18 Eylül 2025 Perşembe

KUTSAL DİZİ AİLESi



Aile her şeydir, dedi, dizinin kudretli annesi.

Bu yüzden sevmiyorum yerli dizileri. Kale aldığım biri, bak İstanbullu Gelin’i seyret, güzel aslında, dedi diye baktım. Biraz hızlı ilerlese fena değilmiş. Hızlı seyretme seçeneği de yok Prime’ın. Oysa bir Netflix öyle mi? Kerem Kuruluş Ertuğrul’un tümünü iki misli hızla seyretmişti bir ara. Neyse ileri sararak az biraz seyrettim. Kudretli Anadolu annesi. Hep şık, hep sert, hep manyak. Aile her şeydir dedi. Hı hı, oldu canım. Böyle diye diye geldi bu topraklar bu hallere. Sonra sorunu ekonomide, hukuksuzlukta, yolsuzlukta falan ara. Oysa bütün sorun o çarpık düzende. Ailedir, annedir, kutsaldır diye diye gelinen nokta: Kızılcık Şerbo ve senaristinin başına gelenler.


Ah Elif, olacaktın sosyolog. İnektin de, seversin çalışmayı. Haybeye okudun ODTÜ mimarlığı, demişti bir kuzenim, yazık ettin o kadar emeği:  tokat gibi bir cümle olabilirdi on sene önce. Oysa şimdi o yıllar sadece “o zaman dans!” yılları. Sahiden de bol eğlence, o yılların en güzel ikinci kampüsünde, en güzel binasında. Dersler bana kolay (ODTÜ’yü hep gelişmiş bir lise gibi görmüştüm, o zaman bile. Cezayir’de gittiğim Fransız lisesi üniversiteye daha yakındı: araştıran, düşünen, sorgulayan bir sistem görüp gelmiştim memlekete) Ankara desen caz, rock barlar hala arabeskleşmemiş. Neyse konudan sapmayayım.  Bana kalsa hepsini birden okurdum: mimarlık, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi, edebiyat ilk aklıma gelenler. Mimarlık’a havalı diye girmiştim. Malum ilk tercih. Bizim zamanımızda yüksek puanlı adayların yukarda saydığım bölümlere girmesi büyük şuursuzluktu. Şuurlu şuurlu verdiğimiz kararlar sonra hepimizi içten, dıştan tırmaladı, o ayrı. 


Eğer insanları merak eden biriysen, ismi lazım değil biri gibi, bakınız baş harfi Elif, sosyoloji canmış, geç anladım. Aile denen şeyi liğme liğme ederdim valla. Bana aile kurumunun Salman Rüşdi’si denmesinden gurur duyardım. He he! Diktatörlerin at koşturduğu bütün ülkelerin ailelerine uzaktan bir bakın hele. Hepsinin geleneklere verdiği öneme, aileyi koyduğu şaşaalı kaideye bakın bir, nasıl, benzemiyorlar mı?


Dizide Özcan Deniz, Aslı’yı evlenmeye ikna etmek için dil dökerken  bu aile birliğini kullanıyor. Ne o, annesiyle oturmaya ikna edecek kızı.  Ben  “ Kızım, koş, kaç kendini kurtar”, diye bağırmak isterken, kız yumuşayıveriyor. Hoşuna gidiyor. Biliyorum, seyredenlerin de hoşuna gidiyor. Bir bana batıyor. Kız  gördü de kadını üstelik. Kendini kudretli sanan anneyi gördü, tanıdı. Kudreti despotlukta bulmuş, iyi yetişmişlik kisvesi altında oğullarının nefes sahasına tecavüzü kendinde hak gören bir canavarı normalleştiren düzene herkese aşina. Gelsin ratingler. 


Martaval. Dedemden öğrenip, hayatım boyunca çok sevdiğim bir kelimedir: martaval. Memleketin tek kelimeyle özeti: martaval. 


Kendimi sinirlendirdim yine, iyisi mi ben bırakayım İstanbullu Gelin’i falan da, canım uyuşmak istediğinde döneyim Heidi kıvamındaki pasif dizilerime. 


Bak durduk yerde canımı sıktım yine. Bakma şu memlekete diyorum Elif, bakma!




12 Eylül 2025 Cuma

İÇİMDEKİ IRKÇI

       
Abu Dabi Louvre

İçimdeki ırkçı canavarı yine gördüm.

Önce Elif tarzında dinazorlarla başlayan giriş: 2020’de geçirdiğim haysiyetsiz kazadan sonra büyük bir ameliyat geçirdim. Haysiyetsiz çünkü yine otuz senedir bindiğim motosikletten, motor durmuş, ben de inerken bacağımı kırarak düştüm. Sol bacağımın alttaki kemiklerin kafaları paramparça olmuştu. Süper cerrahım güzel kotardı ameliyatı. Ama sonra bana sordu: aktif spor hayatım var mıydı. Otuz senedir düzenli yüzerim, onu saymadı, dedi ve bana sıradan bir ellilik muamelesi yaptı önce. Ama benim speedy gonzales hallerim yarım bacakla yaşamayı sevmedi ve sonrasında cerrahımın da aklı başına geldi ve bana sporcuların rehabilite edildiği bir yerde tedavi önderdi. Süper rehabilitörüm Şerif sayesinde de hayatıma düzenli spor girdi. Tövbe de gitmem, dediğim cimleri sevmeye başladım.

Gelişme: Mahallemizin Mac Fit’i ikinci adresim oldu. Üç beş de arkadaş yaptık, Kerem zaten üyeydi. Sabah spor, ardından Nero’da kahve, tadından yenmez spor hayatımız 3 senedir devam ederken bu ay komşu mahallenin MacFit’i tadilata girdi ve bizim kulübe başkaları akın etti. Kulüpteki arkadaşlarla önce kendileriyle alttan alttan dalga geçmeyi hak gördük. Devamında da şikayetler başladı. Bize yer kalmıyordu aletlerde, çoğu kokuyordu, soyunma odalarını işgal etmişlerdi. Bizim canımız Mac’imizdi orası. Sahiplenmeye bak! Altı üstü kiralarken pazarlık yapmaya çalıştığımız bir mekan, nadem gözlü, sırma saçlı oluverdi.

Ben aynı hissi eskiden yaşadığımız Moda’mıza hipster akını olduğunda da hissetmiştim. Ben ki Moda’lı değilim, Kerem olsa neyse, kaç kuşak oralı. Ankara’dan gelme ben, nasıl sahiplenmiştim mahalleyi ve içimde alev alev yanan o ırkçıyı görmüş, ürkmüştüm. Al sana, aynı his. Bu kadar kolay nefret etmek.

Bu hislerle gittim bu sabah. Beceremediğim dans seansına gireyim dedim. Sevgi o an içimde. Derse girdim ki, bizim kulüpten 2 kişiyiz, gerisi hep diğer kulüpten gelenler. Hepsi sarıldılar öpüştüler, birbirleriyle şakalaştılar, merhaba dediğim halde bana selam veren bir kişi oldu, o da seansın muhtemelen zamparası olan, yaşını başını epey almış tek erkeği. Çok kuvvetli hissettim o yabancılığı. Dedim kendime, medeni ol, kal. Derken dersi yöneten güzel kız derse şu sözlerle başladı: “Hadi gösterelim onlara bizim kulüp neymiş anlasınlar”.

Ben aşsam o hissi, hop biri gelip harlayabiliyor anında, şahit oldum.

Sonuç: Bence çok ürkütücü. Evet insanız, evet bu hislerin hepsi bize özgü. Ama bir şey yanlış ki dünyamız cehennem kıvamına beş kaldı yine. Sahiplene sahiplene getirdiğimiz yerde. En küçük ortamlarda dahi bu denli hızlı yol alabilen diğerinden nefret etme hissi çok acayip. Sonra “Neden bu haldeyiz?” soruları. Çünkü hepimiz, hatta ben, epey bir süredir her türlü şiddete dikkatlice bakmaya çalışan, şiddetin önce sözlerde başladığına dikkat etmeye çalışan, ağzımdan kolay çıkan küfürleri bile hızla yakalayıp yutan, bu nedenle Kerem’i habire bayan, şiddetsizliğe kafa yoran, annem hakkında dahi usturuplu olmaya başlamış ben bile seve isteye, hatta eğlene eğlene kaptırdım kendimi yine.

“Ne olacak ki?” değil maalesef, bu ufak yerlerden çıkıp büyüyor, olay Fenerbahçe-Galatasaray’lara, ordan da öteye, te Filistin-İsrail’lere varıyor. Ve dünya belli aralıklarla çok fena yanıyor. Ötekileştiren kuvvetli düzene karşı dirayetli durmak kolay değil, gayret edince bile zor. Yanıbaşımızda istemediğimiz her Arap’ta, her Kürt’te, her eşcinselde, her çekik ya da zenci dediğimizde, her şişko, sıska dediğimizde, her görünüşe göre yaftaladığımızda, her  kısa eteklide, her çarşaflıda, her yabancıda, her farklı olanda saklı ırkçılık denen dünyanın en zararlı virüsü.

Oysa neyin sahibiyiz ki şu girişi, çıkışı belli hayatta? Bir tek kendi canımızın sahibiyiz aslında, ne çoluğumuz çocuğumuzun, ne ailemizin, ne habire istifleyip durduğumuz evlerin, elbiselerin, eşyaların sahibiyiz. Ve bunu hatırlatmaktan uzak bir düzene sahip çıka çıka (bak yine sahiplenmeye vardı işin ucu), labirente dönüştürdüğümüz bir hayatta debelenip duruyoruz.

Bunca gürültü, çıkışı bulamayışımızdan.

Hey gidi! diye de bitireyim bari.

Okuyan herkese sevgiler.


Not: Bloğa yorum yaparsanız, lütfen adınızı bırakın, sonra kim ne yazdı merak ediyorum, zira bloggera üye değilseniz yorumlarınız adsız yayınlanıyor.