28 Temmuz 2025 Pazartesi

AYNA AYNA, SOSYAL MEDYA

Sosyal medyaya ilk önce merakımdan bulaştım, sonrasında işim nedeniyle epey içli dışlı olduk. Sonra da  üç beş kolye satcam diye ne yalan şeyler yaptığımı farkedip, bundan rahatsız olup, Kanada’yı da bahane edip, kimi beni sevenlere göre de (ismi lazım değil, ama başharfi K olan birine göre) çabuk sıkılan biri olduğumdan, işten güçten, ve bunun olmazsa olmazı kendimi pazarlama konusundan uzaklaştım.

Araya bir WADA’da Doping Control Officer’lık alıp dinlendikten sonra (havalı olsun diye ingilizcesini yazdım), bu aralar tekrar ancak etraflarda görünür olursam bereketi de olabilecek şeyler peşindeyim, ve bol bol sosyal medya üzerinde düşünmekteyim. 2004’te falan girdim Facebook’a, ilk katılanlardanım hepsine. Facebook malum, girdiğimde daha gençtim, ama şu aralar tam benim yaş ve üzerinin olayı, ayrılmam ilk göz ağrımdan. Twitter ruh sağlığıma iyi gelmedi, çok laf, çok saldırgan dedim, çıktım asabi yerden. Instagram tam benlikti, ama sadece ilgilendiğim az ve öz şeyleri takip etmek istesem de, tabiri caizse yırtık dondan fırlarcasına reklam ve sponsorlu hesap bombardımanına tutuyor beni ve sinir oluyorum. Tictoc’u ise çok süfli bulup hiç beğenmediğimden hep uzak durdum, ne o ergen muhabbeti, dediysem de sanırım bünyesinde çok şey dönüyor. Süfli olduğu gerçeği değişmeden. 

Ne tatlı insanlar takip ediyorum aslımda. Ama sosyal medyayı kuralına göre oynamakta ısrar edenler habire kendi fotolarını paylaşmaya başladılar. İnsan fotosuna duyarlıymış haspam, başka türlü göstermiyor seni başkalarına. Giderek antipatik olanları var içlerinde. Sağa döndüm ben, sokağa çıktım ben, kedi gördüm ben, bunu yedim, bunu içtim, bunu aldım ben. Unfollowla gitsin, diyorum, (ki süper bir unfollowlayıcıyımdır, hiç bakmam ayıp mayıp olacak diye, ilgimi çekmezse basarım düğmeye) ama aslında bana hitap eden şeyler de var o sayfada. Arada derede kalıyorum bazen.

Üretilen şeyin adı içerik. Tüketilen ise hisler. 

Sadece görmek ve görülmek için yaşanan bir dünya olduk. Hep önemli fark edilmek, ama boku çıktı. Yaptığın işin önemi fersah fersah geride. Görünmüyorsan yoksun artık. Yanan Bursa görüntüsü önünde kızın biri Sensiz Olmaz şarkısına eşlik ediyor. Millet köpürmüş, hoşa gitmesi zor bir sahne, kabul ediyorum, ama kıza hakaretteki doz aşımı da üstünde durmaya değer. Oysa gelinen durum bu: fonda yangın olsun olmasın, herkes ayna ayna güzel ayna halinde. Sosyolog arkadaşım Nilüfer yazmış: “Sadece görülmek istiyor. Görülme, bilinmek arzusu bu, nasıl görünüyorumu merak ediyor. Hissine yabancı olduğu için bu his ne, nereden geliyor, diye sormuyor. Arzu nesnesi oluyor çünkü nesneleşti bu dünyada. Sosyoloji okusa keşke” demiş. Olay derin yani. 

Ben de zamanında hadi len, kör de değiliz, sağır da, ama birbirimizi ağırlamaktan gayri bir şey yapmıyoruz, diye sosyal medyayla ilişkimi katip seviyesine çekmiştim. Hadi buyur elif, netcen bakalım şimdi, diyorum kendime. Bu minnak bloğumu bile kimselere göstermiyor haybinkunduz algoritma. Gerçi sadık okuyucu kitleme ne kadar teşekkür etsem azdır. İki yorum attırıveriyolar, seviniyorum.  Neyse, bulcaz bir yol kitlelere ulaştırmaya. Algoritmalara yenilmeden. Yani inşallah.

18 Temmuz 2025 Cuma

LİMBİK SİSTEME SAYGIYLA




Yeni bir yazar girdi hayatıma. 

Vigdis Hjorth. Vigdis Yort okunuyormuş. Okunuş önemli. Geçmesini istemediğim arızalarımın bir tanesi de, yanlış telafuz edilen şeylere sinirlenmek. Svit şört, mesela. Değil efendim: svet şört o. Ya da Benıtın. Değil, Benetton, tam da yazıldığı gibi. İnsan isimlerinde daha hassasım. Averaj insan yanlışını düzeltme ihtiyacı duymayabilir. Ama yazarlar, çizerler yine de yanlış söylenmemeli. Bu devirde bakcan kardeşim, google her şeyi söylüyor. Rimbo değil, Rambo hiç değil, Rembo o. Neyse, arızi bir tepki, biliyorum. Ama dedim ya, bu snobluğumun geçmesini istemiyorum. 

İşte bu yazarın bu aralar popüler bir kitabını önerdi Asuman. Ona da abisi bahsetmiş. Asuman’ın abisi yazar bu arada, Tolga Ersoy. Yazar doğmuş, doktor olmuş. (Bu da güzel yazma konusu.) Bir sürü okuması zor kitabı var. Ben başka bir isimle yazdığı, nisbeten kolay okunan  bir kitabını sevmiştim ama ismini veremem, zira otobiyografik bir kitaptı, anılarına saygı nedeniyle ortalara yazamam. Önerdiği kitap:  Annem Öldü mü? Ne güzel isim, di mi? İçinde anne geçen her kitap bana yazılmıştır hissiyle aldım. Ve bayıldım. Çok “hissi” bir kitap. Ama hislere mesafeli yazılmış. Ağlak değil yani. Sheila Heti tadı var. Neyse, ben kimselerle kitap konuşmayı sevmem. Kitap kulüplerini de sevmem. Hele hele genele, yani ortalara kitap önerenlere hiç değinmeyip, teğet geçmeyi tercih ediyorum. Herkesin bir kitaptan aldığı keyif kendine. Ha, eğer aynı tadı almış birine denk geldiysen, muhabbetin tadından yenmez. Ama bana ender olmuştur bu denk gelme. Beğendiğim bir kitabı ileri geri, bir orasından, sonra burasından, tekrar başından okuyup bitirmem çok zaman alır. Dileyen şipşakçılar için, Storytel’de de varmış. Hiç dinleyemedim ben onu. Araya kimseleri almayı sevmem. Baş başa olcaz biz kitapla. (Baş başa ayrı yazılıyormuş, türkçem kıt da.)

Sonra başka bir kitabını indirdim, Long Live Post Horn. Ben hala Toronto Public Library’yi kullanıyorum. Kobo’mu da çok seviyorum. Kitap biriktirmek de bana göre değil. Ölcen gitcen işte, arkada kalana bir sürü iş, onca kitap. Oku ve ilerle işte, istifçilik de ne! İnsanoğlu bayılıyor ölümsüzmüş taklidi yapmaya. Eğer edebiyatçı, akademisyen değilsen ne biriktirip duruyorsun akıllı görüneceğim diye, nafile çaba. Neyse, Postane Günlükleri imiş Türkçe çevirisinin adı. 

Bir an durdum, düşündüm. Sadede gelene kadar ne çok kelime sarfetmişim. Konuşurken de böyle zevzeğim: başka bir arızam, ama onun da geçmesini pek istemiyorum. Şimdilik. 

Bu kitabın ana karakteri hisleri uyuşmuş, duygularına uzak bir kadın. Karakterin kendi duygusuzluğuna uzaktan bakışına, bundan rahatsız oluşuna hayran kaldım. Keşke ben de böyle yazabilsem, diye imrendim. Ayrıca duygularını  hızlıca tanıyanlara da hep imrenmişimdir. Ben hayatımın büyük bir kısmında, evde öğrendiğim şekilde, üzgünüm demek yerine çabuk sinirlenen, fevri bir olduğuma inanmışım, bu yetmemiş, etrafımdakileri de inandırmışım. Korkuyorum, diyememişim, onun yerine her şeyi kırk adım önden düşünüp planlayabilirim diye caka satmışım. Utanıyorum, ise hepten fransız bana. Onun yerine ota boka gülen bir kız çocuğu yerleşmiş içime. Ne güleryüzlü, demişler bana. Onca yıl boyunca, sadece bir arkadaşımın ablası bunun sinir bozucu olduğunu söyleyebilmişti bana. Üzülmüştüm tabi, ama bana iyilik yapmaya çalışmış, ben anlamamışım. Neyse, bir yirmi senedir bunların farkındayım, ama yine de karıştırıyorum çoğunu, stres anlarından karışıyor. En azından karıştırdığımı farkedecek düzeye geldim. İçim daralıyor o anlarda. Susup çekiliyorum kabuğuma. Bekliyorum, terazim düzelsin.

Toplum analizine de girişiyordum ki, yazdıklarımı sildim. Hep kendimden bahsettim, bana haksızlık, oysa etrafım benim gibilere kaynıyor. Kimi farkında, kimi hala kuyruğu dik tutma telaşında. Sosyolog olsaydım keşke. O zaman göğsümü gere gere analizlerimi saçardım etrafa. Ama sosyolog olmayı akıl edecek bir dünya görüşüne ve aynı zamanda not ortalamasına sahip değildim. Ortalaması düşüklere göreydi o bölümler. Hem o bilinçte kendi başıma olmam da yetmezdi, annem kemiklerimi kırardı valla. 

Ama bu başka bir yazı konusu olmalı. “Elif Kendini Bilseydi Acaba Ne Olurdu?” Güzel başlık. Başka yazıya. 

Okuyana sevgiler, bloğa yorum yapanlar ismini yazsın, seviniyorum birileri okudu diye.


12 Temmuz 2025 Cumartesi

ANNE ORUCU




Yap bi kahve, dedim kendi kendime. Kaç gündür sıkça gelen yazma dürtümü savuşturmak için ne yöntemler geliştirdim, ama bugün dedim, yap bi kahve. Benim için bir başlatıcı kahve, bir sembol, amma velakin içine az bir lokma amarulla konmuş olacak. Bilmeyenler baksın nedir amarulla. Amarullalı kahve varsa, Elif keyif aldığı bir şey yapmak üzere demektir. Bir davete gidilecek mesela. Süslenirsin, püslenirsin. Sonra yaparsın bir amarullalı kahve. Ya da sevdiğin birilerini ağırlayacaksındır, yemekler pişmiş, masalar hazırlanmıştır. Bir mola verirsin kimseler gelmeden, yaparsın amarullalı kahveni. Yüzdeyüz şahsileştirilmiş bir ritüel.

Keyfim neden yerinde acaba? Çoğu şey aynı hayatımda. PKK silah bıraktı diye de ekstra bir coşkuya kapılmadım, takdir edersiniz. Sadece bu tarihe kazıyacakları anı nasıl görüntülediler diye bir göz attım. Sadece kadınlardan oluşan bir PKK gördüm. Vardır kerameti, dedim. Erkeklere ne oldu ki, diye düşündüm. Bilen varsa bizi aydınlatırsa sevinirim. Kafama takıldı.

Keyfimin nedeni 21 günlük anne orucu tutmamın neticesi mi acaba? Bu harika fikir kardeşimin memlekete intikal etmesiyle ve annemi ziyaret etmesiyle oluşuverdi. Ben annemi, hayatım boyunca ondan uzak olduğum her gün aradım. Annesini her gün arayanlar elime mum diksin. 58 yılımdan evden ayrıldığım yılı çıkar, etti 31. Yaklaşık 31 yıl, çarp 365 ile- durun çarpayım-11 315 gün ediyor. Yani yuvarlayayım, 10bin kere aramışım. Onbin kez konuşmuşuz. Bir de anlaşabilseydik, o da kısmet değilmiş. Napalım.

İşte, sıkıldım artık. Ha, 21 gün oruç tuttum da, konuşmadım mı, derseniz, hayır öyle olmadı. Yine konuştum. El mecbur. Hep çözülecek bir şeyler olmakta, malum 89 yaşında nerdeyse o da. Yine konuştum ama istersem konuşmayabilirdim. Gülmeyin. Arada epey fark var. Ha bir de onun hakkında konuşmamaya çalıştım. Yani istersem konuşmayabilirdim. Ama tabi ki o da öyle olmadı. Çünkü benim çevremde herkesin en temel konusu, annelerimizin yaşlılığını yönetmek. Menopoz tek başına bir dert değilmiş gibi, bir de kutsal ilan edildikleri için uluorta şikayet etmemizin ayıp sayıldığı, bu nedenle kendi aramızda gizli gizli kahve köşelerinde dertleştiğimiz anne meseleleriniz var. Hepimizin.

İşte yaklaşık 20 senedir üzerinde çalıştığım travmamın, kendisini en son ziyaretimde hala yerinde saydığını farkedip, çıldırmanın eşiğinde olduğumu farkettiğimde bu oruç fikriyle aydınlandım. Ve uygulamakta zorlansam da, “istersem yaparım” hissiyatıyla çok özgür hissettiğim günlerden geçmekteyim.

Annem benim yaşlarımdayken babaannem ve annemin babası dedem bizim evde yaşarlardı. Annem de, sosyal böcek, evin işleri bitince fırt, soluğu sokakta alırdı. Sokak dediysem, arkadaş günleri, her güne bir gün. Evdeyken de bu yaşlıların bakımlarını ihmal etmez, sinirlenince bağırır çağırır, çok daralınca birini amcamlara, diğerini dayımlara yollardı. İyi de baktı allah için, çok dualarını aldığını duymuşluğum var. Bizimle yaşarlarken ne bunların hastalıkları, ne bakımları, ne can sıkıntıları hiç bir şeyleri önemli bir gündem olmazdı. Öyle yaşar giderlerdi. Yok muydu o yaşlıların bunalımları? Sanki o yaşlılar başka bir kategoriydi: yaşlı kategorisi. Ve onlar kendi kategorilerinde ölmeyi beklerken, günlerini amaçsızca söylenerek doldururlardı. Yani benim çevremdekiler öyleydi diyeyim. O kitaplarda, filmlerde gördüklerimiz gibi bilge falan da değillerdi. Babaannem Tan gazetesinde okuduklarını gerçek sanırdı, dünyadan bi haberdi zaten. Tan gazetesini hatırlar mısınız? Tamamı çakma haberden oluşan, bir tür mizah dergisi kıvamında, adına neden gazete dendiği meçhul bir şeydi. Dedem ise sanki pek bir şey düşünmezdi. Bütün gün sigarasını tüttürür, mal mal diyebileceğimiz şekilde otururdu. Yani kendilerinden hayata dair pek bir şey öğrendiğimi söyleyemeyeceğim.

Ama biz ne haldeyiz şimdi? Çoğumuzun hayatta olan yaşlı annesi babası evlerimizde yaşamıyorlar, bakıma muhtaç olanlar için hepimiz hasbelkader bir çözüm bulmuşuz. Ama günümüzün büyük bir kısmınında fikren hep bizimleler. Onlarla değilsek, onlara bakım verenlerle meşgulüz. Bir araya gelince nasılsından sonraki soru, annen nasıl. Kendimize sıra gelene kadar, çoktan hastalıklarına, ilaç reçetelerine, doktor ziyaretlerine dalıyor gidiyoruz. Boğuluyoruz ama bunu sadece birbirimize ifade ediyoruz. Çünkü mazallah, ortalara dökülemeyen konular. Yani, çoğunluğumuz için diyeyim. Ben bundan muafım ama. Anne konusuna çok kafa yordum, bu nedenle bilirkişi sayılırım müsadenizle. Daha fazlasını da ortalara dökesim var da, yavaş yavaş inşallah. Yirmi yıldır dilimde, “ben de bir gün anne konusunun Salman Rüşdi’si olacağım” cümlesini dolandırdım durdum. Günü gelecek elbet.

İşte bu nedenle 21 gün oruç tutayım dedim. Kafa netliğim, ruh sağlığım için.

Sanırım işe yaradı.

Hadi allah kabul etsin. (Şerefinizeden daha güzel oldu bu son cümle, bana müsade)

Bir de not: yorum yapan arkadaşlarım, isimsiz oluyor yorumlar ve ben kim ne yazdı, bana hak verdi bilemiyorum. Yorum yapanlar bi isimlerini bahşederse ne sevinirim.