resim Ayşe'den, seneler öncesinden
Level atladık...
Yavrulu bir hayat kararı almış biz, seviye atladık...” Level
atladık”, “seviye atladık”tan daha doğru geldiği için kulağıma bilerek
ingilizcesini kullandım, yoksa allahıma şükür, dilime hâlâ sahibim, ingilizce
beni esir alamadı, direnirim sonuna kadar...
(Bu arada, bu aralar
facebookta bir yazı dolanıyor, yavrulamamış biri, yavrulayanların ona
karışmasına çatmış... Yavrulayanlar ise, biri hemşirelere, hosteslere veya
bilimum meslek gruplarına genelleyerek laf söylediğinde, birleşip beyannâme
veren söz konusu meslek grubu mensupları
gibi dayanışma içersinde, kıza yanıtlar döşemişler. Çok eğlendim...Herkes kendi yaptığının en doğrusu inancına maşallah dibine kadar
sahip çıkıyor, sanki o denli tutunmasalar, doğru bildikleri sarsılacakmış gibi.
Herkese uygun başka bir sürü çeşitli, farklı doğrulardan ibaret değilmiş gibi
bu yaşam. Sonra neden biz böyleyiz, de elâlem başka hayatlar yaşıyor başka
yerlerde, diye dövünüp duruyoruz...Neyse ayrı konu, sonra deşerim. Konu, benim
konuma da bağlandığı için dikkatimi çekti sadece, not düştüm araya.)
Neyse, bizimle beraber level atlayanlar, bizimle aynı
tercihi yapmış olanlar, bizimle aynı yıllarda yavrulayanlar, meraktan ya da başka dürtülerden ötürü diyelim artık, kalpler kırılmasın.... Hepimiz
oyunun aynı yerindeyiz. Kuşlar evden uçmaya hazırlanıyor, salacağız selâmetle,
gidecekler... Oyunun da, doğanın da kanunu bu: en güzel emanetlerimizi uğruluyoruz
çoğumuz, kendi kanatlarını kullanmayı öğrensinler diye açıyoruz kapıyı,
pencereyi.
Amma velâkin, Türk annesi olarak bu olay “tık” düğmeye bas,
bir sonraki seviyeye geç, bir defteri kapat, yenisine başla şeklinde tezahür
edemiyor. Sen öyle olsun arzu etsen de, etraf müsâde etmiyor. En azından benim
annem müsâdede zorlanıyor. Kimseye de değil zararı ama kendine ediyor ne
ediyorsa. O ve annem gibiler...Endişeden kendini alamıyor.
Bir haftadır her konuşmamızda, gözlerimin içine melul melul bakıyor,
dediklerimi pek dinlemeyip, her lafı: “Sen de yalnız kalacaksın,”a getirmeyi
başarıyor. Diğer iç açıcı, beni çok yüreklendiren cümleleri sıralıyorum:
-Bakalım yurda haftada kaç kere gideceksin.
-Sen ağlıyor musun? Evete, evet, bak gözlerin dolu dolu
oldu. Ah yavrum benim!
-Ne yapacak kendi başına küçücük şey oralarda?
-Nasıl dayanacaksın sen? İşin gücün de yok bir de...
-Ben seni biliyorum, hassassın, zor olacak sana...
Bu cümleler, normal konuşmamızın ortalarına serpiştiriliyor,
yani ben her hangi bir serzenişte bulunuyorum fala sanmayın...Diyalog şöyle
tezahür ediyor:
-Bugün de yağmur yağdı buralara anne.
-Ah güzel kızım, sen yemek taşırsın artık oraya, değil mi? Ne
yiyecek yavrucuk.
Aslında itiraf ediyorum, sadece annemden yağmıyor bu cümleler. Ama ben annem üstünden anlatacağım ki, annem alışık ona sataşmama, diğer arkadaşlarım da kendilerini bulacaklar bu cümlelerde...
"Sana zor olacak! Sana zor olacak! ZOOOORRRR OLAAACAAAKKK!!!! Şşşt, duydun mu elifcik! Sana diyorlar! Çık divanın altından, saklanma!
Saklanmıyorum işte... Karşıma dizilmiş o cümlelerin tümü, seyrediyorlar beni...Beni düşündüklerinden söylediğimi bilsem de, neden bu cümleye takıldığımla, sadece kendimle yüzleşiyorum yazarken...
Anneme Ayşe’yi toplama kampına yollamadığımızı anlatamadım
mâlesef.
Böyle büyüdük biz...Korunmaktan, kollanmaktan, kundaklara
sarılmaktan keyifler ala ala büyüdük.
Biz, “Bizim ailelerimiz bir başkadır, elin gâvuru
çocuklarını onsekizi doldurur dolmaz kapının önüne koyarlar, biz ölene kadar
sarar sarmalarız”hikayeleriyle büyüdük. Hintli anne anne değil mi? Ya da Çinli?
“Dünyanın diğer anneleri kötü, biz en iyiyiz.”
Başkasına çamur atmadan en iyisi olunmaz tabi. Yavrulamayı
tercih eden, etmeyene çamur atar, ya da tam tesi geçerlidir genelimizde diye
genelleyeyim de rahat toparlayayım konuyu. İki farklı tavır, bir topluma
fazladır.
Eh işte. Bakın bir halimize...Milletçe...
Onsekizinde oğlunun sırtına üşütüp verem olmasın diye terbezi
koymaya çalışan bir milletiz biz. Kaşık elinde, onbeş yaşında ergenin ardından
açlıktan ölmesin diye koşan bir ırkız. Başka çocuklara göre daha az üşüyen Ayşe’nin
pantalonunun içine külotlu çorap giydirmediğim için anaokulunda fırça
yemişliğim var benim, arabadan inip okula yürüdüğü onbeş adımda, İstanbul
kışında donarak ölme ihtimali olduğu için. En iğrenci de o pantalon içi külotu
çoraptır, pantalonu aşağıya çeker durur, çekiştirip durursun poponda dursun
diye. Ondan sonradaha da hayatta kendine gelemez bir daha insan.
“Annesinden çektiğini,
diktatörden çekmemiştir Ortadoğu ve Magrep”.
Benim değil, sevdiğim Cezayirli bir arkadaşımın lafı bu.
Biraz sert, ama üstünde düşünmeye değer bir laf. Anne olarak ben de alınmayım,
siz de alınmayın lütfen...
Ben de dünyanın tüm anneleri gibi, göbek bağımızın kalan
kısmını artık kesme zamanının geldiğinin idrakındayım. Bu hissin canımı yakabileceği ihtimalinin
farkındayım. Ama doğanın kanunu bu: ananın görevi, kanatlarını, bacaklarını,
bütün uzuvlarını kendi başına kullanacak zaman geldiğinde, gönül rahatlığıyla
salmak yavruyu. Ve analığın en zorlayan kısmı da bu. Ne yedirmek, ne içirmek,
ne eğitmek, ne öğretmek, ne okutmak, ne de meslek sahibi edindirmek...
Yegâne görevi, kendi başına uçmasını izlerken endişelenmeden
sakin kalabilmek, ki uçabileceğine güvensin...Yapabileceğine inansın... Bu
hayatta en önemli şeyin gerçekten “kendi hayatı”nı yaşaması olduğunu idrak
etsin.
Hep derim: iyi anne, kötü anne yoktur. Evet, iki türlü anne
vardır özünde:
1. endişesini dizginleyebilen, ya da buna niyet
eden,
2.
dizginlemek istemeyen, bu fikire gıcık olan
anneler vardır.
Ben de dualara sığındım dün, onu bıraktığım andan itibaren. Ayrılırken sarıldığımda gözlerim dolduğunda dua ettim.
“Gece yadırgadı mı acaba?” aklıma geldiğinde dua ettim,
güzel rüyalar görsün diye.
“Acaba akşam ne yedi, sabah ne yedi?” aklıma geldiğinde dua
ettim, ne yediyse ağız tadıyla yesin
diye...
“Ah şimdi napıyor ki? Arasam mı?” aklıma geldiğinde, dua
ettim, her anını keyfiyle yaşasın şu güzel gençliğinin, ben nasılsa haberdar
olurum bir şekilde diye.
Ben bağımlı ana-kız ilişkimle yüzleşmeye anca 45’imde
cesaret edebildim. Bunu kabul edişimi dahi kendimce mucize görmekteyim, çoğu
arkadaşımın bunu içinde tabu olarak koruyup, bir sonraki kuşağa özenle
aktarmaya hazırlandığını gördükçe.
Uzaktan izleyeceğim bundan sonra o kimi zaman neşeyle, kimi
zaman yalpalayarak, kimi zaman kamikâze uçuşu. Kendi gençliğimi asla unutmayarak...
Bir “anne, şunu nasıl yapacağım?”
mesafesinde olmayı dileyerek, o çağrıdan önce her şahit olacağıma
atlamayarak... Büyümesine, kendi olmasına saygı göstererek. İstediğim gibi olmasa da şahit olduklarım, onu hep çok severek, ve başka hiç bir şeyin (en çok da elâlemin), bu sevginin önüne geçmesine müsade etmeyerek.
Bu öğlen aradı Ayşe’cik bu arada. Her şey olması gerektiği
gibiymiş çok şükür.
Anneme haber uçurduk...O da rahatladı çok şükür, diyebilsem
keşke, ama hâlâ: “Keşke Avrupalı olsaydı oda arkadaşı,” diyordu.
Canım annem benim... “Hintlinin iyisiymiş bizimkisi,” dedim,
ilmini kaptım artık allahtan, duymak istediğini söyleyince hemen
ferahlayabiliyor artık...
“Evet evet, oraya çocuk okutmaya gönderdiğine göre, iyi
ailedir mutlaka,” dedi son söz olarak.
"Evet annecim," dedim. "Bizim gibiler," dedim, en çok doğru bildiğine yabancı olandan ürktüğünü bilerek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder