29 Haziran 2025 Pazar

CÜCÜK


Bugün bir söyleşi dinledim. Pınar Sabancı Agah Aydın’la konuşmuş. Pınar Sabancı bana pek doğal ve akıllı gelmese de, konukları hoş oluyor. Bak harcadım kızı hemen,  oysa yapıyor işte bir şeyler ve çoğu benzerinden de iyi. Sadece az biraz doğallıkta kusur ediyor sanki, doğallık önemli. Konuğu takip edemediğini düşünüyorum. Hep aklındakini ortaya koyma derdinde. Kıskanıyor da olabilirim, ekranlarda ve konuşarak hayatını kazanıyor ya! Kendime uygun gördüğüm bir iş, hatta korona sırasında Turkish Voice of Canada, yani İrep sayesinde deneyip, çok eğlenerek yaptığım bir kaç röportajı hatırlayan elime mum diksin. Ona buna bok atacağıma belki denerim yine. Neyse konudan sapmayayım. Konuk Agah Aydın ise, bilmeyenler için, çatlak bir psikiyatr. O da fazla doğal. Bak ona da kusur buldum, benim doğamda var bu! Anlattıklarını anlayabilirsen, ilginç biri. Biraz tasavvuf kanadında işin. 


Konu kaygıydı. Anlamaya çalışıyorum ya, dinledim. Anladığımı paylaşacağım sizinle şimdi, hazır mıyız?  Aslında geçen yazımda bahsettiğim boşluk, hiç de endişe edilecek bir boşluk hissi olamayabilirmiş meğer. Belki de hissettiğim, aslında hayatın pek de bir anlamı olmadığının farkına varış, bir aydınlanma olabilirmiş gibi hissettim birden. Bir soğan olduğunuzu düşünün, dedi Agah -tamam kabul, pek de hoş bir şey değil benzemek için, ama teşbihde hata olmaz, diyerek devam ediyorum. Kat kat kabuklarımız var ya hepimizin, olduğumuzu sandığımız haller, şeyler; akıllı, dürüst, çalışkan, idealist, yetenekli vs vs bir sürü kabuk. O kabukları üzerimizden teker teker soyup içimizdekine neymiş bakınca, bulduğumuz yegane şey ne? Sadece ve sadece bir cücük; içi boş bir cücük. Nasıl? Soğana benzemekten daha fena ne olsa gerek desem, bir ağızdan dersiniz: cücük. İşte hissettiğim sadece o cücüklük olabilir, dedim kendi kendime. 


Kerem senelerdir güler bu hayatta anlam arayışıma, hep içime bakma çabalarıma. Hep der, fazla da bir şey değil bu hayat, takılma. Ahanda, al sana: bak bak ne görcen ki? Buyur, al sana: sadece bir cücük! Kerem dedi dedi, dinlemedim! Al, kocaman  kafa doktoru da der aynısını. 


Bu aydınlanmamın neticesine bakınca da ne görüyoruz? O koca boşluğa  yeni erişmişim, ne diye doldurmaya çalışayım ki? O zaman sadece dans! Geldik, gidiyoruz, en sevdiğimiz şeyleri yapmaya odaklanalım. Keşke bir kırk sene önce aydınlansaydım! Ama benim kabuklarım çok kıymetliydi, malum. Onlarsız olmaya nasıl cesaret ederdim?


Röportaj yapmaya mı başlasam ki? Zaten var bir you tube kanalım. En çok yeğenim Sahra hayran kalmıştı zamanında buna, hatırlatayım: o zamanlar pek küçüktü. Düşünsenize, you tube kanalı olan kazık kadar bir halası var. Canım ya! 


Kimlerle konuşcaz? Eşle  dostla başlarım. Boş boş konuşsak mesela, eğlensek kendi aramızda. İsim  bulmama yardım edin, ama içinde cücük mutlaka  olsun. Herkes “çok önemli” şeyler konuşurken, biz kabuklarımızı tartışsak mesela. O bizi mutlu etmemiş başarılarımızı, yeteneklerimizi, iyi desinler, alkışlasınlar diye başkaları için heba ettiğiniz senelerimizi, bize o kabukları sinsice giydiren analarımızı, atalarımızı konuşsak mesela. Sallıyorum işte bir yerimden. 


Ama neden olmasın ya? Dur bir düşüneyim bunları ben. Heyecan yaptım birden.


Ben düşünürken, siz isim arayın canlarım. 


Hemen bir de mutlu huzurlu elif fotosu ekleyim şuraya. Fotosuz olmaz, olayımız bu.


A bientot!

27 Haziran 2025 Cuma

CAN SIKINTISI


Kendine verdiği hiç bir sözü tutamayanlar elime mum diksin. Her gece yatarken, ertesi gün için bir sürü güzel dilek var içimde. Sabah oluyor, spor üstü güzel bir kahvaltı dışında hiç bir şeye motivasyon bulamıyorum. O zerrecik de son çayı içip, bardağımı bulaşık makinasına yerleştirince unufak oluyor. Buna da şükür, diyorum. Kahvaltının ve spor yapmanın mutlulukla ilişkisi var ve bu his hala benimle.

Bomboş ve dımdızlak hissediyorum kendimi dünya yanarken. Bulamıyorum o herbokamaydonozenerjisi bitmeyen kızı içimde. O daraldığı anlarda küçücük bir vals ritminden medet uman, dünyanın en güzel cümlesi olduğunu düşündüğü bir kitap satırına dakikalarca kilitlenip, hayaller kuran, hiç bir şey bulamazsa, koşup denize vuran güneş ışıltısıyla neşeleceğini bilen, ya da pıtır pıtır rüzgarda titreyen bir ağaç altına sığınmayı akıl eden kız yok oldu. 


Kapının ardında duran 60’lı yaşlar mı nedeni? Gücümün kuvvetimin azalması mı? Hemcinslerimin çoğu gibi, 60’ım ama 40 gösteriyorum, diye kendimi kandıramamam mı (kaç tane “ma” var burda!)? Çünkü göstermiyorum, ve göstermem gerektiğini de düşünmüyorum. Ama üzülüyorum. Gençken kendimi hiç güzel bulmadım. Yazık etmişim, oysa giderim varmış, şimdi fotolara bakınca anlıyorum.  Sarkmış yanaklarım, tombul göbeğimle kendimi daha çok beğeniyorum şimdi. Bir üzüntüm varsa konuyla ilgili, gençken bedenimin kıymetini bilememiş olmam, konuyu giderayak ele alıyor olmam. 


Yoksa sadece hasbelkader bu topraklarda doğmuş olmak mı bu denli bunalmamın nedeni? 60 yılın Türkiye’si mi üstüme çöken? Umudumu kesmiş olmam mı bu toprakların ataerkil, faşizan düzeninden? Her sabah saçma sapan haberlere uyanıp, kendime buralarda yaşayacak, nefes alacak bir köşe, bir alan, bir düzen kuramamış olmam mı? Kendimi hep kopuk hissetmem mi? “Bu vatan için bir şeyler yapmak gerek” diyenlerden olmayı çoktan bıraktım, zaten pek vatansever de değilim sanırım, öyle büyük kavramların insanı değilim, daha naifim. Şu köşede kendi işime bakayım, desem de, o “kendi işlerim”i de anlamsız buluyorum artık, bu çok bilenlerin hükümdar olduğu dünyada. Herkes her boku biliyo mübarek! Artık yeter, diyen, ben de mümkünse öğrendiklerimi de unutmak istiyorum, diyenler de  elime mum dikebilir. De’leri bitişik yazanlara bile sinirlenemiyorum, durum vahim. Ben sanki artık ben değilim.


Bir diğer ihtimal de, acaba 60 yıldır anamın  sembiyotik olmasında direttiği hayatım mı canıma tak etti? Kendime verdiğim sözlerden biri de 21 gün boyunca makus kaderim olan bu durumdan bahsetmeyeceğim, bu nedenle bunu es geçiyorum. Ama ömrümü bu mevzuyu anlamaya adadığıma hiç pişman değilim, bazen sadece etrafımdakileri pişman ediyorum, farkedip susuyorum. Sabırları için en yakınımdakilere minnettarım. Keşke psikolog olsaydım, diyorum, boşa gitmezdi ilgi alanım, nakite dönerdi en azından. Yok yok, boşa gitmedi. Bu sayede kızıma kendini anlama, tanıma yolculuğunda güzel bir örnek olduğuma inanıyorum. Sülaledeki borderline anne geleneğinin aktarımına bir set çektik sanırım, yani umarım.


