Bugün bir söyleşi dinledim. Pınar Sabancı Agah Aydın’la konuşmuş. Pınar Sabancı bana pek doğal ve akıllı gelmese de, konukları hoş oluyor. Bak harcadım kızı hemen, oysa yapıyor işte bir şeyler ve çoğu benzerinden de iyi. Sadece az biraz doğallıkta kusur ediyor sanki, doğallık önemli. Konuğu takip edemediğini düşünüyorum. Hep aklındakini ortaya koyma derdinde. Kıskanıyor da olabilirim, ekranlarda ve konuşarak hayatını kazanıyor ya! Kendime uygun gördüğüm bir iş, hatta korona sırasında Turkish Voice of Canada, yani İrep sayesinde deneyip, çok eğlenerek yaptığım bir kaç röportajı hatırlayan elime mum diksin. Ona buna bok atacağıma belki denerim yine. Neyse konudan sapmayayım. Konuk Agah Aydın ise, bilmeyenler için, çatlak bir psikiyatr. O da fazla doğal. Bak ona da kusur buldum, benim doğamda var bu! Anlattıklarını anlayabilirsen, ilginç biri. Biraz tasavvuf kanadında işin.
Konu kaygıydı. Anlamaya çalışıyorum ya, dinledim. Anladığımı paylaşacağım sizinle şimdi, hazır mıyız? Aslında geçen yazımda bahsettiğim boşluk, hiç de endişe edilecek bir boşluk hissi olamayabilirmiş meğer. Belki de hissettiğim, aslında hayatın pek de bir anlamı olmadığının farkına varış, bir aydınlanma olabilirmiş gibi hissettim birden. Bir soğan olduğunuzu düşünün, dedi Agah -tamam kabul, pek de hoş bir şey değil benzemek için, ama teşbihde hata olmaz, diyerek devam ediyorum. Kat kat kabuklarımız var ya hepimizin, olduğumuzu sandığımız haller, şeyler; akıllı, dürüst, çalışkan, idealist, yetenekli vs vs bir sürü kabuk. O kabukları üzerimizden teker teker soyup içimizdekine neymiş bakınca, bulduğumuz yegane şey ne? Sadece ve sadece bir cücük; içi boş bir cücük. Nasıl? Soğana benzemekten daha fena ne olsa gerek desem, bir ağızdan dersiniz: cücük. İşte hissettiğim sadece o cücüklük olabilir, dedim kendi kendime.
Kerem senelerdir güler bu hayatta anlam arayışıma, hep içime bakma çabalarıma. Hep der, fazla da bir şey değil bu hayat, takılma. Ahanda, al sana: bak bak ne görcen ki? Buyur, al sana: sadece bir cücük! Kerem dedi dedi, dinlemedim! Al, kocaman kafa doktoru da der aynısını.
Bu aydınlanmamın neticesine bakınca da ne görüyoruz? O koca boşluğa yeni erişmişim, ne diye doldurmaya çalışayım ki? O zaman sadece dans! Geldik, gidiyoruz, en sevdiğimiz şeyleri yapmaya odaklanalım. Keşke bir kırk sene önce aydınlansaydım! Ama benim kabuklarım çok kıymetliydi, malum. Onlarsız olmaya nasıl cesaret ederdim?
Röportaj yapmaya mı başlasam ki? Zaten var bir you tube kanalım. En çok yeğenim Sahra hayran kalmıştı zamanında buna, hatırlatayım: o zamanlar pek küçüktü. Düşünsenize, you tube kanalı olan kazık kadar bir halası var. Canım ya!
Kimlerle konuşcaz? Eşle dostla başlarım. Boş boş konuşsak mesela, eğlensek kendi aramızda. İsim bulmama yardım edin, ama içinde cücük mutlaka olsun. Herkes “çok önemli” şeyler konuşurken, biz kabuklarımızı tartışsak mesela. O bizi mutlu etmemiş başarılarımızı, yeteneklerimizi, iyi desinler, alkışlasınlar diye başkaları için heba ettiğiniz senelerimizi, bize o kabukları sinsice giydiren analarımızı, atalarımızı konuşsak mesela. Sallıyorum işte bir yerimden.
Ama neden olmasın ya? Dur bir düşüneyim bunları ben. Heyecan yaptım birden.
Ben düşünürken, siz isim arayın canlarım.
Hemen bir de mutlu huzurlu elif fotosu ekleyim şuraya. Fotosuz olmaz, olayımız bu.
A bientot!