Ellerimle sizler için hazırladığım görselde poz vermiş güzel gençler, Ayla ve Çetin Barut, bizzat akrabam olur. Yazıda bahsi geçen tatillerle ilgileri olmasa da, bizimkiler de benzer havalardaydılar. Kullanmama izin verdikleri için yanaklarından öperim.
Ben 60ların Ankara’sından kalmayım...
Bu demek oluyor ki, eğer başka şehirde yaşayan akraban
yoksa, bayramlarda gidecek bir köyün yoksa, tatil, eğer senede bir kez başına
gelebilirse şanslı sayıldığın ender, nadide bir olaydı. Bu ender olayın kokusu ise, üç oda-salon-salomanje
(doğrusunun salamanje olduğunu biliyorum, ama herkes salomanje derdi) evlerin
muhtemelen yatak odasında, o zamanlar “gardolap” denen gardropların üstündeki
ağır, koyu renkli, yegâne güvenlik önlemi etrafında tur atan tokalı kayışlar
olan bavullarda gizliydi.
Bu bavulların dolapüstünden inmesiyle tatil ortalara dökülür, tozu alınıp kapağı açılan
bavuldan etrafa iyot-plastik-naftalin kokusu yayılır, el örgüsü mayolar
(şanslıydım, benim amcamın Amerika’dan getirdiği gerçek bir mayom vardı, hem de
civciv sarısı), plastik beyaz ayacıkları
taştan topraktan koruyan patikler denenir, bebeler büyüdüğü için bu eşyaların
bir boy büyükleri gerekiyorsa oluşacak ekstra masrafa az söylenilir, bavuldan
çıkan plastik şişme simitlerle, deniz toplarıyla, kovalarla, küreklerle oynamak
isteyen çocuklara önce ayakaltından çekilsinler diye kızılır, sonra bavula
dalmalarına izin verilir, kruvaze havlu elbiselerin düğmeleri kontrol edilir, ne
kadar yıpranmışlar bakılır, yenileri dikilecek mi, az düşünülür, ve gezi
planlarına böyle itinayla başlanırdı.
Ankara’nın genel gezi rotası Ege ve Marmara’ydı. Bodrum’un
yeni keşfedildiği yılları hatırlarım, büyük keşifti, bir tür Atlantis...
Yetmişlerin başındayız, hatırlatayım. Bizim bazı genç ve başıboş, yani hipi
gibi bir şey görülen akraba çocukları Bodrum’u keşfetmişlerdi. Bu Bodrum’da bir tür Woodstock ruhu gizliydi sanki...Woodstock’u
o zaman nereden bileceğim, ama şimdi düşününce, yapılan dedikodulardan
algıladığım, Bodrum’da bir tür Woodstock
çılgınlığı gizliydi...Yani “her şey” ve “her yol” un mübah olduğu türden ,
ailelere uymayan bir tatil türü. Yazarken gülümsüyorum, Bodrum’un bizim
konservatif-orta sınıf-bir tür küçük burjua evimizdeki tezahürü buydu...
Bizim köyümüz yoktu,
ama allahtan başka şehirde akrabalarımız vardı. Bu demek oluyor ki, çok şanslıydık.
Şanslıydık, çünkü bazı komşular hiç tatile gidemezken , bizim bir de bayramlarda banka müdürü dayımlara gitme
ihtimalimiz vardı. O tatilin hafızamdaki kokusu ise bambaşkadır. Kuzenlerimle
geçirdiğim tatiller, kuru incir, taze ceviz kokusu demektir. Araya bazen kurban
kanı kokusu girse de, hafızam onları gömmeyi tercih etti. Yerine Ege’nin güzel
çiçek, yemiş kokularına eşlik eden bitmez tükenmez kahkahalarımızı koydu.
Biz tatillerde Marmara’da tatkılanlardandık, Erdek,
Bandırma. Hesaplı aile tatiliydi buralar, uzun kalınabilirdi, hem de mesafe
yakındı. Bir kaç sene üstüste gittiğimiz bir köy vardı, Şahinburgaz. Neden bu
köye giderdik, kim akıl etmişti, sebebi meçhul. Bizim köyümüz değildi, ama
bizim olsa bu kadar sever miydik, bilmem. Başlıbaşına bir yazı konusudur deniz,
tütün ve kekik kokulu Şahinburgaz.
Amma velâkin, o kekik kokusuna varana dek, saatler süren
mazot, sigara, açık pencereden giren toz, toprak, ara ara kusmuk ve bebek
kakası, molayı bekleyemeyecek kadar aç olanların azıklarındaki haşlanmış
yumurta, kuru köfteli kokuları ve
bunları dindirmek için serpilen ve bizim kuşağı kendisine düşman etmiş
limon kolonyası,bir koku kırkyamasıyla örtülmüş otobüs yolculuğu süreci vardı. Cızırtılı
radyodan yükselen “yurttan sesler”, “beraber ve solo şarkılar”, “Yüksek Yüksek
Tepelere Ev Kurmasınlar” misali türküler de bu kırkyamaya eşlik eden tınılar
olurdu. Romantik kaçamak yapmak isteyenleri düşünsenize bir... Ben yazarken, siz
okurken tatilden soğuduk sanırım, hemen molaya geleyim...
O molalar da efsanedir. Sadece onlar sebebiyle bu yolculuk
faslı güzel hatırlanır. Durulan yerler
hep ağaçaltı, serin, püfür püfür yerlerdir. Otobüs durur, beraberinde
ayaklanmış mideler de durulur...Yurdumun “Bir havası, bir de suyu güzel” köşelerinden birinin temiz havası içe
çekilip, güzel suyundan bir yudum aldıktan sonra, yemek torbaları açılır,
içinden kuru köfteler, mercimekli köfteler, haşlanmış yumurtalar, poğaçalar,
kurabiyeler, kekler yan masalara da saçılır, ve karşılıklılık esasıyla yan
masalardan gelenlerle sofralar daha bir zenginleşir, ayran, gazoz, veya üçgen piradimtrak ( o efsane kutu öyle
bir tuhaf geometrik şekildi ki, adı ne hala bilmem, bilen varsa da şaşarım)
şekildeki kutularda meysu eşliğinde karıncıklar doyurulur. Hafızamdaki efsane
tadlardan biri de, günümüzün mimli trans yağları aratmayacak bir yağda kızarmış
patlıcan kızartmasıdır, kendisi bu molaların olmazsa olmazıdır. Üstüne de zift
kıvamındaki çay çekilir.
Ardından hiç mi hiç anlaşılamayan o melodik, bizim kuşaktan
herkesin aslında otobüs anonsu olduğunu bildiği ama ne dendiğini asla
öğrenemeyip, konunun hallini başka
hayatlara bıraktığı o meşhur anons
duyulunca, gözler şoförü arar. Zaten
anons bizimkiyse, şoför de muhtemelen sigarasını söndürmüştür ve pantalonunu,
gömleğini, saçını , başını itinayla
düzeltmekle meşguldür. Ve torbadakiler midelere dolmuş şekilde otobüse, horlamalarına,
velet cıyaklamalarına ve bizimle sonsuza dek yaşayacak kokularına geri dönülürdü.
Hepsi dün gibi burnumun ucunda.
Seyahat yazılarıma bu kokuları hatırlayarak başlamak
istedim...Ama burada durayım, çünkü moladan sonrası da aynı şekilde devam eder
yolculuğun. Belki bu yazıda eksik ettiğim otobüs garları var, oralarda da
sadece uğultu, kalabalık, annenin elini bir an bırakıp, hayatının geri kalanını
çingenelerle geçirmek gibi hatırlamanın insan bünyesine faydalı olmadığı
detaylardan başka şey yok.
Seyretmenin kolaylığı tercih edilip, okumaya üşenilen bu
dönemde , epey uzattığım yazımın sonuna kadar bana eşlik etmiş herkese selam
edip, nostaljiyi burada keseyim...
Okuyana sevgiler...