Şöyle bir göz attım yazdıklarıma: hala vazgeçmediğim bir şey de, çok bunalınca  devrik cümlelerle bir şeyler karalamaya koşmam. Eh, bu da hiç yoktan iyidir. Devrik cümle varsa, umut var mıdır? Elif, bu ergen kafasından çıkar mı, çıkamaz mı? 


Long live nihilizm!


23 Ekim 2024 Çarşamba

ZİRVE



Güzel kızım geldi, bir aydır bizimle.

Bilmeyenler için bilgi: biz kızım ilkokula başlayıp memleketin eğitim çıkmazına tosladığımızda, onu okumaya başka ülkeye göndermeye karar vermiş, sonra da fırsat çıkınca onu göç ettirmeye niyetlenip, Kanada’ya yollamıştık. On sene olmuş. Ben şahsen, bazı arkadaşlarımı, akrabalarımı kızdırsa da, bu topraklarda yaşamaktan bezdim, ve yakın gelecekte en küçük bir umut kırıntısı görmüyorum. Ha, gün olur, devran döner, yıllar geçer, başlara taşlar düşer, mucizeler hep vardır, bir gün buralara da minimum bir huzur gelir. Ama yakın gelecekte en azından kurallara, kanunlara gösterişte dahi olsa hürmet gösterilen bir yerde yaşama seçeneği olsun istedik. Zorlandık, kolay olmadı. Ama oldu. O da şimdi zorlanıyor, ama bunu seçtik biz. Dilerim iyi gelir ona, uzun vadede.


Neden umutlu değilim, bilmek ister misiniz? Çünkü burada hiç bir kuralın, kanunun denetimi olmadığını biliyoruz hepimiz. Balkonlarını kapatıp, iç mekana dahil edenler biliyor mesela bunun denetlenmediğini. Evine kat çıkanlar biliyor denetlenmeyecek, vergi vermeyen biliyor denetlenmeyecek. Çocuklar daha ergenken, çalışmadıkları halde sigortası başlatılıyor, biliyor denetlenmeyecek. Komşusu ne yapıyorsa, o da kendinde hak görüyor, denetleyen yok. Bu yaz güzelim Datça’da güzelim Kargı koyundan geçtik. O güzel sahile yan yana dizmişler tekerlekli odaları. İnşaat yasak o koylarda, ama memleketçe bulduğumuz güzel çözümlerle gecesi 400 dolara denize sıfır odalar yapmışlar. Güzel de yapmışlar keratalar. Hepimiz de böyle yasak alanlara yapılmış yerlerde takılmayı seviyoruz, çünkü güzel. Gördük geçen sonbahar ebesini toplu halde, sel götürdü ya Kıyıköy’de miydi, neredeydi, Karadenizde böyle kaçak göçek yapılan bir tekerlekli tesisi sel götürdü. İnşaat izni olmayan yerlerde “önden gelen tüyolarla” imar işi hallolacak, arsa ister misiniz, diye haberler geldi bize de. Alabilirdik. Kimse denetlemeyecekti.


Bütün kafelerde güya dış mekan, sadece bir cephesi açık cam, üç yanı ve üstü kapalı, herkes fosur fosur sigara içiyor. Şu an da öyle bir yerdeyiz, uyarsan ne çare! Güya üç yanı açık olmayan mekanlarda sigara yasak. İçen kişi beni umursamıyor, kuralı umursamıyor ve delebildiği an deliyor. Gayet düzgünce de bir kadın, sorsan, o da şikayetçidir memleketteki kuralsızlıktan, kanunsuzluktan. 


Ve denetlenmeye denetlenmeye, kuralla kanunla dalga geçe geçe gelinen zirve: özel hastanelerde bebek katliamı skandalı.  Kalbi olanın kanının donduğu noktaya gelmişiz denetimi siktir ede ede. Öfkeliyim. Ülke ayaklanmalıydı. Hayat durmalıydı. Oysa ben yan masadaki karıya dahi sinirlenme hakkımı kendimden almışım bile. Söylesem,  kafedeki diğer içiciler mal mal bakar, daha önce başıma geldi nitekim.


Her şeyin  birbiriyle bağlantılı olduğunu görmeyen güzel ülkem, içinden çıkması zor bir çamura saplanmış. Zor çıkar. 


Ben de bugüne kadar çok katkıda bulundum bu cehenneme. Günahsız değilim. Ama korsan taksiye vicdanı rahat binebilmekle, bu yarattığımız cehennemin ilişkili olduğunu farkettiğimden beri kendimce biraz daha ayığım.


Yine de, kırmızı ışıkta geçtiğimde bana kızan Kanadalı kızıma: bırak sefasını süreyim şu cefası bol memleketimin, diyebiliyorum. Bırak geçeyim. Ve sonra söyleneyim kaldırıma parketmiş trafik polisine: Sen bunu yaparsan, nasıl düzelecek bu memleket? diye. 


(Epeydir atarlanma ihtiyacı duymuyordum. Kapanmış oturuyordum ne güzel. Ama müsade etmiyor ki memleket.) 





19 Eylül 2024 Perşembe

HER GÜN YAZMAM MÜMKÜN MÜ?

 



Acaba her gün yazabilir miyim, sizce?

Güne sabah 4’te başlayınca zaman sıkıntım da yok. Göreve gittim, doping kontrol memuruyum ya bir yandan. Yarı zamanlı beynelmilel bir iş. (Güzel sözcük: beynelmilel) Saat 4.00’te İstanbul muhteşem, her yere gidebilirsin, vın vın. Gün doğarken de çok güzel, millet sokaklara dökülmeden de evimizde oluyoruz. Yine fakir bir sporcunun evine gittik. Yine bir genç kadın, yine muhteşem bir azim hikayesi. Bu işten emekli olursam, kesin belgesellerini yapmaya soyunacağım. Duyulsunlar, görülsünler istiyorum. 


Bir arkadaşımdan dünkü yazıma iltifat geldi: zeka pırıltılarımı görmüş. Halbuki  salak salak yazmaya koyulmuştum başlarken, çünkü akıllı olmaktan gına geldi, hayrını da  -nakite çeviremediğim için- pek gördüm diyemem. Bana daha ziyade eziyet etti o akıl. Hep fazla düşündüm. Felsefe okusaydım işe yarar mıydı acaba? Filozof olmazdı benden, o ağır duruş yok bende. Çizgi film sesimle kimse dinlemezdi beni. Yine de sağolsun, başkasının şahitliği önemli hayatta. Kendi kendine zeki olmak yetmiyor bana, yani yetmedi. Anam sağolsun, alkış sevdim hep. (Nobel hayali de o yüzden, neyse Nobel verseler de zaten Sartre gibi iade etmeyi hayal ediyorum arada, şırrrakkk, atacağım kafalarına, protesto iyidir. En büyük paradoksum: hem ödüle rağbet etmem, hem de etmemek istemem)


Bugün evlilik yıldönümümüz, birazdan geleneksel suşi kutlamamız için yola çıkacağız . Kerem dünyada ne var ne yok dinlerken, ben de hadi iki satır karalayayım dedim. Özetler şöyle:  Dünya savaşı kapıda, Dilan Polat kahraman olmuş. Bana ne. Türkiye’ye karşı sergilediğim Fransız tavrımda ısrar ediyorum ben.  57 sene çok bile ilgilendim kendisiyle. Burada Kanadalıymışım gibi yaşamaya çalışıyorum. Malum, Türkiye Türkleri sevmez, Batı hayranlığı asla geçmez. Bundan istifade etmek niyetim.


Konuyu dağıtmayayım, biz otuz bir (sanırım ayrı yazılıyor bunlar)  yılı devirmişiz. Yegane sebebi kuruma olan inançsızlığımız. Zaten Norveç beni duydu, evlilik olayını beş senelik kontrata bağlamış. Norveç’te yaşamak hayalim baki, kafa bana uyan bir kafa. Beş senede bir gidip yenileyecekmişsin  kontratını dilersen . Bize uyardı,  sanırım öyle de olsa evli kalırdık. Biz bir niyet ettik beraber olmaya ve o doğrultuda çaba gösterdik. İkimiz de değiştik. Ha, bir zeka varsa bende bak şöyle var: o kafa değişmezse, Kerem gider, A gelir, o gider B gelir. İsim zikretmedim farkındaysanız, neme lazım, alıngan milletiz. Hayat evirip çevirip benzer hikayeleri koymuyor mu önümüze?  Dilerim beraber de yaşlanırız, çünkü daha eğlenceli arkadaşım yok. Bütün egzantrikliklerimi kabul etti, sadece fesatlığıma biraz kızıyor. Gerçi fesatlık dediği, olağan Türk kadını iletişim şekli: her hareketimizin kademe kademe anlamları olması hali ve bu hallerin gizli kodunu hepimizin bilmesi, ama bilmiyormuş gibi yapmamız. Yani şahsına münhasır bir iletişim dili. Ve ara ara kendisine tercüme yapmam. O tercümeyi sevmiyor işte. Neyse, bana çok kızmaz zaten o, idare ediyoruz.


Bu da günlük yazar gibi oldu, hayırlısı. Bakalım yarın neler olacak.


Bloğa yeni   isim arıyorum. Bir de fotoğraf eklemek hoşuma gidiyor, anlam aramak istemiyorum. Bu harika yazıma bakalım hangi fotoyu layık göreceğim?


18 Eylül 2024 Çarşamba

ELİF YAZMALARA GERİ DÖNÜYOR (İNŞALLAH)



2021’de başlamışım yazmaya. Nobelli öykü yazarı olma hayaliyle. Tabi, motivasyon olmazsa olmaz bu işlerde. Bendeki çıta da genetik olarak yükseğe ayarlı, Tomris’in kızı olmak bunu gerektirir. Yazmışım da yazmışım. En verimli yıllarım Kanada’ya denk gelmiş. Ne oldu, nasıl oldu da o denli çok yazabildim, bunu düşünemeyeceğim şimdi. Esas konum, sıçtığımın İstanbul’una geldikten sonra neden yazamadığım. Gerçi çıtası en az benimki kadar yüksek bir yazı grubuna da eklendim, zora gelince yazarım, diye. Nobellik öyküleri orada da yazamadım. Tabi beceremediğimi düşündüğüm her şeyden kolayca vazgeçen ben, o grubu da bıraktım. Arada aklıma geldiğinde, daha güzel yazdırır hayaliyle dünyanın parasını verdiğim Apple kalemimin vicdan azabına da arkamı döndüm, ve “ne işe yarayacak?” diye diye, kendimi okumalara verdim.

Ve türkçeye küsüp, sadece ingilizce, fransızca, ve bildiğim tüm dillerde okumaya verdim kendimi. Tükçe benlik değil diye. Şimdi durduk yerde neden bunu yazdım, ismi lazım değil, sevdiğimiz bir arkadaşımız gibi hava attım size? Eh, yukarda o kadar yazamadım, edemedim deyince, hemen herkese nasip olmayan bir özelliğimden bahsedip, kendimi sevmek için tabi ki. “İçimdeki narsisti görüyorum, ve onu seviyorum.” Aslında esas neden, hala Toronto Halk Kütüphanesine ulaşımımın olması, ve beleşe kitap indirebilmemdir. 


Buralarda yaşamam da reva mı, bunalımım baktım ki geçmeyecek, dedim o zaman bana iyi gelen ahkam kesme görevime döneyim. Öykü möykü kalsın kenarda, ben aklıma gelen herşeyi yazmaya devam edeyim dedim. İstesem ingilizce, fransızca da yazarım, he he, ama “ana” dilimde devam edeyim bari, dedim.


İşte geri geldim burdayım.


Apple kalem hala atıl. Beceremedim. Klavye ile ilerliyorum. Akıllı akıllı yazamayacağım, zira aklım başımda değil epeydir, deli deli yazmayı düşünüyorum. Akıl başta olursa yaşanmıyor buralarda. Aklını sabah kalkınca yüzünle beraber yıkayıp, temizleyeceksin. Güne öyle başlayacaksın. 


Epey bir şey yazdım, sonra hepsini sildim. Memlekete atarlanmışım yine, gereksiz çaba. Nafile enerji israfı. 


Madem başladım yazmaya, siz de okumanız bitince, “şimdi ne anlattı bu?” demeyin diye size  yeni keşfettiğim, deli deli yazan bir yazardan bahsedeyim: Sheila Heti, Kanadalı kendisi. Yazısındaki deliliği sevdim, fazla düşünen, düşüncelerinde kaybolan kadınlardan. İlk okuduğum kitabı How Should A Person Be? sanırım çevrilmemiş. Ama şu an elimdeki kitabı Annelik dilimize çevrilmiş. Roman değil, kendi kendiyle konuşuyor, çocuk doğursa mı doğurmasa mı, diye. Anne çocuk ilişkisi benim hayatımın merkezindeki ilişki, bilenler bilir. İsmi nedeniyle okumak istedim, ve üstünde epey düşündürdü. Matrak da yazmış bence, ana akım çok satanlara tavırlıysanız benim gibi ve annelik müessesesine Hülya Avşar ve bilimum Orta Doğu annesi  gözüyle bakmıyorsanız, bence deneyebilirsiniz. Okuyanlarla konuyu konuşmak, tartışmak isteyebilirim. En sevdiğim ikinci konu zaten. Birincisi Türkiye’ye bok atmak, ikincisi anneliğe, üçüncüsü de din meselesine. Ama hepsi de tabu. Salman Rüştü, sen çok yaşa, ben sadece kendi ortamlarımda yapabiliyorum senin yaptığını, hala gözüm yemiyor dünyaya haykırmaya. Bloğumu okuyanlar da zaten eş dost. 


Neyse, şeytanın bacağını kırmışımdır umarım, kahvemi içerken, hadi o gün bugündür, dön bloğuna elifcik, dedim.


Ayrıca fotoğraflar da konuyla alakalı değil genelde , romantik diye sonbahar şeysi ekledim ama bu konu üstünde düşünmem gereken bir konu.


Bir de ne biçim isim koymuşum ya şu bloğa yahu. Değiştirsem mi acaba? 




22 Ekim 2023 Pazar

KİŞİSEL SAVAŞ TARİHİM



Dünya üstümüze üstümüze saldırıyor sanki, değil mi?

Sanki yeni bir hal! 


Yahu, bakın 2023-1967=56 yaşıma gelmişim (her seferinde bunu hesaplamam gerekiyor, aklımda tutamadığım rakamlardan biri de yaşım), bıktım usandım bu her seferinde aynı şaşkınlığı taptazeymiş gibi yaşama halinden.


Dünya böyle biryer kardeşim, bütün enerjimizle şaşırmayı bıraksak, belki bir şeyler değişecek.

Bebekliğimde de savaşıyordu, hala bayılıyor bu savaş işine. Kendi savaş tarihime bakayım dedim.

Yetmişlerden kalmayım ya, Ankara Cebeci’de otururduk biz. Siyasal Bilgiler Fakültesine bitişik, altında apartmanın en zengini kebapçıların dükkanının olduğu mütevazi orta sınıf apartmanımızda. Yanda sağcı ve solcu denilen gençler savaşırdı. Çatışma denirdi ama alenen savaşmış, şimdi anlıyorum: silahlar atılıyorsa ve birileri ölüyorsa, o zaman savaşmış da, hafifletirlermiş meğer. Daha yirmisine yeni girmiş, dünyadan bihaber çocukların birbirinden nefret etmesi, ve daha güzel bir Türkiye için ölmeleri, öldürmeleri normalimizdi. O daha güzel Türkiye ile ilgili çatışmalar sanırım daha devam edecek, zira istenen güzelliğe erişemedik.


Sonrası seksenler, Cezayir’deyim. Araplar hep savaşıyor bu arada, ama konu komşu (biz, siz, onlar,hepimiz) pek anlamıyoruz neden savaşıyorlar, pek de umurumuz değil zaten, “onlar Araptır, hep savaşır” kafasında dünya. Fransız okulu yıllarım, o zaman Yasser Amca (sahiden Arap dünyasında nüfuslu babası olan , ve hatta sonradan kendisi de bir prensle evlenip prenses olan arkadaşım Rym kendisinden amca diye bahsederdi) Filistin, İsrail oralarda savaşıyor. Ve anlamaya dahi çalışılmayan bu savaşta, bir katliam olmuş yine, İsrail Arapları katletmiş, siviller yine ve hep öldükleri gibi ölmüşler, ve demek ki öyle fena ölmüşler ki, benim  yüzlü avrupa zihniyetli okulumda, dersin birinde, Araplar için saygı duruşunda bulunmamız istenmiş. Sahne dün gibi önümde: hepimiz ayağa kalmışız,  (okulun çoğu çift tabiyetli Araplardan oluşuyor,  Cezayir’de yaşayan yabancıların gittiği bir okul bu) , pek bir şey anlamamışız ama üzücü şeyler olduğunun idrakındayız. Sınıf arkadaşım iki Alman, sınıfın da en popi (ergen dilinde popüler demek, anlamayanlar için açıklama) oğlanları, ayağa kalkmamış. Bir dakika ayaktayken biz, onlar kılını kıpırdatmamış, öğretmen de “kalksanıza ulan hıyarlar!“ falan dememiş. Kimse bir şey dememiş. Hatta, kendi fikirlerine sahip çıktıkları için, saygı bile gösterilmiş faşistlere. Benim kişisel tarihimde İsrail-Filistin konusu bu sahneden ibarettir. Bakın yıl 1979 muhtemelen. Hesabı siz yapın, beni uğraştırmayın.

Sonrası, seksenler Irak savaşına denk gelirim. Üniversite yıllarım, sınıf atlamışız, Ankara’da elçilikler bölgesine taşınmışız. Amerikan elçiliğine konan bombalar, “Allam, ya füzeler üstümüze düşerse?” diye hazırlanan kaçma çantaları,  stoklanan makarnalar. Bu yiyecek stoklama konusu her gündeme geldiğinde, bu savaşı anarım. Bir arkadaşım da her an kaçmamız gerekir diye hazırladığı çantasına diplomasını koymuştu, ben de hakir görmüştüm: ingilizce öğretmenliği diplomasıydı, ve uzun seneler bayıla bayıla taşıdığım o güzel  kibirimle  dalga geçmiştim,  “yahu, zannedersin kalp cerrahı diploması, naparsın sen ingilizce öğretmenliği diplomasıyla”, diye. Sonrasında Kanada’ya yaşamaya gittiğimde gördüm ebesininkini: en geçer akçe şeymiş ingilizce öğretmenliği! Aldım ağzımın payını, oturdum mal gibi hiç kullanmaya tenezzül etmediğim  mimarlık diplomamla. 


Doksanlar, Afganistan savaşı olsa gerek, ve bilimum bölgedeki savaşlar. Dünyanın başka yerleri ilgim alanında değil ama oralarda da eksik olmasınlar, bir sürü insan savaşmakta. Ikibinler, Kosova trajedisi. Ondan da bir anım var: o sıralar UN Peacemaker, barışgücünde çalışan bir arkadaşımın annesi o sırada Kosova’da, apartopar onu Türkiye’ye yollamıştı, kadıncağızı havaalanından alıp,ne akla hikmetse, bir arkadaşımın ikizlerinin doğumgününe götürmüştüm. Arkadaşım görevini bırakamamış, savaş bölgesinden ayrılamamıştı. Kazakistanlı annesi ise kızını orada bıraktığı için yasta, bense burada gayet normal bir şekilde devam eden hayatıma katmıştım kadını. Bu arada, arkadaşımdan da  o meşhur Birleşmiş Milletler barışgücünün ne kadar savaşa hizmet eden bir örgüt olduğunu  dinlerdim o aralar. 


Derken ikibinonlar, yirmiler, sağımız, solumuz savaşmaya doyamadı dünya.

En yenisi Ukrayna Rusya savaşı: daha yeni Rus pasaportlu yeğenimizi Rusya’da askere alınmasın, aman, diye apar topar  ve gerçekten panik halinde Türkiye’ye getirdik. Şimdi burada vatani görevinde: her erkek için farz görülen o saygın görevde. Nolur nolmaz! Her an savaşa gitmek zorunda olabilir. Parasını verip yaptığı saygın görevi hep topu üç hafta. Allah esirgesin bir şey olsa, buncağızları mı gönderecekler saflara? Askerlik yapmama hakkı da yok kimsenin. Normal bu.


Hayatımızın bu denli içindeyken bu savaş, hala şaşırmamıza şaşırıyorum. Sizler de bir deşin savaş anılarınızı, ki resmi olarak savaşta olmayan, ama nedense gayriresmi çatışmalarda her sene hala ve hala kimbilir kaç şehit verilen bu topraklarda eminim sizlerin de belleği doludur.


Bu denli içiçeyiz o çok şaşırdığımız, hiç istemiyoruz, diye haykırdığımız savaşlarla.


Bu durumun değişeceğini de düşünmüyorum. İnsanoğlu alışık. Bunlar devletlerini, milletlerini bu denli sevmeye devam ettikçe süregelecek bu savaşlar. Fenerbahçeliler Galatasaraydan nefret ettikçe devam edecek. Hepimiz şehirlerimize  dolan yabancılardan nefret etmeye devam ettikçe devam edecek. Üst kattakilerden hala “o kürtler”, “o muhacirler,o göçmenler, o lazlar, o aleviler” diye bahsettikçe devam edecek.


Yaslar ilan edilecek, nedense o yaslardan etkilenenler eğlence sektöründekiler olacak, müzikler susacak, danslar edilmeyecek, ruhlar hafiflemeyecek. Üç gün sonra, herkes kendi işine dönecek. Ve insanlar bütün zaaflarıyla  insan olmaya devam edecek.


Ben de ömrüm yeterse, yenilerini ekleyeceğim anılarıma.


Bu kez de barış dolu günler dileyim okuyanlarıma, da ironinin dibi olsun yazının sonunda.


3 Şubat 2023 Cuma

NASIL YAŞANIR



Nasıl yaşanır, diyorum. Nasıl yaşanır tüm bu arbedenin ortasında. Önemsediğimiz her şeyin bir sonu olduğunu bilerek nasıl dayanılır tüm dünyanın acısına. Sonra diyorum, e, nasıl yaşadın elifcik elli beş yıldır. Pek farkında değildim be bu denli fani olduğumun. En Sartre, en Camus yıllarımda, en nihilist gençliğimde bile hepsi şık bir örtüymüş üstümde: “sizler gibi değilim, sizler gibi değilim” çığlıklarım da güzel bir şovun parçasıymış; kimse gibi olmamaya öykünürken, herkesle aynı kaderi paylaştığımı inkar ederken, putlaştırdıklarımın, diğerlerinin putlarından faklı olmasını kendi farklılığım sanarken. 

Dünyanın berbat ülkelerinin birinde doğmuş olduğuma sürekli kahrettim. Bağırdım çağırdım, kendimce aktivist takıldım. Kendimce, diyorum, çünkü bu kelimenin ne anlama geldiği de bende şu an koca bir hiç. Deli danalar gibi bağırıp çağırmayı, iyilik yapıp, kimseler bilmese dahi kendi köşemde gizli gizli böbürlenmeyi, elini taşın altına koymayanlara sinirlenmeyi bir şey yapmak sandım. Kendimden başka hiç bir boku değiştiremedim. O dediğim de , anca bir nebze.


Dünya kendini tekrar eden hikayeler bütünü, kendi içinde tutarlı aslında. Habire değişiyor, dönüşüyor, nerede başladığı hala muamma, ne olacağını ise bildiğimizi sanıyoruz. Çok biliyoruz, çok konuşuyoruz, çok anlatıyoruz. Neandertallerin dertlerinden farklı dertlerimiz var sansak da, bence yanılıyoruz. Yaşıyor, gidiyoruz aslında. Bir şeye hükmümüz olduğu yanılsamasından alıyoruz gücümüzü. Şu oturduğum apartmana yetmiyor yahu gücüm! Yeni yöneticiden bizi ilgilendiren bilgileri bile alamıyoruz kaç gündür, nerede kalmış dünyayı kurtarmak, Türkiye’yi kurtarmak. Ama öyle olduğunu sanmak bize devam gücü veriyor. Bu berbat ülkede dahi böyle. Sanrılarımız kadar mıyız, yoksa yok muyuz?


E nolacak şimdi, bende o sanrı uçtu bitti, suya düştü, inek içti. Nolacak şimdi? 


Sanrılar bitti.


Sadece bazı güzel şarkılar kaldı mesela. Bazı güzel dizeler, bazı nameler, ritimler.

Mes mots, tes levres douces, mesela. Laurie Dermon, dinleyin, güzel bir valz. Şu an o çalıyor da Spotify’da. Kalbim valslere aşık, başka hayatlarım vardıysa,  bir tanesi romantik devirde yaşamış. Kesin bilgi yayalım.


Ipadimde çizim applerim var, çiz, yaz, boz, saatlerce, günlerce. Akıllıca bir şeyler yapmaya çalışmadığım sürece, sorun yok. Bak, yegane özgürlüğüm bu, dilediğimi yazarım, çizerim. Seçim geliyormuş, altılılar hazırmış, “ejnebi” (babamın ruhu şad olsun, güzel kelime)  konsolosluklar korkmuş, kaçmış, oh olmuş. Dışarı çıkmam olur biter, 60 m2 dünyam yeter, desem de ara ara soruyorum işte, nasıl yaşanır bu dünyada?


Sonra işte böyle yazınca, çizince hatırlıyorum: Bir can hak verilmiş, hodri meydan denmiş.


(Daha fazla bilmiş bilmiş yazıp size daha fazla tüyo vermek isterdim, ama ben de olaya pek hakim değilim, malum. İşte gerisi de, dargınlar barışsın, kutupayıları ölmesin, falan.)


Ve de okuyana sevgiler.