20 Nisan 2020 Pazartesi

BABAANNEM




Babaannem geliyor bu ara aklıma hep. 

Çok pencere önünde oturdum sanırım. Bir de karşımda babaanne çiçeği dediğim, onun evinde bolca olan yapraklı bitkiye çok baktım heralde. Bu yaşıma kadar babaannemle özdeşleştirip, çok çirkin bulduğum, ama nedense geçen sene, "gel sana bir şans daha vereyim," diye aldığım, ve şimdilere ilk kez çiçek açtığına şahit olduğum kırmızı damarlı, yuvarlakımsı, rulo rulo açılan  yaprakları olan, geceleri hareket ettiğine şahit olduğum, aslında oldukça güzel olan bitkim. Çok seyrettim bu aralar. 

Adını bile tam bilemediğimiz babaannem kapkahverengi elbisesinin eteklerini çeker, diziyle pencere önündeki divana tırmanır, saatlerce pencereden dışarı bakardı.  Ayağında siyah mesleri, elinde kahverengi tespihi, sırtında kahverengi el örgüsü yeleği, başında renkleri olduğundan emin olamadığım yemenisiyle öyle saatlerce oturudu, gözü dışarda. Kahverenginin kaç tonu vardır? Kaçı kaç babanneyle anılır? O kahverengilerde neler saklıdır? "Kahverengi Suskunluğu" , güzel öykü adı olur bundan. Bir muamma olan ismi Mazlume veya Nazmiye'ydi. Bu konu  arada bir tartışılırdı. 

Kafa kağıdında yazan Mazlume'nin cuk oturduğu babaannem, üveyanne evindeki hatıraları anlatmak istemezdi. Annesini hatırlasa böyle olur muydu? Anneleri sorgulamanın bir lüks olduğu yerlerde, başka renkleri hayal etmenin günah olduğu fakirlikte büyümüştü. Gerçek bir üvey anne masalı yatardı anlatılmayanlarda, anneciğinin yaptığı üç beş dantel, iğne oyası çeyizi, üvey kardeşe yar olmuştu. Onu akşam evlerde yer tahtalarını ovarken düşünmek o zamanlar zordu benim için, ama nedense çok aklıma geliyor bu ara.

O kahverengilerden ne arttıysa ruhunda, hepsini kör oğluna vermişti. Sonradan kör olan kocasını ne kadar sevmişti? Babamın kör olduğunu görmedi gerçi, bir kör eksik gitti öbür tarafa. Üvey anne ve üvey kardeş teröründendir muhtemelen, kadın milletinden toptan nefret eder gibiydi. Annemden, gelinlerinden, benden.  Belki de sevmek isterdi, kim bilir? Belki de büyük dikdörtgen kırmızı kutudan çıkan   küçük kırmızı Nestle çukulatalarını kardeşime alırken, bana da isteyerek alırdı. Bilemiyorum. Oysa ona ne kadar benzerdim, kıvır kıvır ve karaydık ikimiz de. Benim ağzım da şimdilerde bir yana çekiyor konuşurken. Sadece kahverengiyle barışamadım hayatım boyunca, farkımız o.

Bir de güzel çizerdi, gerçi bundan da geriye kalan bir şey yok, benim hatırladıklarım ördek, kedi, köpek çizimleri. Çizebilse, çizerdi belki. Zamanı anca annemin hiç bir zaman beğenmediği yemekleri yapmakla geçerdi. Annemle benim yemekte pişmiş maydonoz görmeye tahammülümüzün olmaması, o dönemden hatıra.

Arkadaşı olduğunu hatırlamam. Geçimsiz bilinirdi, şaşırmazdık. Hiç girilmeyen misafir odasının kapısı kapalıydı, sobalı ev malum. Hep pencere önüne tünemiş bendeki anısı. Üçüncü kattaki  pencere, Ankara Kurtuluş'ta, Cemal Gürsel Caddesine paralel sokakta, hareketli bir kavşağa bakardı . Esas manzara ağaçlardı. Aşağıyı görmek için yanağını pencereye dayar, aşağıdan geçen arabaları sayma oyunu oynardı bizimle. Pek matah bir oyun olmasa da, seçenek bol değildi. Zaten başbaşa kaldığımız da olmazdı, bir tek yengem alelacele ikizleri  doğurmaya hastaneye  gittiğinde, annem kardeşimle beni ona bırakmıştı. Annem hep" Sen dört yaşındaydın, nereden hatırlayacaksın," dese de, floresan lambanın beyazı, kahverengiyle birleşip, içime tuhaf bir leke bırakmıştı o gün, ne geri dönüp bakmak istedim, ne de temizlemeye kalkışmak. Lekeli lekeli geldim bugünüme anlayacağınız. Belki de şimdilerde niyetlendim temizlemeye, kim bilir, ademoğlunun bilinç altında ne Freud'lar ne Jung'lar kaybolmuş, ben mi bileceğim neler olup bittiğini?

O pencere önünde, ben pencere önünde,  çözüldüğüm kadarını bilirim sadece, akıllandım artık, her şeyi direk paylaşmıyorum ama şu kadarını diyeyim,  babaannem aklıma geldikçe, aynen onun gibi, yas tutmayı bilmediğimi farkettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder