Annesinin bir tanesidir onlar, gururudur, her şeyidir, en sevdiğidir. Annesinin vitrininde en sevdiği dantel örtüsüdür, en güzel yaptığı kurabiyesidir.
Kulağa ne güzel geliyor değil mi? Davul sesi demek hakaret
olur, dünyanın en güzel notaları gibi gelir anneye o sözler başkasına
anlatılırken.
Öyle yanında taşır minnoş anneler onları, özenerek alınmış, başka da kimselerde olmayan
nadide bir çanta gibi. Fiziksel olarak
yanlarında değilseler bile, her arkadaş ortamında havadadır, yayındadır, on-the-air yani. Diğer anneler imrenirler onlara, çünkü kendilerinde de vardır
bir tane, ama onlar nedense bu kadar özel ve güzel bir şeymiş gibi anlatamazlar
yavrularını. Onlarınki hep biraz yavandır, ışıltısızdır, kenarda köşededir…
O anneler mahallenin en beceriklisidir genelde, ya da
şirketin, ya da köyün, hiç fark etmez. Parmakla gösterildikçe mevcudiyetlerinin
bir anlamı vardır, ne zaman top ten’den düşerler, o zaman ölürler. Ölmemek için
de hep liste başı olmaya çalışır akılları. Her yol mübahtır bu uğurda.
Bu anneler kızlarını herkesten daha çok severler, öyle çok
severler ki, adeta artık “tek”tirler. İki bedende tek kişi. Kızları da doğal
olarak on numaradırlar, doğuştan. On numara değilse bir kız, o çocuk doğanın
şans tanıdığıdır, minnoş anne onu kendi haline bırakır. Kendi kendine büyür,
artık ne olursa olur fark etmez, çünkü doğuştan kaybedendir annenin gözünde,
genelde bunlar “babaanesine, halasına ve bilumum baba sülalesine çekmiş” denen türdür. Anne bütün enerjisini
işbirlikçi olabilecek gibi görünen Allah vergisi yetenekli, akıllı, çalışkan ve
annesine çekmiş olan üzerinde yoğunlaştırır.
Çocukken sorun yok denecek kadar azdır. Çünkü o yavru da
bayılır her yerde ön planda olmaya. Bu annelerin bir ortak özelliği de sınıf
annesi denen tuhaf kadroya hep gönüllü olmalarıdır. Bunların yavrularının kim
olduğu kolayca anlaşılabilinir: folklor ekibindeki tek farklı renkte şalvar
giyendir mesela, ya da hep ana piyeste baş rolü kapandır. Anne ne denirse
yapılır, kurallara uyulur, uydukça hayat hep spot ışıkları altında yaşanır,
parlak, aydınlık, sahne dışında ne olup bittiği çıplak gözle pek de
seçilemeyen, sonunda alkış garantili bir hayat.
Kız alkışı alır, anne tebrikleri. Kız “aferin”leri, anne
“maşallah”ları.
Anne kızı özenle korur dış dünyadan, sadece kendi
seçtikleriyle görüştürür. Yabancı demek büyük tehdit demektir o ikili monarşi
için. Bu düzeni koruma uğrunda da her yol mübahtır, başkalarına bok atma bu tarz ilişkilerin en
baba geleneğidir. Annenin onaylamadığı herkes ama herkes kızı için hiç hayırlı
değildir. Ve genelde beceriksizdir bu kişiler, ve de genelde salaktır, eğer çok büyük tehditse o zaman
iblisin kendisidir.
Bir de “elalem” denen bir olgu vardır, bu düzenin
jandarması budur: elalem denen şey, düzenin korunmasını sağlayan temel
unsurdur. Elalemden çekinildiği kadar hiç bir şeyden çekinilmez. Elalem, hep
insanın iyiliğini ister. Bu nedenle bir takım kurallar vardır, kimin koyduğu
belli olmayan, uygulayanı ise elalem olan. Elalem 1984’teki Big Brother gibi
bişeydir. Sadece gözdür elalem. Kocaman
iki göz. Hep üzerinderir insanın. Bizim iyiliğimizi bizden çok isteyen iki göz.
Ve her şey bu iyi niyetli elalem bişey demesin diye ayarlanır. Elalem bizi hep
alkışlamalıdır. Ona göre hareket edilmelidir. Bu elalem kıyametle de
ilişkilidir. O kıyamet koparsa bir tek elalem sebep olabilir. Henüz kopmamış
olması, yakında kopmayacak olduğunu göstermez. Hep tetikte olunmalıdır.
Elalem bir şey derse, anne çok üzülür. Öyle üzülür ki,
mahçup olur ki, neticesinin ne olduğu tahayyül edilemez, ve zaten de böyle bir neticeyi görme riski dahi
alınamadığından, anneye bu kadar büyük
bir üzüntü yaşatılmayacağından, bu tarz bir kıyametin nelere vesile olabileceği
asla sorgulanmaz.
Bu kuralların uygulanması genelde ergenliğe kadar pek
sorun teşkil etmez. Ama 11 yaş civarında kısıtlamalara, korumalara ve elaleme
rağmen artık yavaş yavaş dış dünyayla ilişki kurulmaya başlanır. Her ne
kadar istenmeyen zararlı kişiler
girmesin diye kavanozun ağzı sıkı sıkı kapatılmışsa da, bu çok tehlikeli dış
mihraklarla iletişim kitap, müzik gibi geçişi engellenemeyen vesilelerle bazı ergen bünyelere sızar.
Sızmaz olasıca!
O kız çocuğu bir gün anlar ki aslında tek başına bir
varlıkmış, ancak o güne kadar göbek bağını kopartamadığından iki ayrı insan tek
bünyede gibi yaşamış. Nereye gitmek istese, minnoş annesine bağlı. Uyanış hissini
tarif etmek istersek tam olarak şöyledir:
başkasının hayatını yaşıyorsun hissi insanın içine lönk diye oturur bir
gün aniden. Minnoş kokoş annesinin hayatını yaşıyor hissi.
Ve o zaman başlar o amansız göbek bağı savaşı. Dünyanın en
korkunç savaşlarındandır bir kız çocuğunun en sevdiği şeyle ve de onu en çok
seven kişiyle olan savaşı. Her alanda savaşıldığı için ağırdır, içeride ve
dışarıda. Ve o bağ hem olsun istenir, hem kopsun. Yani hem denize girmek
istersin, hem ıslanmamak. Öyle bir histir o.
Savaşsan bir türlü, savaşmasan bir türlü…
Savaşmama seçeneği önce mantıklı gelir insana, zira
savaşılsa bile hiç bitmeyecek bir savaş gibi
gelir, kazananı, kaybedeni olmayacak gibi gelir. Hem savaş kötü bir şeydir, değil mi? “Böyle gelmiş böyle gider” lere sığınılır, “zaten yaşlandılar, bu kadar
idare ettik, biraz daha idare edilir” ler sırıtır her köşeden. Harika yalan planlayıcılar çıkar bu gruptan, bazen
neden yalan söylendiği bile unutulur.
Genelde anneden kaçılması, uzak durulması tavsiye olunur. Adına ” İdare
etmek” denen kaypaklığa sığınılır. Kaçtıkça yok oldu sanılır yarattığı
travmalar, ama o her türlü insan
ilişkisinde bir yerden arsız arsız yüzünü gösterir. O bağ, her yerde varlığını
hissettirebilir, nereden çıkacağı belli olmaz. En çok da eğer ki bir kız evladı
varsa o kişinin, en çok orada gösterir kendisini o meret. İşte o zaman savaşmaya
değeceğine inandığın andır. Kaçınılmaz bir mücadeledir. Zafer isteniyorsa çok
can yan yakıcı olacaktır.
Ve eğer savaşmayı seçerse o kız çocuğu, yaşı kaç olursa
olsun, eğer çok ama çok isterse o bağı güzelce kesmek, sonra da nereye isterse
oraya gömmek, bunu yapabilir. (Mümkünse anneden uzak bir yere gömülmesi tavsiye
edilir. )
Bunun için gerekli olan şeyler ise aşağıdadır:
- sinir olmadan annesine sarılmak istemek,
- sinir olmadan annesine onu çok sevdiğini söylemek,
- sinir olmadan annesini öpmek istemek,
- sinir olmadan annesinin kucağında yatmak istemek
- annesine sinir olmamayı çok istemek.
Bunları çok isteyip, savaşa ilk adımı attığında ise o kız
çocuğuna hayat mucizevi bir şekilde el uzatacaktır zaten. Tecrübeyle sabittir.
O bağın kopmasının dünyanın sonu değildir. O his içine girdi mi insanın, anlayın
ki ateşkes yakındır. Çok yakındır.
Ve finale yaklaştığınızda tatlı birini çıkarır hayat
karşınıza, kulağınıza fısıldadığını duyarsınız: “Ailenle olan sorunları
çözmeden gerçekten yaşamaya başlayamazsın.”
Haklı olduğunu gerçekten
yaşamaya başlayınca anlarsınız.
Son tirnak ici cumle oldukca vurucu...
YanıtlaSilöyle. önce sorunu kabul etcen de, çözecen de... iş zor, ama olmazsa olmazı bu işte hayatın :)
SilKızlar denilince akan sular durdu birden :) güzel yazı olmuş :) klavyene sağlık.
YanıtlaSilSağol Başak'cım, kızlar ve anneleri konusu bir derya asla bitmez...
Sil