Yaşlılıkla orta yaş ortasında bir yermiş elliler, ve neredeyse altmışlar. Bunu hala kabullenmek istemeyen güzel arkadaşlarımın seslerini duyuyorum: yetmişe kadar orta yaşız, diye haykırıyor olabilirler şu an. Değil işte, bu sabah ters tarafımdan kalkmış olabilirim belki. Bugün böyle. Yaşlanıyoruz işte ve hepimiz öleceğiz.
Şimdi bundan sonrasını okuma cesaretini gösterenlerle ilerleyelim, kalın benimle, belki eğleniriz biraz, ama söz veremiyorum.
Bu ellilere, altmışlara gelen hemcinslerimle ortak bir evlatlıktan bezme halini paylaşıyoruz. Üstüne üstlük, olayın geçtiği yer Türkiye: kafası dumanlı, distopik bir ülke. Ülkeni bir kaç kelimeyle anlat deseler, benim birkaç kelimem: bağımlı, unutkan, hep bana cup bana olurdu. Sizinkileri de merak ettim aslında, ya neyse. Konuyu dağıtmayayım.
Bir kere bu bağımlılık önemli konu, özellikle evlatlıktan bezme halimiz buna dokunuyor: sanki anamız babamız değil de eski sahiplerimize bakım verme yaşındayız. Sahiplerimiz bizden sonsuz bir itaat bekliyor. Dur, dur, itaate gelene kadar, bizden hep onları eğlendirmemizi bekliyor. Anası babası kendinden bir şey beklemeyenlere de rastladığım oldu, şuncacık yarım asrı geçmiş hayatımda, ama çölde açan nergisler gibi, nadirler. (Çölde açan nergis varsa, tabi, ben kafadan salladım, romantik geldi kulağıma) Benim kayın-ailem öyle, ama dedim ya, çok ender çıkar bu topraklarda. Çoğunluğun yegane oyuncağı, evlatları. “Başkasıyla paylaşamam, istediğim şekilde hor kullanabilirim, ne de olsa anası-babasıyım, kutsalıyım,” kafası. Şahsen ben kolay uyumlanmışım hep, hala da öyleyim sanki de kardeşim arada uyarıyor ve oyuncak olmadığımı, aslında insan sayıldığımı hatırlatıyor. Kendi çapımda mesafe koymaya çalışıyorum- ben koyuyorum ama annem beni ayrıştıramıyor kendisinden. Ben ayrıştıkça, canı yanıyor. Canı yandıkça, daha da yapışıyor. Ve olay bir korku filmine evriliyor. (İnanmayan Kerem’e sorsun).
“Sıkıldım da sıkıldım!” Hep aynı nakarat: annem böyle, amcam böyle, dayım böyleydi rahmetli. E, sıkıl biraz. Sıkı can iyi olur kolay kolay çıkmaz, derlerdi küçükken bize. Ben diyorum şahsen anneme, sonra pişman oluyorum, evrene yanlış mesaj gitti diye.
Ve yalnız değilim, biliyorum dertleşmelerimizden. Yaşlılara bakım veren hepimiz, bu ortadaki ne idüğü belirsiz yaşlarda zaman zaman oldukça zorlanıyoruz. Elimizde var bir sopa, bir yanı vicdan azabı, bir yanı nafile bir çaba, dövüp duruyoruz kendimizi. Oysa bizim zamanımız olmalı bu yaşlar: elenmiş unlar, asılmış elekler, bordrodan çıkmış bebeler.
Bedenimizde, ruhumuzda bu yaşlılığa hazırlanma sürecinde olan bitenle yüzleşip kabulleneceğiz güya, sözümona. Hangi evrilmiş örneklere bakacağız da, feyz alacağız? Memleketin çoğunun imrendiği yaşlı hala ya Ajda Teyze, ya Nebahat Çehre: nerede o bilge babaanneler, o bilge neneler! Şahsen benim payıma düşen bilge akraba miktarı sıfır. Ben olmaya gayretim var, ama hala “çok bilmiş örtmen” evresini geçemedim.
Bir de dillere pelesenk: “dileriz annelerimiz gibi olmayız”. Annelerimiz de anneleri gibi oldular.
Unutuyoruz demiştim ya.
Uyarmıştım sizi başında, bugün ters taraftaydım kalkarken.
Buraya kadar karanlığıma eşlik edenlere teşekkürler.
Birazdan yüzmeye gideceğim, az ferahlarım, ta ki …
Evet üç nokta. Yazdıklarımı sildim, yine evren aklıma geldi. Mesaj gidiyorsa sahiden, radarından kaçayım diye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder