19 Eylül 2024 Perşembe

HER GÜN YAZMAM MÜMKÜN MÜ?

 



Acaba her gün yazabilir miyim, sizce?

Güne sabah 4’te başlayınca zaman sıkıntım da yok. Göreve gittim, doping kontrol memuruyum ya bir yandan. Yarı zamanlı beynelmilel bir iş. (Güzel sözcük: beynelmilel) Saat 4.00’te İstanbul muhteşem, her yere gidebilirsin, vın vın. Gün doğarken de çok güzel, millet sokaklara dökülmeden de evimizde oluyoruz. Yine fakir bir sporcunun evine gittik. Yine bir genç kadın, yine muhteşem bir azim hikayesi. Bu işten emekli olursam, kesin belgesellerini yapmaya soyunacağım. Duyulsunlar, görülsünler istiyorum. 


Bir arkadaşımdan dünkü yazıma iltifat geldi: zeka pırıltılarımı görmüş. Halbuki  salak salak yazmaya koyulmuştum başlarken, çünkü akıllı olmaktan gına geldi, hayrını da  -nakite çeviremediğim için- pek gördüm diyemem. Bana daha ziyade eziyet etti o akıl. Hep fazla düşündüm. Felsefe okusaydım işe yarar mıydı acaba? Filozof olmazdı benden, o ağır duruş yok bende. Çizgi film sesimle kimse dinlemezdi beni. Yine de sağolsun, başkasının şahitliği önemli hayatta. Kendi kendine zeki olmak yetmiyor bana, yani yetmedi. Anam sağolsun, alkış sevdim hep. (Nobel hayali de o yüzden, neyse Nobel verseler de zaten Sartre gibi iade etmeyi hayal ediyorum arada, şırrrakkk, atacağım kafalarına, protesto iyidir. En büyük paradoksum: hem ödüle rağbet etmem, hem de etmemek istemem)


Bugün evlilik yıldönümümüz, birazdan geleneksel suşi kutlamamız için yola çıkacağız . Kerem dünyada ne var ne yok dinlerken, ben de hadi iki satır karalayayım dedim. Özetler şöyle:  Dünya savaşı kapıda, Dilan Polat kahraman olmuş. Bana ne. Türkiye’ye karşı sergilediğim Fransız tavrımda ısrar ediyorum ben.  57 sene çok bile ilgilendim kendisiyle. Burada Kanadalıymışım gibi yaşamaya çalışıyorum. Malum, Türkiye Türkleri sevmez, Batı hayranlığı asla geçmez. Bundan istifade etmek niyetim.


Konuyu dağıtmayayım, biz otuz bir (sanırım ayrı yazılıyor bunlar)  yılı devirmişiz. Yegane sebebi kuruma olan inançsızlığımız. Zaten Norveç beni duydu, evlilik olayını beş senelik kontrata bağlamış. Norveç’te yaşamak hayalim baki, kafa bana uyan bir kafa. Beş senede bir gidip yenileyecekmişsin  kontratını dilersen . Bize uyardı,  sanırım öyle de olsa evli kalırdık. Biz bir niyet ettik beraber olmaya ve o doğrultuda çaba gösterdik. İkimiz de değiştik. Ha, bir zeka varsa bende bak şöyle var: o kafa değişmezse, Kerem gider, A gelir, o gider B gelir. İsim zikretmedim farkındaysanız, neme lazım, alıngan milletiz. Hayat evirip çevirip benzer hikayeleri koymuyor mu önümüze?  Dilerim beraber de yaşlanırız, çünkü daha eğlenceli arkadaşım yok. Bütün egzantrikliklerimi kabul etti, sadece fesatlığıma biraz kızıyor. Gerçi fesatlık dediği, olağan Türk kadını iletişim şekli: her hareketimizin kademe kademe anlamları olması hali ve bu hallerin gizli kodunu hepimizin bilmesi, ama bilmiyormuş gibi yapmamız. Yani şahsına münhasır bir iletişim dili. Ve ara ara kendisine tercüme yapmam. O tercümeyi sevmiyor işte. Neyse, bana çok kızmaz zaten o, idare ediyoruz.


Bu da günlük yazar gibi oldu, hayırlısı. Bakalım yarın neler olacak.


Bloğa yeni   isim arıyorum. Bir de fotoğraf eklemek hoşuma gidiyor, anlam aramak istemiyorum. Bu harika yazıma bakalım hangi fotoyu layık göreceğim?


18 Eylül 2024 Çarşamba

ELİF YAZMALARA GERİ DÖNÜYOR (İNŞALLAH)



2021’de başlamışım yazmaya. Nobelli öykü yazarı olma hayaliyle. Tabi, motivasyon olmazsa olmaz bu işlerde. Bendeki çıta da genetik olarak yükseğe ayarlı, Tomris’in kızı olmak bunu gerektirir. Yazmışım da yazmışım. En verimli yıllarım Kanada’ya denk gelmiş. Ne oldu, nasıl oldu da o denli çok yazabildim, bunu düşünemeyeceğim şimdi. Esas konum, sıçtığımın İstanbul’una geldikten sonra neden yazamadığım. Gerçi çıtası en az benimki kadar yüksek bir yazı grubuna da eklendim, zora gelince yazarım, diye. Nobellik öyküleri orada da yazamadım. Tabi beceremediğimi düşündüğüm her şeyden kolayca vazgeçen ben, o grubu da bıraktım. Arada aklıma geldiğinde, daha güzel yazdırır hayaliyle dünyanın parasını verdiğim Apple kalemimin vicdan azabına da arkamı döndüm, ve “ne işe yarayacak?” diye diye, kendimi okumalara verdim.

Ve türkçeye küsüp, sadece ingilizce, fransızca, ve bildiğim tüm dillerde okumaya verdim kendimi. Tükçe benlik değil diye. Şimdi durduk yerde neden bunu yazdım, ismi lazım değil, sevdiğimiz bir arkadaşımız gibi hava attım size? Eh, yukarda o kadar yazamadım, edemedim deyince, hemen herkese nasip olmayan bir özelliğimden bahsedip, kendimi sevmek için tabi ki. “İçimdeki narsisti görüyorum, ve onu seviyorum.” Aslında esas neden, hala Toronto Halk Kütüphanesine ulaşımımın olması, ve beleşe kitap indirebilmemdir. 


Buralarda yaşamam da reva mı, bunalımım baktım ki geçmeyecek, dedim o zaman bana iyi gelen ahkam kesme görevime döneyim. Öykü möykü kalsın kenarda, ben aklıma gelen herşeyi yazmaya devam edeyim dedim. İstesem ingilizce, fransızca da yazarım, he he, ama “ana” dilimde devam edeyim bari, dedim.


İşte geri geldim burdayım.


Apple kalem hala atıl. Beceremedim. Klavye ile ilerliyorum. Akıllı akıllı yazamayacağım, zira aklım başımda değil epeydir, deli deli yazmayı düşünüyorum. Akıl başta olursa yaşanmıyor buralarda. Aklını sabah kalkınca yüzünle beraber yıkayıp, temizleyeceksin. Güne öyle başlayacaksın. 


Epey bir şey yazdım, sonra hepsini sildim. Memlekete atarlanmışım yine, gereksiz çaba. Nafile enerji israfı. 


Madem başladım yazmaya, siz de okumanız bitince, “şimdi ne anlattı bu?” demeyin diye size  yeni keşfettiğim, deli deli yazan bir yazardan bahsedeyim: Sheila Heti, Kanadalı kendisi. Yazısındaki deliliği sevdim, fazla düşünen, düşüncelerinde kaybolan kadınlardan. İlk okuduğum kitabı How Should A Person Be? sanırım çevrilmemiş. Ama şu an elimdeki kitabı Annelik dilimize çevrilmiş. Roman değil, kendi kendiyle konuşuyor, çocuk doğursa mı doğurmasa mı, diye. Anne çocuk ilişkisi benim hayatımın merkezindeki ilişki, bilenler bilir. İsmi nedeniyle okumak istedim, ve üstünde epey düşündürdü. Matrak da yazmış bence, ana akım çok satanlara tavırlıysanız benim gibi ve annelik müessesesine Hülya Avşar ve bilimum Orta Doğu annesi  gözüyle bakmıyorsanız, bence deneyebilirsiniz. Okuyanlarla konuyu konuşmak, tartışmak isteyebilirim. En sevdiğim ikinci konu zaten. Birincisi Türkiye’ye bok atmak, ikincisi anneliğe, üçüncüsü de din meselesine. Ama hepsi de tabu. Salman Rüştü, sen çok yaşa, ben sadece kendi ortamlarımda yapabiliyorum senin yaptığını, hala gözüm yemiyor dünyaya haykırmaya. Bloğumu okuyanlar da zaten eş dost. 


Neyse, şeytanın bacağını kırmışımdır umarım, kahvemi içerken, hadi o gün bugündür, dön bloğuna elifcik, dedim.


Ayrıca fotoğraflar da konuyla alakalı değil genelde , romantik diye sonbahar şeysi ekledim ama bu konu üstünde düşünmem gereken bir konu.


Bir de ne biçim isim koymuşum ya şu bloğa yahu. Değiştirsem mi acaba?