebilir. De’leri bitişik yazanlara bile sinirlenemiyorum, durum vahim. Ben sanki artık ben değilim.


Bir diğer ihtimal de, acaba 60 yıldır anamın  sembiyotik olmasında direttiği hayatım mı canıma tak etti? Kendime verdiğim sözlerden biri de 21 gün boyunca makus kaderim olan bu durumdan bahsetmeyeceğim, bu nedenle bunu es geçiyorum. Ama ömrümü bu mevzuyu anlamaya adadığıma hiç pişman değilim, bazen sadece etrafımdakileri pişman ediyorum, farkedip susuyorum. Sabırları için en yakınımdakilere minnettarım. Keşke psikolog olsaydım, diyorum, boşa gitmezdi ilgi alanım, nakite dönerdi en azından. Yok yok, boşa gitmedi. Bu sayede kızıma kendini anlama, tanıma yolculuğunda güzel bir örnek olduğuma inanıyorum. Sülaledeki borderline anne geleneğinin aktarımına bir set çektik sanırım, yani umarım.


Şöyle bir göz attım yazdıklarıma: hala vazgeçmediğim bir şey de, çok bunalınca  devrik cümlelerle bir şeyler karalamaya koşmam. Eh, bu da hiç yoktan iyidir. Devrik cümle varsa, umut var mıdır? Elif, bu ergen kafasından çıkar mı, çıkamaz mı? 


Long live nihilizm!


23 Ekim 2024 Çarşamba

ZİRVE



Güzel kızım geldi, bir aydır bizimle.

Bilmeyenler için bilgi: biz kızım ilkokula başlayıp memleketin eğitim çıkmazına tosladığımızda, onu okumaya başka ülkeye göndermeye karar vermiş, sonra da fırsat çıkınca onu göç ettirmeye niyetlenip, Kanada’ya yollamıştık. On sene olmuş. Ben şahsen, bazı arkadaşlarımı, akrabalarımı kızdırsa da, bu topraklarda yaşamaktan bezdim, ve yakın gelecekte en küçük bir umut kırıntısı görmüyorum. Ha, gün olur, devran döner, yıllar geçer, başlara taşlar düşer, mucizeler hep vardır, bir gün buralara da minimum bir huzur gelir. Ama yakın gelecekte en azından kurallara, kanunlara gösterişte dahi olsa hürmet gösterilen bir yerde yaşama seçeneği olsun istedik. Zorlandık, kolay olmadı. Ama oldu. O da şimdi zorlanıyor, ama bunu seçtik biz. Dilerim iyi gelir ona, uzun vadede.


Neden umutlu değilim, bilmek ister misiniz? Çünkü burada hiç bir kuralın, kanunun denetimi olmadığını biliyoruz hepimiz. Balkonlarını kapatıp, iç mekana dahil edenler biliyor mesela bunun denetlenmediğini. Evine kat çıkanlar biliyor denetlenmeyecek, vergi vermeyen biliyor denetlenmeyecek. Çocuklar daha ergenken, çalışmadıkları halde sigortası başlatılıyor, biliyor denetlenmeyecek. Komşusu ne yapıyorsa, o da kendinde hak görüyor, denetleyen yok. Bu yaz güzelim Datça’da güzelim Kargı koyundan geçtik. O güzel sahile yan yana dizmişler tekerlekli odaları. İnşaat yasak o koylarda, ama memleketçe bulduğumuz güzel çözümlerle gecesi 400 dolara denize sıfır odalar yapmışlar. Güzel de yapmışlar keratalar. Hepimiz de böyle yasak alanlara yapılmış yerlerde takılmayı seviyoruz, çünkü güzel. Gördük geçen sonbahar ebesini toplu halde, sel götürdü ya Kıyıköy’de miydi, neredeydi, Karadenizde böyle kaçak göçek yapılan bir tekerlekli tesisi sel götürdü. İnşaat izni olmayan yerlerde “önden gelen tüyolarla” imar işi hallolacak, arsa ister misiniz, diye haberler geldi bize de. Alabilirdik. Kimse denetlemeyecekti.


Bütün kafelerde güya dış mekan, sadece bir cephesi açık cam, üç yanı ve üstü kapalı, herkes fosur fosur sigara içiyor. Şu an da öyle bir yerdeyiz, uyarsan ne çare! Güya üç yanı açık olmayan mekanlarda sigara yasak. İçen kişi beni umursamıyor, kuralı umursamıyor ve delebildiği an deliyor. Gayet düzgünce de bir kadın, sorsan, o da şikayetçidir memleketteki kuralsızlıktan, kanunsuzluktan. 


Ve denetlenmeye denetlenmeye, kuralla kanunla dalga geçe geçe gelinen zirve: özel hastanelerde bebek katliamı skandalı.  Kalbi olanın kanının donduğu noktaya gelmişiz denetimi siktir ede ede. Öfkeliyim. Ülke ayaklanmalıydı. Hayat durmalıydı. Oysa ben yan masadaki karıya dahi sinirlenme hakkımı kendimden almışım bile. Söylesem,  kafedeki diğer içiciler mal mal bakar, daha önce başıma geldi nitekim.


Her şeyin  birbiriyle bağlantılı olduğunu görmeyen güzel ülkem, içinden çıkması zor bir çamura saplanmış. Zor çıkar. 


Ben de bugüne kadar çok katkıda bulundum bu cehenneme. Günahsız değilim. Ama korsan taksiye vicdanı rahat binebilmekle, bu yarattığımız cehennemin ilişkili olduğunu farkettiğimden beri kendimce biraz daha ayığım.


Yine de, kırmızı ışıkta geçtiğimde bana kızan Kanadalı kızıma: bırak sefasını süreyim şu cefası bol memleketimin, diyebiliyorum. Bırak geçeyim. Ve sonra söyleneyim kaldırıma parketmiş trafik polisine: Sen bunu yaparsan, nasıl düzelecek bu memleket? diye. 


(Epeydir atarlanma ihtiyacı duymuyordum. Kapanmış oturuyordum ne güzel. Ama müsade etmiyor ki memleket.) 





19 Eylül 2024 Perşembe

HER GÜN YAZMAM MÜMKÜN MÜ?

 



Acaba her gün yazabilir miyim, sizce?

Güne sabah 4’te başlayınca zaman sıkıntım da yok. Göreve gittim, doping kontrol memuruyum ya bir yandan. Yarı zamanlı beynelmilel bir iş. (Güzel sözcük: beynelmilel) Saat 4.00’te İstanbul muhteşem, her yere gidebilirsin, vın vın. Gün doğarken de çok güzel, millet sokaklara dökülmeden de evimizde oluyoruz. Yine fakir bir sporcunun evine gittik. Yine bir genç kadın, yine muhteşem bir azim hikayesi. Bu işten emekli olursam, kesin belgesellerini yapmaya soyunacağım. Duyulsunlar, görülsünler istiyorum. 


Bir arkadaşımdan dünkü yazıma iltifat geldi: zeka pırıltılarımı görmüş. Halbuki  salak salak yazmaya koyulmuştum başlarken, çünkü akıllı olmaktan gına geldi, hayrını da  -nakite çeviremediğim için- pek gördüm diyemem. Bana daha ziyade eziyet etti o akıl. Hep fazla düşündüm. Felsefe okusaydım işe yarar mıydı acaba? Filozof olmazdı benden, o ağır duruş yok bende. Çizgi film sesimle kimse dinlemezdi beni. Yine de sağolsun, başkasının şahitliği önemli hayatta. Kendi kendine zeki olmak yetmiyor bana, yani yetmedi. Anam sağolsun, alkış sevdim hep. (Nobel hayali de o yüzden, neyse Nobel verseler de zaten Sartre gibi iade etmeyi hayal ediyorum arada, şırrrakkk, atacağım kafalarına, protesto iyidir. En büyük paradoksum: hem ödüle rağbet etmem, hem de etmemek istemem)


Bugün evlilik yıldönümümüz, birazdan geleneksel suşi kutlamamız için yola çıkacağız . Kerem dünyada ne var ne yok dinlerken, ben de hadi iki satır karalayayım dedim. Özetler şöyle:  Dünya savaşı kapıda, Dilan Polat kahraman olmuş. Bana ne. Türkiye’ye karşı sergilediğim Fransız tavrımda ısrar ediyorum ben.  57 sene çok bile ilgilendim kendisiyle. Burada Kanadalıymışım gibi yaşamaya çalışıyorum. Malum, Türkiye Türkleri sevmez, Batı hayranlığı asla geçmez. Bundan istifade etmek niyetim.


Konuyu dağıtmayayım, biz otuz bir (sanırım ayrı yazılıyor bunlar)  yılı devirmişiz. Yegane sebebi kuruma olan inançsızlığımız. Zaten Norveç beni duydu, evlilik olayını beş senelik kontrata bağlamış. Norveç’te yaşamak hayalim baki, kafa bana uyan bir kafa. Beş senede bir gidip yenileyecekmişsin  kontratını dilersen . Bize uyardı,  sanırım öyle de olsa evli kalırdık. Biz bir niyet ettik beraber olmaya ve o doğrultuda çaba gösterdik. İkimiz de değiştik. Ha, bir zeka varsa bende bak şöyle var: o kafa değişmezse, Kerem gider, A gelir, o gider B gelir. İsim zikretmedim farkındaysanız, neme lazım, alıngan milletiz. Hayat evirip çevirip benzer hikayeleri koymuyor mu önümüze?  Dilerim beraber de yaşlanırız, çünkü daha eğlenceli arkadaşım yok. Bütün egzantrikliklerimi kabul etti, sadece fesatlığıma biraz kızıyor. Gerçi fesatlık dediği, olağan Türk kadını iletişim şekli: her hareketimizin kademe kademe anlamları olması hali ve bu hallerin gizli kodunu hepimizin bilmesi, ama bilmiyormuş gibi yapmamız. Yani şahsına münhasır bir iletişim dili. Ve ara ara kendisine tercüme yapmam. O tercümeyi sevmiyor işte. Neyse, bana çok kızmaz zaten o, idare ediyoruz.


Bu da günlük yazar gibi oldu, hayırlısı. Bakalım yarın neler olacak.


Bloğa yeni   isim arıyorum. Bir de fotoğraf eklemek hoşuma gidiyor, anlam aramak istemiyorum. Bu harika yazıma bakalım hangi fotoyu layık göreceğim?