Dünyadan koptum gibi değil mi? Paylaştıklarıma bakan, adı Lolipop
falan olan bir gezegende yaşıyorum sanır. Zaten kopuktum, hepten uçmuşum gibi
değil mi?
Ben zaten herkes gibi köşe yazısı, kitap, film eleştirisi gibi başkalarına ait olan fikirleri okumazdım zaten. Benim fikrim bana, onlarınki onlara, diye düşünürdüm. Ki
öyleymiş, bu yaşımda artık iyice eminim. Onların fikirlerini beğenmediğimden değil, bana ne gerçekten diye düşündüğümden. Herkesin sevdiği, sevmediği kendine. Bu yaşımdan sonra daha az yargılayan biri olmaya nafile bir şekilde çalışıyorum. Çok zor bir şeymiş.
Haber dinlerdim eskiden, artık kapattım çoğu medyayı,
twitterdan haber takİp ediyorum, başlıklara göre açıp göz gezdiriyorum. Uzun
boylu okunacak şey yok zaten.. Kimse, hiç bir yerde güvende değil.
Habire “Dünya
giderek boka sarıyor, İşit hepimizi öldürecek, küreselce ısınıyoruz, kutup
ayıları ölüyor, GDO kursağımızda, Siri’lerin insafına kalacağız, eyvah gluten,
eyvah şeker, eyvah kalori, eyvah kaç kalori, tüh atamadım onbinadım, eyvah kırışıktık,
eyvah yaşlandık, ne! yoksa ben de mi ölümlüyüm?” nidalarının girdabına
kaptırdın mı ayvayı yedin.
Sanırım beni biraz da dizi seyretmemek koruyor. Seyredene lafım yok, kendi deneyimim: bırakınca kendime çok zaman kaldı. Bilgisayardan kendi seçtiklerimi seyrediyorum. Sosyalleşirken sorun olabiliyor, o zaman da napalım, susuyorum. Başka lafı olan insanlar çoğalıyor etrafımda zaten. Hep
tepkiliydim herkesin yaptığını yapmaya, bazen saçmaladığım oluyor tabi, ama bu
da huy, bir tür direniş...George Orwell’den 13 yaşımda çok etkilenmiştim, zahir
ondandır...
Memleket desen tam bir sirk. İçine çekilmeme müsade
etmiyorum. Çekilsem de bir, çekilmesem de. Olan oluyor. Türkiye'den uzaklaştım da
böyle oldu sanmayın, buradaki Türklerin büyük kısmı sizlerden daha fazla geceli
gündüzlü türk twitterında, türk medyasında yaşıyorlar. Onlar adına konuşmuş
olmayayım...Ve üstüne daha fazla yorum yapmayayım...Kendi adıma konuşmaya
muktedirim sadece.
Farkettiyseniz, olan biten korkunç şeyleri her bir köşe
yazarı, her bir bilim insanı, her bir sosyal medya kullanıcısı itinayla
tekrarladığında pek de fazla bir düzelme olamıyor durumda. Sebepleri bilmek de
nafile, bundan sonra olacakları tahmin etmek de. Eskiden, yani te
yetmişlerde Stingrey vardı, denizaltında geçen bir kukla çocuk dizisi... Meşhur
repliği hayat mottomdur: “Üç saniyede her şey olabilir!”. Her şey, her an değişir, değişecektir, değişmelidir de. Bizim arzu ettiğimiz şekilde değişmeyebilir, ki olan biten bu minvalde.
Olacak olan oluyor, ve gerçekten zaten o “olacak”daki
gelecek zaman, geldi artık.
Bütün bunların dışına çıkma gayretindeyim. Çünkü bütün bu
boktan ortamda kendimce birkaç seçeneğim var: ya korkup korkup bağırmaya devam
edeceğim, senelerce yapmışım, facebook yüzüme yüzüme vurmakta. Ya da, önce
epeydir olan bitenden şaşmış kendi merkezimi bulacağım, ve dünyanın ihtiyacı
olan şefkatten kendimde bulduğum kırıntıları bu dünyaya bir şekilde akıtacağım.
Bu dünyadan hayır yok, artık birbirimizle biz ilgileneceğiz, anlaşıldı.
Önce eşim, dostum geliyor tabi. Birlikte aynı şeyleri yapıyoruz diye aralarında emniyette hissettiğim güruhlarım yerine, ruh frekansımın tuttuğu dostlarım var benim. Sonrasında, o ilk halkanın biraz daha ötesine de gerçekten dokunabilirsem, bu bana yetecek. "Büyük şeyler yapma", "memleketi kurtarma", "hep iyi, doğru, dürüst olmaya çalışma" sanrılarından arındım sanki, iddialı da konuşmayayım, zira içimdeki o senelerin elifi ara ara dürtüyor ve beylik laflar etmeye başlayıverirken buluyorum kendimi kalabalıklarda...Öyle büyük biri değilim, çok şükür anladım...Buna en çok annem üzülecek ama, napalım, o da alışır elbet...
Bu hayatı çok sorguluyorum, bana yapma, daha gençsin falan
diyorlar, he he...Elimde değil. Kocaman “Neden?” ler hep vardı çocukluğumdan
beri. Arandım, tarandım, baktım pek aklımın aldığı şey değil bu hayat. Aklım almasa da, ruhumun
hafif hafif hissettiği güzel bir esinti
var. Ara ara kendimi iyi hissettiren. Bu esintiyi takip etmeyi seçtim. Ona takıldığımdan beri de daha keyifliyim.
Bundan yapıyorum o naif vidyoları. İçime o esintinin dolduğu
anları yakalayıp aktarmaya çalışıyorum. Arada bir kaç kişi “Bana iyi geldi”
deyice de mutlu oluyorum. Zira benzer yanlarımız çok hepimizin. Güzel
melodiler, güzel renkler, görüntüler herkese ilaç.
Korkmuyorum. Giderek daha az korkan biri oluyorum sanırım,
zaten öyle kilodan, mikroptan, yaşlanmaktan, ölümden falan korkmazdım, allah
vergisi bir durum. Bu da işimi kolaylaştırdı. Bu Kanada’da olduğum için değil,
samimiyetime ne kadar inanırsınız bilemem... Zira dünyanın çivisi bir yerinden
çıktı mı, denge her yerde bozuluyor. Hem süper bir kalkanım daha var: hepimiz
nasılsa bir gün öleceğiz, değil mi? Her sıkıntılı anıma ilaçtır bu benim. Her
şeyi hafifleştirir. O halde, derim, kendi tercihlerime bakayım ben, zaten az
kaldı...Biraz bencil olmayı getiriyor bu beraberinde, fedakarlığın da büyük tuzak olduğunu farkettiğimden beri daha rahat bencil takılabiliyorum.
Şöyle toparlayayım: Las Vegas patlaması beni hala ağlatabiliyor arkadaşlar. Ya
da Nuriye’yle Semih haberlerine üstten üstten bakarken, içime isyanlar fırtına şeklinde dolmaya
meylediyor.. Hislerim insan olan herkesin hissettikleri, sadece tepkilerimi seçiyorum. İnsafsızca geliyor kulağa, umurum
değil... Çok mu doldu gözlerim bir şeye, açıyorum valslerimi...Bu dünyanın en
büyük nimeti sanat, müzik...Hemen acıyan yerlerime sarıyorum...
Ve böyle devam ediyorum...
Ancak böyle devam edebiliyorum...
Okuyana sevgiler...